Bilge Egemen
Brüksel’de güzel bir bulvarda dev gibi bir apartmanda oturuyor. Bir sürü daireli. Komşularından muhtemelen hiçbiri, üç aşağı ya da beş yukarı katta bir dâhinin oturduğunu bilmiyor. Çünkü İdil Biret evinde sessiz piyanoda çalışıyor. Tuşlar dilsiz. Tek tek bütün notalar, tuşlara bastığı anda sadece onun beynine özel, olağanüstü senfoniler oluşturuyor.
İzleyen biri deli sanabilir. Ama kadın dâhi. Çünkü:
1) İki buçuk yaşında sesleri tanıyıp, tek parmakla melodiler çalmaya besteler yapmaya başlamış.
2) Dört yaşında hiçbir eğitimi olmadığı halde Bach’ın prelüdlerini sadece bir-iki dinleyişte armonileriyle eksiksiz çalabiliyormuş.
3) Chopin’in bütün tüm piyano eserleri, Beethoven’ın tüm senfonileri, Brahms ve Rahmaninof’un bütün piyano eserlerini kayda geçirebilen dünyadaki ilk piyanist.
GEÇMİŞ: Annesi Ankara’da onu pusetle sokakta gezdirirken karşılaştıkları yabancı müzik profesörleri (konservatuardan), başka başka ülkelerin müziğe meraklı elçilik görevlileri, “Bu mu o dahi çocuk?” diye şaşa, inanmaya sorarlarmış. Muhtemelen o en çaresiz ve yardıma muhtaç, ağzına kaşığı dayamasan aç kalıp ölecek bebek hallerine bakıp. Sonra da eve onu dinlemeye gittiklerinde “Korkunç!” diyenler, ağlama krizlerine girenler, “Mucize!” diye bağrışanlar normal karşılanmaya başlanmış.
BUGÜN:Her ne kadar Moda ve Paris’te küçük birer evi, hayatının büyük kısmı dünya konserlerinde geçiyor olsa da, 11 yıldır eşi Şefik Büyükyüksel’in işi dolayısıyla (bir havayolu şirketinde üst düzey yöneticiyken emekli olmuş) Brüksel’de yaşıyor. Ve fakat kendisini en rahatlatan, evindeymiş gibi hissettiren yer ne İstanbul, ne Paris, ne de Brüksel. Ait olduğu tek yer: Dünya. Kendisi böyle söylüyor.
GEÇMİŞ: O zamanlar ne internet var, ne de cep telefonu. Dünya ağır çekimde dönmekte. Çocuk İdil Biret’in bir “mucize” oluşu fısır fısır kulaktan kulağa ama ışık hızıyla yayılıyor. Amerika’dan dinlemeye gelen ve yüz bin dolar karşılığında dünya turnesi teklif eden önemli müzisyenler mi istersiniz? Yoksa derhal tüm masraflarını karşılayıp Kanada’da bir okula davet edenler mi? Bütün bunları kendisi değil annesi Leman Hanım anılarında (1988’de ölümüyle anıları yarım kalmış) ve yazar Prof. Dominique Xardel “Dünya sahnelerinde bir Türk piyanist: İdil Biret” adlı kitabında (Türkçeye de çevrildi) anlatıyor.
BUGÜN:Kendisi sadece edebiyat, tarih, müzik, sinema ve sanatla ilgili konuşuyor. Rusça öğreniyor. Sırf o sevdiği yazarları şu ölümlü dünyadan gitmeden kendi dillerinde okuyabilmek için. Ulaştığı düzey henüz Dostoyevski’ye yetişememiş. Yetişir.
Ve aslan yatağından belli olur. Evi ruhsatlı ve tasdikli bir müze gibi. Kitaplar, plaklar, duvarlarda asılı değerli resimler. Şu duvarda Jean Cocteau çaprazında Foujita’lar… Karşı duvardan Lizst, karakalem resminden bakıyor. Altında ölmeden bir yıl önce attığı imzasıyla.
Üstelik bunları toplamak için bilmem kaç bin dolarlar harcamamış. Büyük çoğunluğu antika fuarlarında ya da bit pazarlarında üç, beş birime çatır patır önüne dökülmüş. Görmek var, görmek var. Bir de onun için bir şeyin değerli olması için tek neden var: Güzellik. Bu, sokağın duvarına çizilmiş bir grafiti de olabilir.
GEÇMİŞ: Günlerden bir gün yine dört yaşındayken ailesinin onu da (dinleyici olarak) götürdüğü bir konserde seyirciler arasında dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü de vardır. Fısıltılar o esnada İnönü’ye ulaşır. Apar topar anlık bir kararla altına notalardan yastık yapılarak ve kucaklanarak piyanonun önüne oturtulur. Sanki sahnelerin tozunu yutmakta olan kırk bin yıllık bir piyanist gibi başlar tuşlara dokunmaya… Gerisi Leman Hanım’ın anılarından:
“Bach’ın ‘Clavecin bien tempéré’sinden do major prelüdü bir solukta çalıverdi. Arkadan do minör prelüd… Salonu yıkacakmış gibi kopan şiddetli alkışları katiyen yadırgamıyor… Bu sanki onun ezelden beri yaptığı bir iş. Masa başında yemeğini yiyor ya da oyuncaklarıyla oynuyor gibi en tabii bir durumda. Üçüncü parça olarak Beethoven’ın op. 49 sonatından bir menuet çaldı. Bir ara alkış ve bravo seslerinden o kadar heyecanlandık ki, belki bu hissin onda da belirebileceği düşüncesiyle artık yeter diye aşağı inmesini istedik.”
İlk derslerini Mithat Fenmen’den alır. 1948’de 7 yaşındayken TBMM sırf ona özel “İdil Biret Yasası” diye bilinen yasayı çıkarır. Yollanır Paris’e. Sonu bilinmez bir maceranın göbeğine.
BUGÜN:Brüksel aslında biraz tatsız tuzsuz. İnsanlar muhafazakâr ve içe dönük. Ya gözler kırpılmadan yıkılmış o güzelim tarihi binalara ne demeli? Tamam, bu bir dünyasal alışkanlık. Zaten Brüksel olarak Belçika içinde yer alma tarihi de çok yeni: 1831. Bu Avrupa tarihi için nedir ki?
İdil Biret: “Georges Simenon’un kitaplarını okudunuz mu? Biraz karanlıktır ama Belçika’yı anlatışı doğrudur. Bütün bu turistik bira, dantel ve çikolatalar burjuvazinin iyi yaşantısına çok iyi örnektir aslında. Evet, insanlar evlerinde konfor severler. Dışarıda vakit geçirmezler. Ama buna rağmen her zaman içlerinden otorite ve burjuvaya karşı bir şeyler çıkarırlar. Şarkıcı Jacques Brel gibi.”
Ama lütfen geçelim tüm bunları. Onu Brüksel’de her şeye rağmen tutan, tartışmasız tek bir şey var. Kraliyet Güzel Sanatlar Müzesi’ndeki Brugel’in “İkarus’un Düşüşü” tablosu. Sırf bu tabloyu kendisine yakın kıldığı için Brüksel’de yaşamayı seviyor. Bu tablo onun oksijeni, suyu. Böyle benzetmeleri sevmese de tablo ona Mozart’ın en güzel eserlerini hatırlatıyor. Defalarca karşısına geçip onu bütün hücrelerine kadar sindirebilmek için (her hücrede bir İkarus’un Düşüşü mümkünse) kopyasını yapmaya çalışmış. Sonunda bitirdiğinde yırtıp atmış.
İkarus “uçmak” gibi büyük projeler peşinde. Bir tepenin üzerine çıkıp bırakmış kendisini. Suya tepetaklak girdiği sırada sadece havada kalan bacakları gözüküyor. Bul bulabilirsen tablonun içinde bu bacakları. Zaten tablonun içindeki hiçkimse de İkarus’u fark etmiyor. Koyunlar kafasına göre takılıyor. Çiftçi işine gücüne bakıyor… Gündelik hayat, büyük projeleri acımasızca ezip geçiyor.
GEÇMİŞ: Yıl 1949. Fransız Radyosu 8 yaşındaki İdil Biret’le röportaj yapıyor.
– Eğer burada olsaydı, şu anda anneannenize ne söylemek isterdiniz?
– Büyükannecim nasılsınız? Ben çok iyiyim. 10 aydır burada çalışıyorum. Havalar çok güzel. İstanbul’da kar yağıyormuş…
– Burada büyük müzisyen Nadia Boulanger ile çalışıyormuşsunuz…
– Evet.
– Bu alanda ilerlemeler kaydetmek ve konserler vermek istiyor musunuz?
– Umarım.
–
Paris’e geldikten sonra asrın en büyük piyanistleri Wilhelm Kempff ve Alfred Corto ile çalışmış. Nadia Boulanger gözetiminde 15 yaşında Paris Konservatuarı’nı birincilikle bitirmiş. Beş kıtada dünyanın en büyük orkestra ve şefleriyle iki bini aşkın konser vermiş.
İdil Biret yüzlerce orkestra eserini belleğinde taşıyan yeryüzündeki ender insanlardan.
BUGÜN:Kraliyet Güzel Sanatlar Müzesi’nden çıktıktan sonra hedef bitpazarı. Yerde karşılaşılan ilk resimlerden biri de “İkarus’un Düşüşü”nün kötü bir kopyası. Sırf satıcıyı sempatik bulduğu için iki Euro’ya başka bir resim alıyor. Bir de koleksiyonu için birkaç renkli bardak. Bugün bitpazarı çok şey sunamadı.
Bu arada başka iki koleksiyonu daha var evde: Kediler ve mavi beyaz porselenler. Kediler maalesef canlı değil. Dünyanın dört bir yanında konserler verirken nasıl baksın ki bir kediye? Kediler ya yastık olmuş ya biblo ya da resim. Her biri tip, tip. Şişmanı, zayıf ve bakımsızı…
Brüksel’deki meydan Grande Place, işeyen minik heykel Manneken Pis, Wiertz Müzesi (ressamın resimlerini her ne kadar karanlık bulsa da tabloların devasalığını seviyor) Brüksel’de seçtiği diğer duraklar oluyor. Tabii bir de meşhur birahane: A La Morte Subite, yani Ani Ölüm Kahvesi.
Beyine oksijen gitmesinin çok mühim olduğunu bu yüzden bol bol yürüyüş yaptığını söylüyor. Gidilecek yer uzaksa, belediye otobüsüne biniyor. Bazen otobüste ya da herhangi bir yerde bulduğu küçücük bir sessizlikte çalışıyor. Dizlerinin üzerinde çaktırmadan hareket eden parmaklarına bakıp, anlamak mümkün. O sırada yine notalar sadece onun kafasının içinde uçuşuyor.
Dünya duruyor.
DÜN, BUGÜN VE GELECEK: Waterloo’da bir kır kahvesi:
— Çocukluğunuz nasıldı? Çok disiplinli bir hayat… Mutlaka çok çalışmak gerekiyor… Sizden beklentiler var. Yani hiç sıkıldığınız olmadı mı?
— Tabii çocukken ben de oynamayı tercih ederdim. Zaman zaman yaptım öyle şeyler, yaramazlıklar… Tabii eğlenmeniz, tuz, biber ekmeniz lazım. Yoksa sıkılırsınız hayattan…
Gençliğinde ideali Tibet ya da Sibirya’ya kaçmakmış. Ne idealini gerçekleştirmek ne de konser vesilesiyle bu iki yere de gitmek henüz kısmet olmamış. Ama hâlâ günlerden bir gün Tibet ve Sibirya’yı görmek istiyor.
Ve iyi ki doğduğu evde anneannesinin (çat pat çalıyor olsa da) bir piyanosu varmış. Saç teli üzerinde yapılan bir dans olarak düşünürsek hayatı, o piyano o evde olmasaydı, belki de İdil Biret’in erken yaşlarda bir müzik dehası olduğu anlaşılamayacaktı. Saç telinin öteki tarafına düşüp, bambaşka sularda akacaktı.
İki gündür Brüksel sokaklarını aşındırdı. Hava kararıyor. Az sonra evine dönecek. Gece yarısı oturacak sessiz piyanosunun başına. Başlayacak kafasında müthiş senfoniler çalmaya. Ve komşular o sırada üç kat aşağı, beş kat yukarılarında bir dâhinin tek tek biraraya getirdiği notalardan habersiz, mışıl mışıl uyuyor olacak.
Afrika’da bir yerde hiç anlayamadığım bir seyirci önünde konser veriyorum. Müzikle ilgili olmadıklarını hissetim. Herkes konuşuyor. Çocuklar ortalıkta koşuşturuyor. Ben çalmaya başlayınca insanlar gülmeye başladılar. Bana da sirayet etti. Gülmeye başladım. Ama sonra kızdım. Çünkü susmaları lazım. Ayıp olduğunu kabul ediyorum. Yerimden kalkıp “Şşşşşt!” diye yüksek sesle bağırdım. Çok korktular. Sonra ben de bu yaptığıma çok üzüldüm. Meğer konser başlamadan önce kapının önünden geçenleri zorla içeri alıp, kapıları kilitlemişler.
Bir defasında da bir baktım her parça bitiminde insanlar çıkıyor. Başkaları giriyor. “Konseri mi beğenmediler?” diye düşünüyorum. Daha önce dünyanın hiçbir yerinde böyle konserin orta yerinde girip çıkanlarla karşılaşmamışım. Sonradan anladım ki her parçaya ayrı bilet satmışlar. http://www.cnnturk.com/VIDEO/index.asp?pn=1&prid=1033