İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Araştırmaları Kulübü’nün düzenlediği “30 yıl önce 30 yıl sonra” başlıklı sempozyumda 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, darbe öncesi ve sonrası tartışıldı. santralistanbul Kampüsü’nde 24 Aralık günü gerçekleştirilen panelde 12 Eylül’ün üniversiteler, milliyetçilik, Kürt sorunu ve medya üzerindeki etkileri konuşuldu.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Mete Tunçay, 1960 sonrası Adalet Partisi lideri Süleyman Demirel ile koltuğunu İsmet İnönü’ den devralan CHP lideri Bülent Ecevit çatışmasının Türkiye siyasi hayatını belirlediğini; 1945’ te çok partili hayata geçilirken bastırılan sosyalizim fikirlerinin bu dönemde yavaş yavaş tekrar ortaya çıktığını söyledi. 1960 Darbesi’nden sonra muhalefetin geliştirdiği platformun yetersiz kaldığına değinen Tunçay, böyle bir ortamda Türkiye İşçi Partisi’(TİP) nin kurulduğunu ve büyük bir başarı gösterdiğini hatırlattı.. Tunçay, 1965 seçimlerinde yüzde 3 civarında oy alan TİP’ in meclise 15 milletvekili sokmasının da etkisiyle Cumhuriyet Halk Partisi’ nin sol oyları toplamaya aday olduğunu, fakat solda bu parlamenter yöntemle hareket etme fikrinin özellikle gençleri tatmin etmediğini vurguladı. “Gençler parlamento dışı eylemciliğe yöneldi” diyen Prof. Tunçay, bu dönemde sağ ve solcu gençlerin provoke edilerek karşılıklı siyasi cinayetler işlediğini ve bu cinayetlerin 12 Eylül Darbesi’ nden sonra kesildiğine dikkat çekti..
12 Eylül sonrası üniversiteler
Prof. Dr Mete Tunçay, 12 Eylül Darbesi’ nden bir hafta sonra Sıkıyönetim Kanunu’na yeni bir madde eklendiğini, bu maddeyle her yerdeki sıkıyönetim komutanlarına herhangi bir kamu görevlisinin işten kovrma yetkisi verildiğini söyledi. “1983’ te işte ben de o meşhur kurbanlardan biriyimdir” diyen Tunçay, 1402 sayılı kanunla aşağı yukarı 5 bin kamu personelinin işten atıldığını ve bir daha herhangi bir kamu kuruluşunda çalışmalarının yasaklandığını belirtti.
YÖK Kanunu’nun da 12 Eylül’ ün bir ürünü olduğunun altını çizen Mete Tunçay, yeni düzene göre artık asistanların yerine kalıcı kadroda yer almayan araştırma görevlilerinin olduğunu anlattı. İlk olarak sözleşmesi biten hocaların tasfiye edildiğine değinen Tunçay, hocaların üniversitelerden atılma nedenin altında gençlerin şiddet eylemlerinin hocaları tarafından tahrik ve teşvik edildiği düşüncesinin yattığının altını çizdi.
Diyarbakır Cezaevi cehennemi
1980 öncesi ve sonrası Türk milliyetçiliği ve Kürt sorununa değinen Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr Halil Berktay, 12 Eylül’ ün bütün halka, geniş kesimlere, gençliğe, sol ve sağ örgütlere, Kürtlere ve çok çeşitli kesimlere çektirdiği acılar içinde, özellikle Kürt sorunu açısından merkezi konumda olan, kendi içinde adeta bir mikrokosmos olarak kabul edilebilecek Diyarbakır Cezaevi olayının iyi incelenmesi gerektiğini söyledi. .
Türk milliyetçiliğinin Kürtlere yönelik boyutunun 19’uncu yüzyıldan beri süregelen bir damarının en fazla Diyarbakır Cezaevi’nde billurlaştığını vurgulayan Berktay, Türk milliyetçiliğinin, zaman zaman reddedilse bileçok ciddi bir ırkçı damarı olduğunu ve bu damar olmadan Diyarbakır Cezaevi cehenneminin anlaşılamayacağını vurguladı.
1920’ler, 1930’lar,1940’lar boyunca; “Emperyalizme karşı savaştık. Bizim verdiğimiz mücadele yüzde yüz haklı, saf ve temiz bir mücadeledir” denildiğini söyleyen Berktay, bu durumun 1960’lar ve 70’lerde solun yükselişine bağlı olarak yeniden tanımlandığını belirtti. Berktay, her seferinde milli mücadelenin marksist terimlerle tanımlanabilecek bir anti emperyalist haklılık çerçevesine daha fazla oturtulduğunu vurguladı:
“Bunun nedeni, 19’uncu. ve 20’nci. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Türk milliyetçiliğinin sadece ezilen değil, ezen ve ezilen olduğunun görülemeyişidir. Osmanlı İmparatorluğu, içindeki‘ilkel’ diye görününen çeşitli kabilelere, etnik, dini gruplara karşı çok büyük bir ırkçı üstünlük taslıyordu.. Bu, beraberinde kuşku ve düşmanlık duygusunu da getirdi. Bu ırkçılık Cumhuriyet Dönemi boyunca devam etti ve sonunda 1980’lerin ilk yıllarına gelindiğinde karşımıza Diyarbakır Cezaevi vahşeti gibi bir şey çıkardı”.
Manşetlerde darbe
Sempozyomun ikinci bölümünde sunum yapan İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Halil Nalçaoğlu, “Çerçeveleme” kavramı üzerinden darbelerin medyada nasıl meşrulaştırıldığını örnekleriyle anlattı.12 Eylül’ de gazetelerin hiç aksatmadan vurguladıkları kavramın “huzur ve güven ortamı” olduğunu vurgulayan Nalçaoğlu, “Türk ordusu vazife başında”, “Silahlı kuvvetlerimiz bütün yurtta idareyi fiilen ele aldı” gibi manşetlerde darbenin meşrulaştırıldığını söyledi.
Bugüne gelindiğinde ise gazetelerin “Demokrasi için sandığa”, “Son sözü oyla söyle”, “Otuz yıl oldu ‘netekim’”, “Bu ayıp otuz yıldır boynumuza asılı” gibi manşetler verdiğini dile getiren Nalçaoğlu, eğer bugün 12 Eylül’ e yönelik bir hesaplaşmaya gidilmiyorsa , bu manşetlerin de darbeyle hesaplaşmaktan çok konjonktüre bağlı olarak atıldığı sonucuna varılabileceğini vurguladı.
1982 Anayasası
Sempozyomun sonunda söz alan Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ergun Özbudun ise 1982 Anayası’na giden yolu, o anayasanın kendisi ve felsefesi ile bundan sonraki senaryolara değindi.
1961 Anayasası’nın da pek demokratik sayılamayacak bir yöntemle yapıldığını ifade eden Özbudun, 1981- 1982 Danışma Meclisi’nin ise bunu daha da ileriye götürdüğünü belirtti.
“Bu kadar anti demokratik ve gayri temsili bir şekilde yapılan anayasanın demokratik olmayışı da doğal sonucudur” diyen Özbudun dolayısıyla bu anayasanın kabul edildiği tarihten itibaren Türk toplumunda devamlı olarak tartışma konusu olduğunu vurguladı.
Ergun Özbudun, bu güne kadar gerçekleştirilen 16 anayasa değişikliğinin Türk siyasi hayatında belli bir liberalleşme ve sivilleşme sağladığını fakat bu tüm bu değişikliklerin konseyin ve konsey anayasasının otoriter mirasının tümüyle tasfiye etmeyi başaramadığını belirtti. 1982 Anayasası’nın resmi bir ideoloji taşıdığını söyleyen Özbudun, Kemalizmin iki temel değeri; katı ve militan bir laiklik anlayışı ve yine katı, taviz vermez bir “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkesinin 1982 Anayasası’nın ideolojik temellerini oluşturduğunu söyledi.