Devletin kuruluş bayramı törenleri gerçekten de kelimenin tam anlamıyla ilklere sahne oldu. Cumhurbaşkanlığı köşkündeki eşli resepsiyondaki türbanlı kadın görüntüleri ilk olmasına ilk ama konunun magazinel kısmı. Daha çok önem arzedeni elbette ki Cumhuriyet Bayramı‘nı kutlamak isteyenlerin devletin yeni sahiplerinin zulmüyle karşılaşması. Devletin olağan şüphelisi olan sosyalistler, Kürtler ve radikal dindarlardan sonra ulusalcı diye addedilen Kemalistlerin de artık polis şiddetinden payına düşeni alması. Hem de paylarını düşen bu şiddetle Cumhuriyetin kuruluş yıldönümü kutlamalarında karşı karşıya kalmak hiç öyle yabana atılacak bir olgu değil.
İşçi Partisi’nin gençlik örgütlenmesi olan Türkiye Gençlik Birliği’nin düzenlemek istediği protestolu Cumhuriyet kutlamalarının yasaklanması gerçekten şaşkınlık vericiydi. CHP içindeki ulusalcı kanadın katılması kesin olan bu kutlamaların yasaklanmak istemesi ister istemez tüm partililerin katılmasını elzem kıldı. Bıraksalar körler sağırlar diyaloğunu geçmeyecek bu “kutlama” bildik yöntemlerle engellenmek istenince de haddinden fazla büyümüş oldu. İP’nin ya da alt birimi TGB’nin bu zulüm düzeninden kurtuluş reçetesinin askeri darbe olduğuna inandıklarını bilenler biliyor.
Bu siyasi grupla bağı olmadan yine aynı kurtuluş reçetesine inananlar olduğu da bir gerçek. Ankara’da bu saçmalığa inananların bir araya geldiğini söylemek abartı olmaz. Ama içlerinde darbe yanlısı değil de bu zulüm düzeninin sorumlusunun AKP olduğuna inanan ve kutlamalara hükümet protestosu amacıyla gidenlerin olduğu da bir başka gerçek. Ama, “Dün ülkenin meşru hükümetini devirmek için ‘Ordu göreve’ pankartı açanlar, umdukları desteği bulamayınca bugün aynı orduya, onun subaylarına hakaret etmekten çekinmiyorlar” diyen Başbakan’a bakarsanız “CHP illegal örgütlerin peşine takılmış”, olaylara sahne olan kutlama alanını dolduranların hepsi de “darbe özlemi içindeki anarşistler” ya da “terörist holigan”. Hatta İstanbul’daki Kadınlar Tenis Birliği (WTA) şampiyonasının ödül töreninde bakanları protesto edenler de öyle. Başbakan bu tesbitine, “2007’yi özlüyorlar” diyerek Cumhuriyet mitinglerini dayanak gösterdi. Malum medyanın lafazanları da 25 Ekim 2003’te Ankara Tandoğan Meydanı’ndaki “Ordu göreve” pankartının açıldığı Cumhuriyete Saygı Mitingi’ni anımsattı.
Başbakan ve medyasına bir anımsatma
Yani hem Başbakan hem de medyası, gerçek suçluları gerçek suçundan yargılanmadığı Ergenekon soruşturma ve davalar zincirinden rant yemeyi sürdürüyor. Kamuoyuna hâlâ darbelerle hesaplaşıldığı, derin devletin yargılandığı yalanını söylemeye devam ettikleri gibi her muhalif eylemi “darbe korkusu” salmak için de kullanıyorlar. Şimdi bu yazdıklarıma bildik çevrelerden bildik itirazlar gelecek yine. Peki bu itirazları yapacak olanlar yani Başbakan ve medyası, dünkü (29 Ekim 2012) protesto gösterilerini darbecilikle eş değer tutmalarına dayanak gösterdiği Tandoğan’daki mitingde o provokatif pankartı açanlara neler olduğunu biliyorlar mı? Ergenekon soruşturmalarında hayli yer kaplayan, Tandoğan mitingini organize eden ya da giden rektörlerin “ne iflah olmaz darbeciler olduğu” algısını yaymak için kullanılan o pankartın açılmasından sorumlu olanlar hakkındaki davada ceza bile almadıklarını anımsıyorlar mı? Anımsatalım.
Rektörler Kemal Alemdaroğlu, Fatih Hilmioğlu, Mustafa Abbas Yurtkuran, Rıza Ferit Bernay, Mehmet Haberal ile eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz’ün Ergenekon sanıkları arasında yer almasında eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek’e ait “Darbe Günlükleri” ile Cumhuriyet gazetesinin eski Ankara temsilcisi ve yazarı Mustafa Balbay’ın günlükleri ve eski Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral Şener Eruygur’un rektörlerle gerçekleştirdiği toplantıların tutanakları ile gönderdiği bir mektup ve Cumhuriyetçi Çalışma Grubu (CÇG) faaliyet raporları etkiliydi. Savcılar bu belgelerde yazılanlardan yola çıkarak adları geçen rektörlere darbenin altyapısının hazırlanmasında belli roller biçildiğini iddia ettiler. İkinci Ergenekon iddianamesinde bu belgelere yer verilerek, “Şener Eruygur’dan ele geçirilen rektörlerle yapılan toplantıda görüşülen konular ve alınan kararlar bir bütün olarak incelendiğinde, rektörlerle askerlerden oluşan CÇG’nin her türlü riski gözönüne aldıkları, birlikte yapacakları ortak çalışma ile halk ve iktidarda bulunan siyasi partiyi korkutup sindirerek, zorla iktidardan uzaklaştırmaları hususunda karalı olduklarını açıkça ortaya koymaktadır…
CÇG’nin yukarıda belirtien dönem raporları, sanık Mustafa Balbay’dan ele geçirilen günlüklerde yer alan bilgilerle örtüştüğü, şüpheli rektörlerin, ‘güvenilir rektörler’ arasında sayılarak darbe çalışmalarının içinde yer aldıkları, 6 rektörün uygulanan planlar çerçevesinde kendisine verilen görevleri yerine getirdiği anlaşılmıştır” iddialarında bulunuldu.
“Ordu göreve” pankartı devrede
Rektörler hakkındaki iddianamede “darbeye altyapı hazırlama” etkinliği olarak gösterilen Cumhuriyet mitinglerinden en çok tartışılanı olan Ankara Tandoğan’da yapılan Cumhuriyete saygı mitingi de suçlamalara yönelik en önemli dayanak teşkil ediyordu. İkinci Ergenekon davası iddianamesine göre, “Sarıkız” adlı darbe planı kapsamında, mitingden altı gün önce, 19 Ekim 2003’te Jandarma Genel Komutanlığı’nda, dönemin Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur başkanlığında rektörlerle toplantı yapıldı. İddiaya göre 15-20 rektör, askerlere “Kubilay olmaya hazırız” dedi. Ankara mitingi de planlandığı öne sürülen darbenin 12 adımından biriydi.
Jandarma Genel Komutanlığı’ndaki toplantıdan yaklaşık bir hafta sonra, tarih, 25 Ekim 2003. YÖK yasa tasarısı ve ÖSS’de imam hatiplere eşitlik hedefleyen yasa girişimi nedeniyle hükümete yönelik tepkinin öne çıktığı yürüyüşte Anıtkabir’e cüppeleriyle gelmiş rektörler, Atatürk’e bağlılıklarını tazeleyip Tandoğan Meydanı’ndaki Cumhuriyete Saygı Mitingi’ne katıldı. İddianameye göre miting kararı, Şener Eruygur’un Jandarma’da rektörlerle yaptığı gizli toplantıda alınmış hatta yürüyüşte açılacak pankartlar ve atılacak sloganlar bile belirlenmişti. Dönemin Ankara Üniversitesi Rektörü Nusret Aras ve Atatürkçü Düşünce Derneği’nin çağrısıyla düzenlenen bu mitinge; başta Ankara, İstanbul, Bursa, Samsun ve Malatya’daki üniversitelerin rektörleri ile hocalarını izleyen öğrenciler akın etti. Dönemin YÖK Başkanı Kemal Gürüz ve İstanbul Üniversitesi (İÜ) Rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun da katıldığı mitinge damga vuran ise kimi “öğrencilerin” açtığı meşhur “Ordu göreve” pankartı oldu. Eylemcilerin uyarılara rağmen indirmediği o pankart, daha sonra darbe iddialarını konu alan Ergenekon davasının odağına da yerleşti.
Türk Solu: Neofaşist Kemalistler
“Peki o pankartı kim açmıştı?” sorusunun yanıtı ise birinci Ergenekon iddianamesinde yer aldı. Polis kayıtlarına göre pankartı açanlar “ırkçı” tutumuyla bilinen “neo faşist Kemalistlerden” oluşan Türksolu dergisi çevresinden Atatürkçü Düşünce Kulüpleri Federasyonu üyeleriydi. 25 Ekim’deki Show TV’nin görüntüleri ve ertesi gün basında yer alan fotoğrafa göre o kişiler aynı zamanda Türksolu dergisi yazarı da olan İÜ araştırma görevlisi Ali Emre Özsoy ile aynı üniversitenin öğrencileri Özgür Billur, Dilek Bilgin, Okan Erkoy, Utku Umut Bulsun, İstanbul Bostanoğlu, Nur Arslan, Onur Güneş Ayas ile Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencileri Canbert Birgül ve Engin Girgin’di. Polis daha sonra iki isim daha saptadı. Yürütülen soruşturma sonunda zanlılar hakkında Ankara 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde “Askeri, kanunlara karşı itaatsizliğe teşvik”ten 5 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı. Ancak dava, Asliye Ceza Mahkemesi’ne gönderildi. Ankara 25. Asliye Ceza Mahkemesi’nde sessiz sedasız yargılanan sanıklar, “O pankartı taşımadık” diye savunma yaptı. Mahkeme de, fotoğraf ve görüntülere rağmen, “kesin ve inandırıcı delil bulunmadığından” 29 Nisan 2008’de sanıkların beraatine karar verdi. Ergenekon savcıları da ilginç bir şekilde sözkonusu pankart nedeniyle rektörleri sanık yaparken, beraat kararı verilen davanın kendi soruşturmalarıyla birleştirilmesini de, Ankara savcılarının talebine rağmen istememişti. Böylece Ergenekon soruşturmasının ikinci iddianamesinin temel delilerinden biri olarak gösterilen ve bir grup rektörün Ergenekon kapsamında yargılanmalarının kanıtı sayılan “Ordu göreve” pankartı sessiz sedasız “faili meçhul” bırakıldı.
“Ordu göreve” pankartı açarak rektörlerin sanık olmasına katkıda bulunan Türk Solu dergisi çevresinden hiç kimse hiç bir zaman Ergenekon soruşturması kapsamına alınmadı. Ya da en azından iddianamelere bakarak, Türk Solu dergisi ile ya da dergi çevresinden kişilere yönelik herhangi bir soruşturma yürütülmediğini söylemek mümkün. En az Ergenekon soruşturmasının kimi sanıkları kadar darbe yanlısı olan ve bunu dergilerinde ya da eylemlerinde sıklıkla dile getiren, Kürt sorunu, azınlıklar, AB konusunda tamamıyle ırkçı söylemlere sahip derginin çevresinde örgütlenenler eski İşçi Partililerden (İP) oluşuyor.
Liderliğini eski İP üyesi Gökçe Fırat’ın yaptığı dergi adını Ağustos 2005’te “Kürt sorunu yok, Kürt istilası var” kapak yazısıyla duyurdu. Bu sloganın altına yerleştirilen Türkiye haritasına Diyarbakır, Gaziantep, Adana, Mersin, İzmir, Antalya, Ankara, Muğla, Bursa, İzmit ve İstanbul’a oklar uzatılmıştı. Kırmızıyla boyanmış bu illerde “Kürt istilasını” gösteriliyor, Kürtler hedef gösterilerek iş lahmacun boykotuna, Kürt işyerlerinden alışveriş yapmamaya kadar götürülüyordu.
Derginin 29 Ağustos 2005 tarihli 89. sayısında Gökçe Fırat imzasıyla yayımlanan, “Türkoğlu, Tüklüğünü koru” başlıklı başyazı şöyleydi:
“Bugün PKK terörü ile mücadelede en önemli nokta budur. PKK, Kürtleşmeden güç almaktadır. Türkler Türklüğünü korursa PKK zayıf düşecektir. Bu ise askeri değil toplumsal bir çözümü gerektirir. Türk, kendi sorununu kendisi çözecektir. Bunun için ilk başta yapılması gerekenlerse şunlardır:
1- Her Türk, alışverişini mutlaka Türkten yapmalıdır. Kürde aktarılan para PKK’ya maddi destek demektir. Türk, bu maddi desteği kesmezse, hem Türklerin mali gücü olmayacaktır, hem de Kürdün altında ezilecektir
2- Her Türk, Türkçe konuşmalıdır. Bunu da İstanbul şivesi ile konuşmalıdır. Dil varsa millet vardır. Ancak şehri istila eden Kürtler kendi dillerini hakim kılmaktadır. Bunlarla temas içinde Türkler de şivelerini bozmakta, Türkçe konuşsa bile adeta Kürt şivesiyle Türkçe konuşmaktadır.TV’lerdeki Kürt dizilerinin, Kürt müziğinin, her adım başı Kürtçe müzik çalan barların, kasetçilerin, minibüslerin ortasına düşen Türk ister istemez lisanını yitirmektedir.Buna direnmek için:Türk,
* Kürt dizisi izlemez.
* Kürtçe müzik dinlemez.
* Kürtçe müzik çalan barlara gitmez.
* Kürtçe konuşulan minibüse binmez.
* Kürtçe kaset satan dükkandan alışveriş yapmaz.
3- Türk, ancak modern şehir hayatında kendini ifade edebilir. Türk medeniyeti, köyden gelen etkilere kapatılmalıdır. Köy, her halükarda Kürtçülüğün yaşam alanıdır.Yıllarca İstanbul’da Sivaslı, Erzincanlı, Malatyalı, Tokatlı Alevi kitlenin yarattığı köy ortamı, Kürtçülüğü güçlendirmiştir. Türk’ü saza mahkum eden köylü kafası, bugün şehirleri Kürt kültürüne teslim etmiştir.
4- Türkler, yemeklerine sahip çıkmalıdır. Türk’ün damak tadı, Kürt yemekleri ile yer değiştirmektedir. Türk’ü kebaba, lahmacuna mahkum eden anlayışla mücadele edilmelidir. Yemek, kültür savaşının bir parçasıdır. Mc Donald’s’lar ne kadar tehlikeli ise Kürt mutfağı da o kadar tehlikelidir. Başka kültürlerin yemeklerini yiyen kültürler asimile olur. O nedenle Türk, Türk mutfağına sahip çıkmalı, başka şeyler yememelidir.
5- Her şeyden önce Türk üremelidir. Artan her bir Türk bebesi, bizi Ergenokon’dan çıkartacak bir kurtarıcıdır.”
Tescilli faşist hareketleri bile utandıracak denli ırkçılığı “sol” kisvesi altında yapan bu grupla ilgili Ergenekon davası sanıklarından İP lideri Doğu Perinçek’in söyledikleri Türk Solu çevresinden hiç kimsenin soruşturmaya dahil edilmemesi açısından da manidar.
Perinçek, “Ordu göreve” pankartı nedeniyle yargılanan Ali Özsoy ile grubun lideri konumunda bulunan Gökçe Fırat’ın, İP içinde iken “provokatör ajan” oldukları gerekçesiyle atıldıklarını söylemişti. Perinçek’in hoşuna gitmeyen herkese “ajan” damgası vurması yüzünden havada kalan bu iddia, açtıkları pankartla rektörleri sanık durumuna düşüren gruptan hiç kimsenin Ergenekon soruşturması içine alınmayışıyla birlikte düşünüldüğünde kafalarda soru işareti yaratıyor.
Perinçek Ergenekon yargılamaları sırasında da Türk Solu dergisi etrafında örgütlenen grup hakkında ağır sözler sarfetti. Gökçe Fırat ve Ali Özsoy’un İP’ten kışkırtıcı ajan oldukları gerekçesiyle atıldığını tekrarlayan Perinçek,
“Özsoy, Nur Serter tarafından İktisat Kürsüsü’ne alındı. Ali Özsoy’un ajan provakatör olduğu hakkında dosya yapılıp Serter’e verilmiştir. Rektöre de mektup yazdım. Ama dikkate alınmadı uyarılarım. Onlar üniversitede provakasyona başlayınca üniversiteden atıldılar. Onların bizim partimizde ordu düşmanı fikirler yaydıklarını tespit ettik. Partiden dışarı attık. İstanbul Üniversitesi’nde kışkırtıcı faaliyetleri tespit edildi. İhraç edildiler. Sonra CHP’ye girdiler. Deniz Baykal ile resimleri çıktı. Baykal bu konularda daha geniş davranıyor. Baykal da kışkırtıcı faaliyetlerini tespit edince CHP’den attı.
“Şimdi “Ordu Göreve” pankartı ile sahne aldılar. Güzelim üniversite yürüyüşünü lekelediler. Birileri diyor ki gidin pankartı alın. Onlarda alıyor. Konuyu dosya yapıp Başbakan Bülent Ecevit’e de gönderdim. Partimizin içine böyle adam yolluyorlar diye. MİT’e konuyu anlattım. MİT daha sonra teşekkür etti” dedi.
MİT’le ilişki iddiası
1990’larda İP’e bağlı Öncü Gençlik Örgütü’nün İstanbul Genel Başkanlığını yürüten Gökçe Fırat, Genel Başkanı Doğu Perinçek’in 90’lı yılların ortalarında cezaevine girmesiyle partide daha ön plana çıktı. Ancak Fırat’ın MİT’le ilişkisi olduğuna yönelik dedikodular ortaya çıkınca Perinçek cezaevinden bir mektup yazarak Fırat’a bu tutumundan vazgeçmesini öğütledi. Ancak Gökçe Fırat mektuptaki uyarıları dikkate almayarak İP içindeki bir grupla partinin ve Perinçek’in “Mao’cu çizgiden uzaklaşrak Atatürkçüleştiği”ni ağır bir dille eleştirdikten sonra partiden ayrıldı.
Kimi iddialara göre de Fırat ve ekibi bu açıklamaları nedeniyle dövülerek partiden atıldı. Bunun üzerine, İP ve Perinçek’i Kemalistlikle suçlayan Fırat ve ekibi, ilginç bir hamleyle Atatürkçülüğün kalesi CHP’ye katıldı. Ancak peşlerini bırakmayan Perinçek ve ekibinin haklarında hazırladıkları dosyanın Deniz Baykal’a iletilmesinden sonra CHP’den de tasfiye edilen Gökçe Fırat Çulhaoğlu ve ekibi Atatürkçü Düşünce Kulüpleri Federasyonu’nu (ADKF) kurdu. Hemen ardından da kerameti kendinden menkul Türk Solu Dergisi paydahlandı.Bu Neo-faşist Kemalistler takımının Ergenekon soruşturmasıyla ilgisi olabilecek diğer unsurları sıralayarak Türk Solu’na nokta koymakta fayda var.
Başta Muzaffer Tekin olmak üzere bir çok Ergenekon sanığının evinde bulunan yayınlar arasında Türk Solu dergisi vardı. Akın Birdal suikastının azmettiricisi Semih Tufan Gülaltay’ın kitaplarını bastıranlar yine Türk Solu dergisiydi. Sevgi Erenerol ve Kemal Kerinçsiz’le sıkı ilişkileri vardı. Ermeni Konferansı hakkındaki yazıları nedeniyle haklarında, “Türklüğü ve kurumlarını alenen aşağılamayı” suç sayan TCK’nin 301’inci maddesiyle “Adli yargılamayı etkilemeye teşebbüs” suçlamalarıyla haklarında dava açılan İsmet Berkan, Hasan Cemal, Murat Belge, Haluk Şahin ve Erol Katırcıoğlu’nun 7 Şubat 2006’daki duruşmalarında Kerinçsiz ve ekibiyle birlikte gösteri yapıp olay çıkartanlar arasındalardı. Bu eylemde duyuru bildirilerini dağıttıkları, “301. madde neden kaldırılmamalı” konulu düzenledikleri panelin konuşmacılarından biri de Kemal Kerinçsiz’di.
13 Şubat 2006’daki panelde Kerinçsiz, temsil ettiği Büyük Hukuçular Birliği’nin artık Türk Solu çevresiyle ortak eylemlilik kararı aldıklarını açıklayacaktı. Zaten aynı Kerinçsiz 2006 yılında Türk Solu dergisi tarafından “Yılın Gandhi’si” ödülüne de layık görüldü.
Türkiye Gençlik Birliği'ni İşçi Partisinin alt kolu olduğunu söylemek ve her ikisinin de darbe yanlısı olduğunu iddia etmek kendisine atılan iftiralardan çok çekmiş birine hiç yakışmamaktadır. Çok doğru tespitlerin olduğu bu yazının değerini bitirmiş.
Bu fasist orgutun bugune kadar yaptigi onlarca seye ragmen halen yandas bulabilmesine sasiyorum. Ayrica fasist ve kemalist onlarca ismi oyuna getirmeleri dusundurucu. Bugune kadar provakatif ne yaptilarsa hep karsi tarafin isine yaradi. Yazi icin tesekkurler.
sırf işçi partisi ile yan yana gelmemek için darbeci gösterip bir taraftanda ip başkanı perinçek in sözleriyle faşistleri açığa çıkartmaya çalışmanı takdirle karşıladım. senin özünde işçi paritlilik var bunu kendine bile söyleyemecek kadar çekingensin. vermiş olduğun bir kaç bilgi bir zamanlar seninde ya ip li olduğunu ya da iyi bir ip li tarafından aktarıldığını gösteriyor. ahmet işçi partisini karalamaktan vazgeç. onların ürettikleri fikirlerle kitap yazıyorsun makale yazıyorsun bir de kalkıp yok darbeci marbeci diyorsun. devrimcilik sosyalistlik dürüstlüktür. derdim seni kızdırmak değil ama bana "bir kelime" göster işçi partisinin veya tgb nin darbeyi savunduğunu seni tebrik edeceğim.
bu şahıslar o dönemde Atatürkçü Düşünce Kulüpleri Federasyonu'nu kurmadan önce ilk iş olarak bütün üniversitelerdeki Atatürkçü Düşünce Kulüplerine üye oldular. Sonra bütün üniversitelerdeki ADK'ları ele geçirdiler. Bu kulüplerin kurucusu olan samimi Atatürkçü diyebileceğimiz öğrencileri, asistanları vs.leri pek çok üniversitede döverek, zor kullanarak kulüplerden uzaklaştırdılar. Bütün ADK'ları ele geçirdikten sonra ADKF'yi kurdular ve Ahmet Şık'ın yazısında dediği gibi kısa süre sonra Deniz Gezmiş ve Che Guevera'nın fotoğraflarını da kullanarak Türk Solu dergisini çıkarmaya başladılar. Ayrıca 'İleri' diye de bir dergi çıkartıyorlardı. Bu şekilde hareket etmelerinin nedeni üniversitelerde devrimcilerin onların siyaset yapmalarına izni vermemelerindendi. Atatürk ismini kullanarak kendilerine alan açtılar. Atatürk isminden dolayı herhangi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için devrimciler uzun süre bu ajan provakatörlere müdahale etmedi. Bir süre sonra yani bu provakatörler yeterince genci kendilerine inandırınca-kandırınca sistemli bir şekilde yavaş yavaş devrimcilerin de alanlarına girmeye başladılar. Bütün bu süreç boyunca birçok üniversite rektörlüğü özellikle de İstanbul Üniversitesi rektörlüğü başta Nur Serter olmak üzere bu provakatörlere her türlü imkanı sağladılar. Aslında bu süreç başından beri planlı ve bilinçli bir şekilde yürütülen ciddi bir proje idi. İyice palazlandıktan ve devrimcilere de sataşak gücü kendilerinde bulmaya başladıktan sonra devrimciler artık bu gidişe dur deme kararı aldılar. Devrimcilerin müdahalesi ile bu provakatörlerin önü alınmış oldu. Bu müdahaleden kısa bir süre sonra da yazıda bahsi geçen mitingde malum pankartı açtılar. Yukarıda adı geçen kişilerden bazıları hala İstanbul Üniversitesi başta olmak üzere bir sürü üniversitenin kürsüsünde asistanlık, araştırma görevlisi vb. görevlere devam etmekte.
Gündem ve medyası Ahmet Şıka bir hatırlatma: ' Ordu göreve pankartı açanlar, PKK Tehlikesine karşı ordumuzu göreve çağırmıştır . Bunu çarpıttırarak başka şekilde yorumlamak , öküz altında buzağı aramaya benziyor. Devlete karşı suç işlemeyenler niçin tutuklansın?
Abicim sen de o dediğin adamların davasının yan dosyasından bir sene yattın halen yargılanıyorsun halen idrak edemedin mi konunun darbe marbe değil muhalefeti sindirme operasyonları olduğunu?