Aytaç Demirci
Uluslararası kültürel incelemeler birliği Reset DOC – Dialogues on Civilizations ve İstanbul Bilgi Üniversitesi işbirliği ile düzenlenen İstanbul Seminerleri 2008 kapsamında, 3 Haziran’da dinlediğimiz Jurgen Habermas yalnız “post-seküler toplum” kavramını anlatmakla kalmadı, seminerler boyunca sorduğu besleyici, kurcalayıcı sorularla aktif bir katılım da gösterdi.
Doğu’nun ve Batı’nın farklı disiplinlerden gelen fikir erbabını bir araya getirme iddiasındaki organizasyonun, ki bu iddiasının hakkını verdiğini kesinlikle söyleyebiliriz, bu vurgusuna atıfta bulunan sosyolog ve siyaset bilimci Jürgen Habermas konuşmasına “post” toplum nosyonunun sınırlarını çizerek başladı.
Kavram, Doğu’ya pek uygulanabilir değildi açıkçası. Ve Habermas da kavramın yalnızca Avrupa’nın refah toplumları ile Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkelere uygulanabileceğinin altını çizdi. Çünkü “post-seküler” toplum yalnızca seküler bir devlette söz konusu olabilirdi.
Burada bir parantez açıp Habermas’ın iki saati aşan konuşmasının ardından Giancarlo Bosetti yönetiminde gerçekleştirilen ve Giuliano Amato, Murat Belge, Ian Buruma, Abdou Filali-Ansary ve Jürgen Habermas’ın katıldığı yuvarlak masa toplantısında Murat Belge’nin Türkiye’de sekülerlik diye bir şeyin varlığından söz edilemeyeceği fikrini yinelediğini de belirtelim. Kuşkusuz bu yalnızca Belge’ye ait bir fikir değil. Türkiye üzerine aklıyla düşünen pek çok insan bu kanaatte…
Habermas’ın vurgusuna ve Murat Belge’nin Türkiye’deki duruma ilişkin hatırlatmasına rağmen izleyen gün (4 Haziran Çarşamba) Ferda Keskin yönetiminde gerçekleştirilen ve Murat Belge, Emrah Efe Cakmak, Ayşe Kadıoğlu, Fuat Keyman, Etyen Mahçupyan ve Soli Özel’in katıldığı yuvarlak masa toplantısında Fuat Keyman’ın ön sırada oturan Habermas’a bakarak “Profesör Habermas’ın söylediklerine kesinlikle katılıyorum” cümlesiyle başladığı ve ısrarla “post-seküler” toplum nosyonunu Türkiye’ye uygulamaya çalıştığı konuşmasını da not etmeden geçmeyelim. Bu görüş farklılığı, iç içe geçen kültürlerin yarattığı zenginlik ve bu fırsatın değerlendirilmesi için gerekli olan diyalog vurgusuyla İstanbul Seminerleri’nin—ki tartışmalarda mesele bir şekilde gelip birbirini anlamanın zorluğuna çarpıyordu—ne kadar isabetli bir iş yaptığını göstermiş oldu.
Sekülerizmin eleştirisi
Habermas, 20 yıldan fazla bir süre büyük tartışmalara vesile olmuş “toplumun modernleşmesiyle halkın sekülerleşmesi arasında yakın bir ilişki vardır” tezinin eleştirisiyle devam etti konuşmasına. Bu teze göre;
a) Bilim ve teknolojideki gelişmelerle aydınlanmış bir kafada metafizik görüşlere yer kalmaz,
b) Toplumsal öğelerin işlevleri doğrultusunda ayrışmasıyla kilise ve öteki dini kurumlar hukuk, politika, eğitim ve bilim üzerindeki kontrollerini yitirirler ve din “vicdani bir mesele” sınırlarına çekilir,
c) Tarım toplumundan sanayi toplumu ve sonrasına geçişle birlikte gelen refah ve sosyal güvenlik “bilinemez” ve “önlenemez” olana karşı teselli vadeden dinin hareket alanını sınırlar.
Habermas’ın dar ve Avrupa merkezli olmakla itham ettiği bu yaklaşımın Türkiye’de yaygın kabul gören sekülerlik anlayışına ne kadar uyduğunun da altını çizelim.
Son yıllarda eskisi kadar rağbet görmeyen bu yaklaşımın önünde, kurumları ve yurttaşları üzerindeki eksilmeyen din etkisine rağmen modernizmin öncülüğünü yapıyor olması gerçeğiyle ABD koca bir istisna olarak duruyor. Tabii neyin istisna neyin kaide olduğu nereden baktığımıza göre değişecektir. Bir zamanlar, akılcılığının tüm dünyaya örnek teşkil etmesi beklenen Avrupa’nın şahsına münhasır gelişimini artık norm olarak değil, aksine istisna olarak değerlendirmek mümkün.
Buna paralel olarak Habermas farklı coğrafyalarda, kimi zaman birbirine karşıt biçimde de olsa, “dinin dirilişi” olarak adlandırdığı durumu besleyen üç olgudan söz etti: Bunlardan biri, Hinduizm ve Budizm’de dahi etkili olmaya başlayan bir ortodoksluk, diğeri, eskinin köktenci yaklaşımlarının aksine farklı yorumlara açık kurumsallaşmamış dini örgütlenmeler ve son olarak da İran’daki molla rejimi ve İslami terörde vücut bulan dinde gizli şiddetin su yüzüne çıkması.
Evet, dinin işlevi doğrultusunda belirlenmesi ve sınırlanması ile dinsel yaşantının bireyselleşmesi arasında bir bağ olduğu doğru olabilir. Ama bu, toplumun politik ve kültürel yaşantısında dinin tümden etkisini yitirdiği anlamına gelmez. Avrupa’ya “post-seküler” toplum terimini uygulayabilmemizin nedeni de zaten, bugün giderek sekülerleşen bu yapıda dini toplulukların varlıklarını hâlâ sürdürüyor olmalarıdır.
Birlikte yaşamanın yolu
Modern toplumların “post-seküler” olarak tanımlanmaları bir bilinç değişimine işaret eder. Küresel çatışmaların sıklıkla dini bir mücadele olarak sunulmasını, dinin ulusal karar alma süreçlerinde artan etkisini ve yoğun göç alan toplumlarda farklı kültürlerin bir araya gelmesini bu bilinç değişikliğini belirleyen faktörler olarak sıraladı Habermas. O halde mesele, sömürgecilik sonrası göç alan toplumlarda farklı din ve kütlerlerin nasıl bir arada, hoşgörü temelinde yaşayabileceği sorunudur. Modern toplum zaten din özgürlüğü veriyordu yurttaşlarına. Bu noktada Habermas, ısrarla dinlerarası bir çatışma eksenine çekilmeye çalışılan sorunu politik katılım eksenine yerleştirmeyi denedi: Sorunun yanıtı, politik yaşamın azınlıklara açılması ve toplumdaki değişik kültürlerin—politik katılım aracılığıyla—karşılıklı bir etkileşime girmesinde bulunabilir. Böylece Habermas, küreselleşmeyle üzerimize çullanan sorunlar yumağının çözümü için sorumluluğun tek tek bireylerce omuzlanması gereğinin altını çizdi.
Birlikte yaşamak için karşılıklı bir öğrenme sürecine girişilmesi gerektiğini belirtti Habermas. Bu süreç zorunlu olarak “inançlarda”, “düşüncede” bir değişime yol açacaktır. Tabii sorumluluk bireylerin omuzlarına yüklendiğine göre böyle bir “reformu” kabul edip etmemek de tek tek “inanç” gruplarına kalmaktadır. Bunun için devlet organlarının da yönlendirici, zorlayıcı teşebbüslerde bulunmaması gerekmektedir. Bu karşılıklı öğrenme sürecinde farklılıkların serbestçe “tercüme olabilmesi” için devletin bitaraflığı, yani “kilise ile devletin ayrılması” yalnızca bir “süzgeç” görevi görebilir: Siyasetin “çeşitli dini grupların” muharebe alanı olmasını engelleyen, ama dini söylemleri de dışarıda bırakmayan bir “süzgeç.”
Seminerler boyunca sorduğu sorularla da aktif bir katılım sergileyen Jürgen Habermas’ı İstanbul’da, belki bugün bizim Türkiye’de yaşadığımız sorunlara da ışık tutabilecek bir konuda konuşurken izlemek hem keyifli hem de besleyici oldu açıkçası.