Genel

Dünya Bankası beni niye öptü?

Yazan: [email protected]

Nıvart Taşçı Dünya Bankası, sanayi altyapısını çevreyle uyumlu teknolojilerle değiştirmek isteyen ülkelere “iklim kredileri” dağıtmaya hazırlanıyor. Türkiye’nin son 25 yılına “yapısal uyum politikalarıyla” damgasını vuran Dünya Bankası’nın kredileri, Kyoto Protokolü’nün bitiş tarihi olan 2012 sonrasını ve gelişmekte olan ülkeleri hedef alıyor. Bütün dünyayı ilgilendiren iklim sorunun çözümünde yer almanın kaçınılmazlığını anlayan ve kısa bir süre […]

Nıvart Taşçı

Dünya Bankası, sanayi altyapısını çevreyle uyumlu teknolojilerle değiştirmek isteyen ülkelere “iklim kredileri” dağıtmaya hazırlanıyor. Türkiye’nin son 25 yılına “yapısal uyum politikalarıyla” damgasını vuran Dünya Bankası’nın kredileri, Kyoto Protokolü’nün bitiş tarihi olan 2012 sonrasını ve gelişmekte olan ülkeleri hedef alıyor. Bütün dünyayı ilgilendiren iklim sorunun çözümünde yer almanın kaçınılmazlığını anlayan ve kısa bir süre önce Kyoto Protokolü’ne taraf olacağını açıklayan Türkiye de artık konuyla ilgili müzakerelerin bir parçası olacak.

Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) kapsamında düzenli aralıklarla gerçekleştirilen Taraflar Konferansı’ndan sınırlı sayıda ülkenin devlet başkanlarını bir araya getiren üst düzey zirvelere kadar, tüm görüşmelerin ana gündem maddesini Kyoto Protokolü’ne alternatif olacak anlaşmanın koşulları ve iklim kredileri oluşturuyor. Bu görüşmeler kimi zaman doğrudan emisyon hedeflerinin tartışıldığı teknik bir çerçevede ilerlerken, bazen de 13 Haziran’da sona eren son UNFCCC toplantısında olduğu gibi, emisyon kısıtlamalarının ekonomik alt yapısının adeta dayatıldığı bir taraflar savaşına dönüşüyor. Gelişmekte olan ülkelerin, Dünya Bankası kapsamında oluşturulacak “iklim fonları” sayesinde sanayileşmiş ülkelerin iklim yatırımı sömürgelerine dönüşmemek için verdiği sözlü mücadele, bu savaşın tipik bir örneği olacağa benziyor.

Yeni protokolü ABD de imzalıyor

Bugüne kadar Kyoto Protokolü’nü 180 ülke imzaladı. Protokolün ana amacı, fosil yakıtların kullanımından kaynaklanan ve sıcaklık artışlarına neden olan sera gazı emisyonunun azaltılmasını sağlamak. Protokol, emisyon salınımından en fazla sorumlu olan 37 ülke için, diğer 143 ülkeden daha büyük yükümlülükler getiriyor. Bu 37 ülkenin, 2008-2012 arasında sera gazı emisyonlarını 1990’daki düzeyinin yüzde 5.2 altına çekmesi gerekiyor.

2012’den sonra Kyoto’nun yerine geçecek yeni protokolün, Aralık 2009’da Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da imzalanması bekleniyor. Yeni anlaşmada, gelişmekte olan ülkeler de emisyon kısıtlama sorumluluğunu paylaşacak. Bu anlaşmaya atmosferdeki CO2 düzeylerinin yaklaşık dörtte birinden sorumlu olmasına rağmen Kyoto’yu imzalamayan ABD de taraf olacak. Anlaşmanın koşulları henüz belirlenebilmiş değil fakat Kyoto’nun hedeflerine yaklaşmak konusunda en fazla çabayı gösteren AB ülkeleri şimdiden 2020 hedeflerinin emisyonları yüzde 20 azaltmak olduğunu açıkladılar. Diğer sanayileşmiş ülkelerin işbirliği yapması halinde bu oranın yüzde 30’a çıkartılacağı bildirildi.

Japonya İmparatoru Yasuo Fukuda, ülkesinin neden olduğu sera gazı salımını 2050’ye kadar yüzde 50 oranında azaltabileceğini açıkladı. Bu noktada devreye giren soru, sanayileri büyük ölçüde fosil yakıtlarına dayanan ülkelerin emisyon kısıtlamasına gitmek için hangi yöntemlere başvuracağı. Ve daha da önemlisi gelişmekte olan ülkelerin iklim mücadelesine ne şekilde dahil olacağı. Sorunun ikinci kısmının yanıtı Dünya Bankası’nın “iklim fonlarında” yatıyor.

İklim vurgunu

Dünya Bankası’nın, iklim değişimiyle ilişkili faaliyetlerin finanse edilmesi için, İklim Yatırım Fonları (CIF) adı altında oluşturmayı planladığı fonlar, Kyoto Sözleşmesi’nin süresinin biteceği 2012 sonrasını hedef alıyor. Fonlar, “gelişmekte olan ülkelerde karbon salımlarını azaltacak teknolojilerin hayata geçirilmesi için gerekli mali yardımın sağlanmasını” amaçlıyor.

Fonlarla ilgili görüşmelere 2007 sonunda başlandı. Sadece ABD, İngiltere ve Japonya’nın katılımıyla kapalı kapılar ardında sürdürülen toplantıların diğer gelişmiş ülkelere açılması 2008 Mart’ını buldu. Fonların oluşturulma sürecinde tamamen dışarıda bırakılan sivil toplum kuruluşlarının ve gelişmekte olan ülkelerin görüşlerine ise ancak Mayıs’ta başvuruldu. O ay Almanya’da gerçekleştirilen Dünya Bankası toplantısında 40 ülkenin altına imza attığı bir anlaşmayla iklim yatırım fonları oluşturulması kararı resmiyet kazandı.

Anlaşmaya göre Dünya Bankası bünyesinde üç fon oluşturulacak. 5-10 milyar dolarlık Temiz Teknoloji Fonu (CTF), 300-500 milyon dolarlık Orman Yatırımı Fonu ve 300-500 milyon dolarlık Pilot Uyum Fonu. Ayrıca, Stratejik İklim Fonu ile daha özelleşmiş projelere kaynak sağlanacak. Düşük karbon salınımı sağlayacak teknolojilere geçişin hızlandırılması ve teknoloji geçişinin serbest piyasa ekonomisini sarsmayacak şekilde gerçeklemesi amacını taşıyan bu fonlar krediler halinde dağıtılacak.

UNFCCC’nin son toplantısına da konu olan iklim kredileri Avrupalı liderlerden, Japonya’dan ve kuşkusuz ABD’den büyük destek görüyor. Nitekim AB ülkeleri ve Japonya’nın gelişmekte olan ülkelere doğrudan ödeme yapmak yerine, kaynağını özel sektörden alacak ticari yatırımlar yapma fikrini destekledi. Ve Maliye Bakanları Zirvesi’nde, aralarında Fransa, İngiltere, Kanada ve Japonya’nın bulunduğu 8 sanayileşmiş ülkeye 10 milyar dolarlık iklim fonu yatırımı çağrısı yaptı. Gelişmekte olan ülkelerin “temiz teknolojilere” yatırım yapmak üzere Batı’dan talep ettikleri destek baki. Diğer yandan bu ülkeler, her sanayi sektörü için farklı bir emisyon hedefinin belirleneceği, kimi sanayi kollarının emisyon kısıtlaması olmayan ülkelere kaydırılacağı böyle bir kredi planına sıcak bakmıyor. Peki neden?

“Dünya Bankası’na verilen yetki yanlış”

Fon sistemine göre, patentlenmiş bir temiz enerji teknolojisini kullanmak isteyen ülke, Dünya Bankası’ndan “geri ödemeli” iklim kredisi alacak. Aslında Kyoto Protokolü’ne göre gelişmekte olan ülkelerin emisyon azaltımı için ihtiyaç duydukları mali kaynağın gelişmiş ülkeler tarafından karşılanması yasal bir zorunluluk olarak tanımlanıyor. Zaten Çin ve G77 ülkelerinin (gelişmekte olan ülkelerin ekonomik çıkarlarının korumak üzere kurdukları birlik) en fazla tepki gösterdikleri nokta, fonun varlığı değil, ödemelerin kendilerini Batılı ülkelere borçlu duruma sokacak biçimde düzenlecek olması. İklim fonları bu haliyle kabul edilirse gelişmekte olan ülkeler, tarihsel sorumluluk taşımadıkları sera gazı birikimlerini azaltmak uğruna gelişmiş ülkelere bir kere daha borçlanacak. Yani diğer bir deyişle ekonomik bağımlılıkları devam etmiş olacak. Dünya Bankası’na böylesi bir yetki verilmesinin yanlış olduğu ve kredi uygulaması yerine doğrudan ödeme yapılması gerektiğini savunan STK’lar da fonların UNFCCC bünyesine aktarılmasını talep ediyor.

Yeni uygulamanın gelişmekte olan ülkeler açısından can sıkıcı olan bir diğer yanıysa, kullanılmak istenen teknolojilerin uygunluğuna “parayı verenin”, yani krediyi dağıtacak kurumun karar verecek olması. Dünya Bankası veya bağlı kuruluşlar, kredi talebinde bulunan ülkenin emisyon azaltımı sağlayacak yeterliliğe sahip olup olmadığını kontrol edecek. “Makroekonomik istikrar düzeyine” göre belirlenecek kredi kararı, gerekli görüldüğünde bir takım yapısal ve ekonomik reformlar karşılığında temin edilebilecek. Sonuçta gelişmekte olan ülkelerin karşı karşıya olduğu tablo; azaltılması gereken emisyonlar, emisyonların azaltılması için hayata geçirilmesi gereken teknolojiler, bu teknolojileri karşılamak için alınması gereken borçlar ve bu borçların alınabilmesi için uyulması gereken “ucu açık” bir takım yapısal ve ekonomik reformlarla dolu.

Türkiye, dünya birincisi

Ülkelerin küresel ısınmaya neden olan sera gazlarını azaltma pazarlıkları son hızla devam ederken, bu konuda en istekli grubu oluşturan AB ülkelerine ilişkin son veriler, üretilen iç politikaların yetersizliğini gösteriyor.

Avrupa Çevre Ajansı’nın (EEA) 18 Haziran’da yayınladığı rapor, sera gazı kısıtlamasına evsel tüketimi kısarak gitmeyi planlayan Avrupa’nın Kyoto Protokolü hedeflerine ulaşmak için daha fazla çaba göstermesi gerektiğini kanıtladı. Rapora göre Avrupa genelinde sera gazı emisyonları bir yılda sadece yüzde 0,3’lük azalma gösterdi. Oysa AB ülkeleri kısa bir süre önce 2020 emisyon hedeflerini 1990 düzeylerinin yüzde 20 altına çekmek olduğunu, diğer sanayileşmiş ülkelerin işbirliği yapması halinde bu oranın yüzde 30’a çıkartılacağını bildirmişlerdi.

Emisyon düzeyinde sağlanan bu küçük düşüşün uygulanan politikalardan değil ortalama sıcaklık artışlarına bağlı olarak insanların daha az yakıt kullanmasından kaynaklandığını belirten STK’lar hükümet yetkililerine uzun vadeli enerji politikaları üretme çağrısı yaptı. Taşıt kullanımına bağlı sera gazı salımı yüzde 0,7 artan Avrupa ülkeleri, Kyoto ile belirlenen hedefin hala yüzde 7,7 gerisinde.

Durum Kyoto’yu henüz imzalamamış olan Türkiye açısından da pek parlak gözükmüyor. Kişi başına düşen sera gazı ortalaması bakımından AB ülkelerinin çok gerisinde yer almakla birlikte Türkiye, en çok sera gazı üreten ülkeler sırlamasında 13. sırada yer alıyor. Sera etkisi yaratan gaz salımı artış oranlarıyla ilgili Birleşmiş Milletler raporlarına göre, Türkiye 1990-2004 arasında yüzde 72,6 artışla 39 ülkeyi geride bırakarak birinci sıraya yerleşti. Salınan sera gazı miktarını 170 milyon tondan 357 milyon tona çıkardı ve yüzde 110 artışla rekor kırdı. Tüm bu artışa rağmen Türkiye’nin Kyoto Protokolü’ne atacağı imza, 2012’ye kadar herhangi bir yükümlülük getirmiyor. Öte yandan bu tarihten sonrası için şimdiden siyasal ve endüstriyel düzeyde hazırlıklara başlanması, emisyonların düzenli biçimde raporlanacağı kayıt sistemlerinin kurulması gerekiyor.

Yorum yazın