Osmanlı İmparatorluğu’nun son yılları, Cumhuriyetin kuruluşu ve bu temelli bir milli devletin teşekkülünü anlamak bakımından oldukça önemli bir süreci ifade ediyor. İmparatorluğun bütünlüğünü korumaya dönük birtakım politikalar önerilirken bunlardan en öne çıkanı ve Fransız Devrimi’nin de etkisiyle dönemin ana akımı olan belli bir etnisite temelli milli devlet görüşü Cumhuriyete giden yolun en önemli sacayağını teşkil ediyor. Bu türden bir milli devletin Türklük temelli teşekkülünü ilk defa derli toplu bir biçimde dillendiren ve Pantürkizm’i esasen “ilerici bir toplumsal ve kültürel program” (s. 3) olarak oldukça rasyonel pragmatik bir siyasal projeye tahvil eden Yusuf Akçura, bu bakımdan dikkate değer bir siyasal figür olarak karşımıza çıkıyor.
Osmanlı-Türk tarihine bu özgün bakış Akçura’yı Osmanlı için siyasal bir seçenek önerme noktasında da farklı kılıyor ve onun 1904’de kaleme aldığı “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesinde o güne kadar pek dikkate alınmayan bir seçeneği oldukça vukuflu bir siyasal program olarak sunmasını beraberinde getiriyordu. Bu makalede Akçura imparatorluğun önündeki üç siyasal seçeneğin (Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük) getiri götürülerini yan yana koyarak karşılaştırmalı bir biçimde inceleyerek Türkçülüğün en makul seçenek olduğu kanısına varıyordu. Hamasi bir dille yazılmamış olan bu metin meseleye adeta bir teknokrat edasıyla oldukça soğukkanlı yaklaşıyor, ultra pragmatist bir tavırla bundan başka çare olmadığını dile getiriyor ve imparatorluğun hali hazırdaki etnik yapısının da bunu “siyasal ve tarihsel bir zorunluluk” olarak dayattığını vurguluyordu.
Türk Ocakları’nın kuruluşunda da önemli rol oynayan Akçura, buranın teşkilatlanmasına ve Cumhuriyetin kuruluşu sonrasında da bir fikir üretim merkezi olarak iş görmesine önemli katkılar sağlar. Ayrıca Milli Mücadele’de subay olarak görev aldıktan sonra Cumhuriyetin kurulmasıyla kendini yeni rejimin inşasına adar.
Akçura, muasır medeniyet seviyesinde bir memleket için bütün feodal ve arkaik unsurlardan arınmanın gereğine inanan bir burjuva rasyonalisti olarak, 1920’lerde CHF’nin sol kanadında toprak reformunu ve ilerici çalışma yasalarını destekleyen bir konum alır. 1932’de yeni rejimin memlekete kendisi gibi yeni bir tarih yazmak için oluşturduğu Türk Tarihini Tetkik Cemiyetinin başına getirilir, buradan neşet eden “Türk Tarihinin Ana Hatları”nın yazılmasına iştirak eder ve 1935’de vefat eder.
Yusuf Akçura üzerine şimdiye dek yazılmış ve halen de en temel referans kaynağı olan François Georgeon’un kitabı asıl olarak yazarın 1979’da Paris III Üniversitesi’ne verdiği doktora tezine dayanmaktadır. Fransızca baskısından (1980) altı yıl sonra 1986’da dilimize çevrilen kitap o zamana değin ekseriyetle Türkçü ve sağcı yazarlarca dikkate alınmış ve üzerine bir şeyler karalanmış olan Akçura’ya dair Ahmet Temir ve Muharrem Fevzi Togay’ın monografileri dışında akademik niteliklere haiz neredeyse tek çalışmadır.
Georgeon bu kitabında Akçura’nın hayatını burjuva bir Tatar ailesinin mensubu olarak Kazan, İstanbul ve Paris üçgeninde geçen eğitim hayatının ardından Türkçülükle tanışmasını kapsayan 1876-1904 yılları arası; sürgün sonrası geldiği Rusya’da başladığı pan-türkist faaliyetlerini özellikle 1908 Devrimi sonrası İstanbul’da sürdürdüğü dönemi ifade eden 1905-1914 yılları arasıyla; pan-türkist etkinlikten Erken Cumhuriyet döneminde yeni rejimin teşekkülüne kendini memur ettiği ve ölümüne kadar da devam eden süreci kapsayan 1914-1935 yılları arasındaki üç kesitte ele alıyor.
Georgeon, girişte, Osmanlı’nın son yıllarıyla erken Cumhuriyet döneminde vücud bulan fikirler, projeler ve kurtuluş-kıyamet senaryoları kakofonisinde özgün bir ses olarak telakki ettiği Akçura’yı “bazı gelişmeleri önceden kestiren bir aziz” olarak nitelemektedir (s. 2). Ziya Gökalp’in Osmanlıcılık’la ve çokuluslulukla uğraştığı dönemde Akçura zeitgeistı iyi kavramış bir burjuva rasyonalisti olarak etnik-milli temellere haiz bir devletin teşekküllünü tek çare olarak ortaya koyan, zamandaşlarının hayli ilerisinde bir düşünceyi dillendirmesi bu nitelemeyi haklı kılan bir örnek olarak düşünülebilir. Niyazi Berkes’in Akçura’nın Gökalp’in yanında “unutulan adam” olduğu değerlendirmesi de, Akçura’nın memleketimizde pek yüz bulamamış ve her daim komünistlik suçlamasını beraberinde getirmiş tarihi-maddeci düşünceden feyz almasının ve pan-türkizmin babası olarak bu düşüncenin zamanla kullanışsız bir siyasal argüman haline gelmesinin bu nisyandaki payını ifade etmesi bakımından anlamlıdır. Akçura’nın Gökalp’in Türkçülüğün Esaslarına muadil, görüşlerini derli toplu ifade ettiği bir magnum opusu olmaması da bu nisyanın en belirgin sebeplerinden biridir (s. 3).
Tatar milliyeçiliği ve Jön-türk hürriyetçiliğinin ilk gençliğine damga vurduğu Akçura (s. 15), bu iki kültürel-siyasal dünyanın etkisinde, sonradan Osmanlı’nın, köksüzlükle eleştirdiği ve o tarihte daha yeni modernize edilmiş, garpperver eğitim kurumlarının tedrisatından geçer (s. 18). Ayrıca zamanla Jön Türklerle de bağını kesecek ve Tatar reformcu düşüncesi, Fransa’da aldığı milliyetçi eğitim ve Osmanlı düşüncesinin pek de özgün olmayan fakat güncel manada kullanışlı bir sentezini yapacaktır.
Özellikle I. Dünya Savaşı öncesinde memleketin selameti açısından Almanya yanlısı bir dış politikayı savunan Akçura, Ekim Devrimi’yle beraber Rusya yanlısı bir dış politikadan yana tavrını değiştirmiştir (s. 123). Bu tavır değişikliği her ne kadar stratejik bir tercih gibi görünse de Akçura’nın ekonomik ve sosyal gelişme temelli düşüncesi açısından Lenin ve arkadaşları önemli bir örnek teşkil etmektedir. Rusya’daki devrimi “Doğu’nun toplumsal adalete duyduğu derin özlemin son tezahürü” olarak değerlendirmektedir (s. 125).
Gençliğinde pan-türkist ideallerce şekillenen tarih görüşünde Türk-Moğol birlikteliğiyle Türk birliğini sağlamış kahraman Cengiz Han imgesini öne çıkaran Akçura, Kemalist rejimin Anadolu kaynaklı Türk toplumu anlayışını meşrulaştırmaya çalışan Türk Tarih Tezi’ni kotarırken bu görüşünden vazgeçmiştir. Hitit Sümer gibi Anadolu ve Ortadoğu’nun kadim medeniyetlerini Türkleştirerek, Türklerin burada binlerce yıldır yerleşik olduğu tezi, eski Türk-Moğol argümantasyonunun bir kaç sayfayla geçiştirilmesine yol açtı. Georgeon’a göre Akçura, duruma göre pozisyon almayı iyi bilen bir burjuva stratejisti ve rasyonalisti olması ve İttihat ve Terakki’ye her daim mesafeli tavrı nedeniyle yeni rejimde de kendine uygun bir mecra bulabilmiştir (s. 128).
Yine aynı dönemde yayılmacı emeller taşıyan pan-türkizmle, Türk milli kültürünü geliştirmekten başka bir amaç taşımayan demokratik türkçülük arasında bir ayrım yapan Akçura, kendisinin ezelden beri ikincisini savunduğunu belirterek Enver Paşa ve İttihat Terakki’de cisimlenen saldırgan pan-türkizmle kendisi arasına bir mesafe koymuş oluyordu (s. 129). Bu tavır genç Cumhuriyet’in milli hassasiyetleriyle de tamamen örtüşüyordu.
Mustafa Kemal’in de güvenini kazanmış olan Akçura’nın bu dönemdeki faaliyetlerini Georgeon iki döneme ayırıyor: Kemalist hareketin her türlü siyasal etkinliğinde yetkin görevlerde bulunduğu ve siyaset tayin edici olarak yer aldığı 1925’e kadarki dönemle, 1925’ten ölümüne kadar daha çok hocalık, tarih çalışmaları ve Türk Ocağı’ndaki faaliyetler eksenindeki sosyal-kültürel etkinlikler dönemi (s. 127-128). Özellikle ikinci dönemde Akçura, memleketin asıl savaşının şimdi vereceği iktisadi savaş olduğunu belirtiyor ve iktisadi bağımsızlığı mümkün kılacak bir milli burjuvazinin yeşertilmesi için gerekli sosyo-kültürel altyapının hazırlanmasına çaba gösteriyordu (s. 130).
Öte yandan genç Cumhuriyet’in bağrından çıktığını iddia ettiği millete sağlam temellere oturtulmuş bir milli kimlik için gerekli materyali sağlamak yoksa da üretmek için yapılan çalışmalarda Akçura sevk ve idare etme anlamında oldukça belirleyici bir rol oynuyor. Üretilen tezlerin doğrudan sözcüsü olmasa da bunların kotarılmasındaki rolü, Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti başkanlığı dolayısıyla bütün açıklığıyla ortadadır.
Yusuf Akçura’nın da faal olarak görev aldığı ve başkanı olduğu Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti, memleketin muasır medeniyet seviyesinde bir geçmişe “ihtiyacı” üzerine “Türk Tarihinin Ana Hatları” adıyla bir tarih kitabı yazma işine koyuldu. Aydınlanmacı tarih anlayışının ilkçağ ve yeniçağ gibi tarihsel doruklar arasındaki “karanlık dönem” olarak ortaçağ imgesine paralel bir biçimde genç Cumhuriyet de kendine yeni bir tarih oluştururken Türklerin Orta Asya’da ve Cumhuriyet Türkiyesi’nde vücut bulan inkişafı arasında bir sapma olarak Osmanlı imgesini yaratıyordu. Bu süreçte Goebbelsvari bir itaatkârlık ve retorik maharetle kendilerini yeni rejime memur eden Afet İnan, Dr. Reşit Galip ve Sadri Maksudi Arsal gibi isimler Yusuf Akçura’dan daha çok ön plana çıkıyordu.
Yusuf Akçura, yer yer kaba bir materyalizme varan ekonomik temel vurgusuyla Jön Türklerin tarihin deviniminde fikirlerin ve ahlakın en önemli rolü oynadığına dönük idealizminden bir hayli başka bir noktada durmaktadır. Tarih-i Osmanî Encümeni’nin 1913 tarihli çalışmasının büyük şahsiyetlere, kahramanlıklara ve fetihlere dayalı olduğunu belirterek bu türden bir tarihyazımının “sosyo-ekonomik süreçlerle temellendirilmediği için ‘bağlantılardan ve anlamdan yoksun’ kalan bir ‘olgular koleksiyonu’ yapmak”tan öte bir anlam ifade etmediğini dile getirerek ekonomik ve sosyal ilişkilerin tarihteki olmazla olmazlığını vurgulamıştır (s. 75). Ayrıca memlekette Şark Meselesini ekonomik açıdan tartışan ilk kişi oluyor (s. 114) ve sonraki yazılarında da “bizatihi Türk milliyetçiliğini kapitalizmin gelişmesine bağlayarak tahlil ediyor.”
Ayrıca “Batı’nın sadece tekniğini alalım” naifliğine karşılık teknik denen şeyin bir zihniyet dünyasından neşet ettiğini bilen ve bunların birbirinden ayrılmazlığının farkında olan Akçura’nın şu sözleri bu bakımdan oldukça anlamlıdır: “Avrupalılar’dan demiryolu köprüsü ve havada uçma makinesi yapmayı öğrenelim ama Avrupalıca düşünmek usulünü zinhar talim etmeyelim, mezhebine bir türlü aklım ermez. (…) Zeppelin ve Blériot’ya çırak olmak istiyorsak mutlaka Kant ve Comte’un şakirdi olmak zorundayız.” (s. 104)
Bütün bunlardan hareketle Akçura’nın düşüncesinde etnisite kökenli doktriner bir milliyetçilikten, popülist milliyetçiliğe, sosyal darvinizmden demokratik çoğulculuğa kadar birçok yaklaşımın eklektik bir sentezini görmek mümkün. Georgeon’un şu değerlendirmesi de söz konusu tezimizi kuvvetlendirecek niteliktedir: “Yusuf Akçura’nın bir düşünür olarak özgün bir yanı yoktu. Toplumsal ya da siyasal teoriyle uğraşmamıştı. 19. yüzyılın fikri cephaneliğine ellerini hızla daldırmış ve kendi tasarısına uygun düşecek silahları çekip almıştı. (…) Türk milliyetçiliğinin teorisyeni olmaktan çok onun stratejisini çizen kişiydi.” (s. 137)