Gazeteci Nilay Örnek’in ilk kitabı “Bütün iyiler biraz küskündür” basıldıktan sonra ilk 40 günde 13 baskı yaparak Remzi, D&R gibi kitabevlerinde çok satanlar listesine girdi. Nilay Örnek’le ilk kitabını ve hikayesini, HaberVs için konuştuk.
“Bütün iyiler biraz küskündür”, sitemli bir cümle. Neden bütün iyiler biraz küskündür?
Bana göre sitemden çok bu bir tespit. Kitap ismini, içindeki “Türkiye’de bütün gerçek iyiler biraz küskündür” başlıklı bir yazıdan alıyor. Kitabın bir tezi var; Türkiye’de işini çok iyi, hakkaniyetli, adaletli yapmaya çalışanları küstüren bir yapı olduğunun ve farklı farklı nedenlerle bunun gün geçtikçe arttığını iddia ediyor. Ülkesini, yaşadığı şehri, insanları, doğayı, hayvanları, geçmiş güzel günleri, ailesini seven, arayan, iyi olmak isterken şartlar nedeniyle başka durumda kalanlar var. Şu politik ortamda, bu gündemde hepimizin kurban oluşu, birbirine destek olamayışı, ‘mış gibi yapışlarımız’ var… İletişimsizlik, müdahil olamayışımız, fazla beton, fazla kabalık, inceliklerin yitirilmesi, sevgisizlik, yalnızlık, yapmacıklık, oburluk, üste çıkma tutkusu, yapmayıp yapıyor gibi görünmeler, vasatlığın yükselişi… Küstürüyor bunlar bizi. Ama ‘küskünlük’ bence çok naif bir kelime. Çocuksu, aslında seven ve aslında hemen barışmayı isteyen…
Siz küskün olduğunuz kadar umutlusunuz da… Umutsuz olsanız, belki bu kitabı bile yazmazdınız. Bu kitabı neden yazdığınızı merak ediyorum. İnsanlara ne anlatmak istediniz?
Aslında kitabı neden yazdığıma dair virgül koymadan bir şeyler söylemek istemiyorum. Çünkü herkes kitabı okuduğunda ne alıyor, ne hissediyorsa o. Ama “Bir de bu açıdan bakın”, “Seviyorsan paylaş bence”, “İlla ki büyük kahramanlar hanesine yazılmamız gerekmiyor, küçük şeylerle de değişim yapılabilir” gibi düşüncelerim vardı yazarken… En çok da biriktirdiğimi dökme isteği. Çünkü ben pozitif biri de olsam bu kitabı yazarken ilk defa şikâyet ediyorum gibi gelmişti. Samimiyetsizliklerimizden, kötülüğümüzden, sahteliklerimizden, kötü adam sevdamızdan, vasat severliğimizden, dik duranlara sahip çıkamayışlarımızdan, kendi işsiz kaldığım dönemden ya da babamın hastalığından söz ettim. Gerçek iyilikleri küstürmemizden şikâyet ettim. Ama kitap yayınlanır yayınlanmaz o kadar pozitif tepki geldi ki… Yüzlerce kişi “Bana çok iyi geldi”, “Arkadaşlarıma da hediye aldım” diyordu, diyor… Sanırım bu durumu da en çok edebiyat eleştirmeni-yazar-editör Semih Gümüş’ün şu cümlesi aydınlatıyor. “Mutsuzluğu mutluluk aşılayan bir dille yazılmış yazılar bunlar…”
İki kere dergiye, gazeteye, internet sitesine görüş veren profiline gazeteci yazıyor. Ünlüler ünlülerle daha kolay buluşup konuşabiliyor, hem para da istemiyorlar, hem güzel de poz veriyorlar, hem takipçileri yazı da paylaşır ve bunun gibi nedenlerle köşeleri, röportajları şöhretlere verdik.
“Bir işin gerçekten iyi yapanını değil, ünlüsünü seviyoruz,” demişsiniz. Ama iyiden de haberimiz olması için, bir şekilde duymamız yani popüler olması gerekiyor. Ünlülük kötü bir şey mi? Ya da şöyle söyleyeyim, bir kitap/film/dergi vs. çok fazla popüler olup, ünlenince değerini mi kaybettiğini düşünüyorsunuz? Öyleyse neden böyle?
Şöyle, ben şahsi olarak ünlülüğü kötü bir şey olarak görmüyorum, aksine iyi şeylerin ünlenmesini de destekliyorum. Hatta son birkaç yıldır yapmaya çalıştığım şey bu; iyiyi paylaşmak, sıradanın ya da vasatın yerine iyinin, gerçek iyinin popüler olmasını, çok konuşulmasını, görülmesini istemek. Ben köşemi de, sosyal medya hesaplarımı da çok net bunun için kullanıyorum. Vasatın, vasat altının fazlasıyla kabul gördüğü, popülerin bu olduğu bir çağda da gerçekten işini iyi yapanın geride kalmasını doğru bulmuyorum. Kolaycılığımızı sevmiyorum. Kırmızı ipe boncuk takana da “Tasarımcı” demeyiverelim artık. Dünyada bu böyle ama bizdeki had safhasında. Ünlü yazar, ünlü oyuncu, ünlü gazeteci bizde çok… (Bu arada gerçek ünlülerin başına bence “ünlü” sıfatı konmaz da… Ünlü şarkıcı Madonna demiyoruz artık, mesela.) Bizde öyle seviyedeki kişi önce bir şekilde adını duyuruyor, sonra ona iş ve ürün bulunuyor. Normalde yaptığımız işlerle, o işlerin başarısıyla ünlü olmamız daha makbul geliyor bana… Her şey bir yana, gazetecilik misal… İki kere dergiye, gazeteye, internet sitesine görüş veren profiline gazeteci yazıyor. Ünlüler ünlülerle daha kolay buluşup konuşabiliyor, hem para da istemiyorlar, hem güzel de poz veriyorlar, hem takipçileri yazı da paylaşır ve bunun gibi nedenlerle köşeleri, röportajları şöhretlere verdik. İyi editörlerin, gazetecilerin çok olduğu bir yerde koca gazetede bir kişi “olur” idi, Şimdi “Ben gazeteciyim” diyen imla ve etik yoksunu ve hâlâ gazetelerden ücret istemeyen onlarca kişi var. Çünkü onlar için de bir vitrin. Demek bunu hakkediyor halk, bunu hak görüyoruz. Ben şahsi olarak böyle şeye küsmem, ünlü diye yazdırılan insana gıcık olmak da haksızlık, ona ne. Ama küskün olabilecek yüzlerce işsiz gazeteci, yazısına telif istediğinde küfür etmiş muamelesi gören yüzlerce kişi sayabilirim.
İclal Aydın vesile olmuş kitabınızın çıkması için… Nasıl gelişti o süreç? O olmasaydı da bu kitabın hazırlıklarını yapıyor muydunuz, yoksa fikirden sonra mı toparladınız?
Başka kitap projelerim vardı ama bambaşka türlü şeyler. Yani İclal olmasaydı böyle bir şey düşünüyor değildim. Ben fazla mükemmeliyetçi bir tip olduğum için niyetim yoktu. Zaten yazım sürecinde de birkaç bıraktım. Sevdiğim bir yazarı okuyorum arada “Yahu bu adam da yazar, ben de yazı yazıyorum” deyip deyip duruyordum. İclal tersine ikna ediyordu. İclal çok okuyan biri; kitap, gazete, merkezde olmayan mecralara yazdığınız yazılar… Biz yüz yüze tanışmazken bile beni okurdu; Milliyet’te, Habertürk’te, Akşam’da, yazımı ya da yaptığım gazeteyi beğendiğinde hep paylaşırdı. Bir gün beni spesifik bazı yazılarımı anarak aradı “Bunlar kitap olmalı. Herkes okumalı. Kendimi, birilerine senin yazını anlatırken buluyorum ama bir orada yazmışsın, bir burada. Bir araya gelmeliler” diye ısrar etti. Ben de yayımlanmış yazıların kitap olması taraftarı değilimdir pek, “Tamam” dedim, “Senin istediğin bazı yazılar olsun, gerisini de yeni yazayım”. 1 Mayıs’ta Instagram’a bir şey yazmıştım, her kesimden insanların benimle aynı derdi paylaştığını gördüm. 2 Mayıs’ta ilk görüşmeye gittiğimde de adı “Bütün İyiler Biraz Küskündür” olsun mu dedim. İclal ile Artemis Yayınevi’nin Genel Yayın Yönetmeni Ilgın (Sönmez) de pek sevdi. Sonra bir mesaja, merkeze, ruha kavuştukça da gerisi kolay oldu. 10 kadar eski yazılardan var, 45 yazı kadar da revize edilmiş ya da tamamen yeni…
İlk kitap heyecanını anlatır mısınız biraz? Çıktıktan sonra ne hissettiniz mesela? Hiç kötü bir yorum aldınız mı?
Manyak bir şey! 22 senedir büyük gazetelerin önemli yerlerinde çalıştım, televizyon programı yaptım, köşe de yazdım, yöneticilik de yaptım. Yani “Aman bir kitabım da olsun” falan biri değilim, yapım öyle değil, onu anlatmaya çalışıyorum. Ama ne harika bir şeymiş anlatamam. Çok mutlu etti bu kitap beni. Çok! Yeniden doğmuş gibi oldum, çok içten mutluluklar yaşadım, yaşıyorum. Tabii bunda, kitabın gördüğü tepkinin etkisi çok büyük. Kitap daha 2’nci haftasında Remzi Kitabevi’nde, sonra da D&R’da ‘Çok Satanlar’a girdi. İlk 40 gününde 13 baskı yaptı. İki aydır hiç bir iş yapmadan insanların mesajlarına yanıt veriyorum. Müthiş heyecan verici, beni anlayan, kitabın onlara iyi geldiğini söyleyen mesajlar attılar, atıyorlar insanlar bana… Kitabı yüzlerine koyup fotoğraflar çektiriyorlar ki, yüzlerce böyle fotoğraf oldu. Kim sevinmez? Bir de ‘Çok Satan’ bir kitap olmak bir yana ‘Çok Anlaşılan’, ‘Çok Sevilen’ bir kitap olduğunu düşünüyorum. Edebiyat eleştirmeni Semih Gümüş’ün bana yanıtlamam için yorumlarıyla birlikte sorular attığı gece ya da ilk kitap posterini gördüğüm o sabah, imza günüme gelen insanlar… Allah herkese kitabıyla, o olmaz çocuğuyla, işiyle, aşkıyla böyle saf mutluluklar yaşatsın. Öyle güzel bir şey….
Yazdıkça yazası geliyor mu insanın, ikinci kitabın hayalini kurmaya başladınız mı?
Yazarken öyleydi, zor bıraktım. Hatta kitabı teslim edip tatile gittim; orada da yazdım. Editörümüz Yeliz Üslü ile birlikte İclal’i ikna edip onları da koyduk. Ama şimdi hiç o halim yok maalesef. İkinci bir kitap düşünmüyordum ama bitiren “Yenisini yazın” diye mesaj atıyor. Bu kitap son yılların birikmesi, azıcık da isyanıydı; ondan da çok kolay ve samimiyetle yazdığımı düşünüyorum. Ama sonraki kitap ne olmalı onu bilemiyorum. Yani ne yazmalıyım ki bu kadar içten olsun; bilemiyorum henüz.
Çok samimi ve meraklı bir dille yazılmış kitap. Okuyan herkesi de meraka sürüklüyor. Bu yüzden “gazetecilik” iç güdüsüyle yazılmış olduğu çok açık. Yine bu içgüdülerle cevaplayacak olsanız, Türkiye’de gazetecilik hakkında fikirleriniz neler?
İnsanlar oradaki gazetecilik kafasını, hatta editör bakışını görüyor ve ben bundan çok mutlu oluyorum. Teşekkür ederim. Türkiye’deki gazetecilik hakkında bayaaaaa uzun konuşmak gerekir. Sanırım çoğu kişinin bildiği şeyler. Gazeteler gazeteci olmayan insanlarla dolu, kalabilen gazeteciler de evrim geçirdi bir şekilde. Bu dönemin gazeteleri insanı hadım ediyor bence… Güdülerini kaybetmeden, azaltmadan, “Onu görmeyeyim, buna bakmayayım, şuna karışmayayım” diyerek, hele de bu derece diyerek gazetecilik yapılmaz. Tabii ki hem bugün hâlâ iş sahibi olan, hem de işsiz çok, çok, çok iyi gazeteciler var ama işlerini yapamaz haldeler. Yapsalar yayınlayacak gazete sayısı kaç? İnternet siteleri, orada yapılan gazetecilik, zor da olsa biraz olsun umut verici, yarar sarar nitelikte. Ama kendimizi köreltmememiz lazım. Ben yapıyormuş gibi yapmaktansa alan değiştiriyorum kendi çapında, başka uzmanlıklara çalışıyorum, yazı yazma pratiğimi kaybetmemek için aktif kalıyorum. İşsiz ya da sigortalı bir yerde çalışmayan arkadaşlarımız hakkında konuşulurken “Eski gazeteci” lafına da büyük ayar oluyorum. Gazetede maaşlı çalışırken bile gazeteci olmayan çok. Oysa iyi gazeteci hiç eskimez, her yerde gazetecidir. Çalıştığı hastaneden ayrıldığı anda eskiyen bir doktor görmedim ama bizim meslekte maalesef öyle…
Bu dönemin gazeteleri insanı hadım ediyor bence… “Onu görmeyeyim, buna bakmayayım, şuna karışmayayım” diyerek, hele de bu derece diyerek gazetecilik yapılmaz.
Gazetecisiniz, bir gazeteye dönmek/belki yayın yönetmenliği yapmak gibi hayalleriniz var mı?
Var ama yok:) Şu ortamda durup dururken o hayali kuramıyorum. Çünkü öyle bir yer görmüyorum pek. Şu gün de yaptığım bir haber ya da yazdığım bir yazı, sosyal medya, internet sağolsun kitlesini bulabiliyor. Ama benim gibi tipler için basılı her zaman başka. Bir de ben çok fikirciyimdir. Allah için kendimi her konuda pohpohlamıyorum inanın ama haber fikrini, ilginç konuyu bulmakta, okumakta çok iyiyimdir. Bugün de çok şey görüyorum ama onları uygulamak için tek başına olmak yetmiyor, ekip olmak gerekiyor. Ben hafta sonu eki yaparken çok güzel işler yaptık; hakikaten çok eğlenerek, öğrenerek ve öğreterek… Farklı, yankı bulan, imrenilen, bir şeyler değiştiren, muhabiri yıldızlaştıran, bizi mutlu eden işler. Ama yapabiliyorduk, iyi bir ekiptik. Yine olsa yine deli gibi isterim. Kimlerle neler yapmak istediğim bile kafamda… Bu dergi de olur, hafta sonu eki de… Ama ortam iyice gergin. Birine “Ketçap var mı?” diyorsun “Hardal sevmeyen ölsün” diye bağırıyor; e böyle bir dönemde her türlü sorumluluk, yöneticilik zorlaşıyor. Değen bir şey olsun, sıradan olmayan bir şey; çok isterim. Sözcü/Şık’tayken de sadece köşe yazarıydım 2 sene. Ve açıkçası sadece köşe yazdığım dönemi de çok sevdim. Yeniden köşe yazmak da istiyorum aynı konseptte. Bugünler bizi yiyip bitirse de, bunlar da geçecek; belki olur…