Oruç Aruoba, “Bir şairin gözleri kapanınca, dünyada görülecek şeyler azalır” demişti. 19 yıl önce Cemal Süreya da, “Ölüyorum tanrım, bu da oldu işte / Her ölüm erken ölümdür, biliyorum tanrım / Ama ayrıca aldığın bu hayat, fena değildir… / Üstü kalsın…” diye yazdığının ertesi günü bir 9 Ocak günü bu dünyaya kapatınca gözlerini görülecek şeyler azaldı. Tüm günahların yarı yarıya işlendiği, bir sevişmenin gelip bir daha gitmediği, unutulmayacak aşkların her daim dörtnala sevişen kahramanıydı hâlbuki. Cemal Süreya henüz 6 yaşındayken daha, Dersim sürgünlüğüyle başlayan hüzünlü yaşamını; mutluluklarıyla, mutsuzluklarıyla, her birini sevdiği kadınlarıyla, evlilikleriyle, sözcüklere can veren şairliğiyle noktaladığında yazılmamış aşk şiirleri eksik, yazılanlar ise öksüz kaldı. Bu eksikliği, bu öksüzlüğü Can Yücel, “Aşk yok gayri memlekette / Cemal Süreya beri gideli” diye özetlemişti ardından yazdığı bir şiirde. Ahmed Arif’in, “Eros’tu kendi okuyla kendini vuran” dediği; aşkın en güzel hallerini, aşkın ya da aşığın çaresiz, başıboş hallerini dizeleriyle yudum yudum içiren bir şairdi.
“Dünyanın en küçük devleti”
Sevmeye ya da âşık olmaya neden arayan ve her seferinde de bulduğunu 20 ayrı şiirinin son dizesinde, “Keşke yalnız bunun için sevseydim seni” diye anlatan şairdi. Aziz Nesin’in,Jean Paul Sartre’yle birlikte, “Dünyanın en küçük devletleri. İkisinde de bir devlet olabilecek kadar birikim var” dediği, Ülkü Tamer’in, “Dilin ve şiirin yaman avcısı” diye tanımladığı bir sözcük ustasını, Cemal Süreya’yı, hangi kelimeleri yanyana getirdiğimizde anlatabiliriz? Cemal Süreya’nın dostu, sevgilisi, iş arkadaşı olan Tomris Uyar’ın, “Tanıdığı kaç kişi varsa o kadar Cemal Süreya vardır. Hepsi değişik. Belki temel öğeleri aynı kalıyor; politikaya, edebiyata, espriye tutkusu; çalışkanlığı, dürüstlüğü gibi, Ama çok değişken biri. O yüzden ben bir tane Süreya biyografisi düşünmem. 3 tane yazılabilir. 3 tane apayrı” dediği şair hakkında ne söylesek eksik kalacağını bilerek anlatmaya çalışalım istedik ölüm yıldönümünde.
Kadere yazılan göçebelik hali
Cemal Süreya 1931’de Erzincan’da bir yük vagonunda doğdu. Cemalettin Seber adı verilen geleceğin şairinin yük vagonunda doğmasından mı bilinmez göçebeliği kaderine yazılmıştı sanki. Bir yük vagonunda gözlerini dünyaya açtıktan 6 yıl sonra 1937’de çocukken ailesiyle birlikte Dersim isyanı sürgünleri arasına yine bir yük vagonunda katıldı. Hayatında derin izler bırakan bu sürgünü, “Bizi bir kamyona doldurdular / Tüfekli iki erin nezaretinde / Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular / Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar / Tarih öncesi köpekler havlıyordu / Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler / Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki / Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü” diye anlattı daha sonra.
Şehirden şehre semltten semte bir hayat
“Kuşkusuz artacak yalnızlığım sevgili çocuk / biliyorsun ben hangi şehirdeysem yalnızlığın başkenti orasıdır” diyen şair 6 yaşında tanıştığı sürgün acısını ölene kadar içinde taşıdığından mı bilinmez kendisi de hayatı boyunca şehirden şehre, semtten semte sürekli taşındı durdu, “Benim hiçbir semtte berberim olmadı” diye özetledi bu göçebeliği. 26 yılda tam 29 ev değiştirip hiçbir semtte berberi olmayan Süreya’nın sadece, “Posta Kutusu 1349 Karaköy – İstanbul” olan adresi sabitti. Dersim sürgününün hemen ertesinde, 7 yaşındayken ardında bir fotoğrafı dahi olmadan yitirdiği annesinin acısını, “Küçük kalbimdeki kuş ölmüştü” diye anlattı. Hayatı boyunca sevdiği her kadının öbür yarısıyla annesi olduğunu, “Annem çok küçükken öldü / beni öp, sonra doğur beni” dizeleriyle dile getirdi.
“Şair dediğin İstanbul’da yaşar”
Bilecik’teki sürgünden sonraki durağı lise eğitimi için geldiği İstanbul’du. Her zaman çok sevdi İstanbul’u. Öğrenciyken ya da devlet memuru olarak çalışmak zorunda olduğu Ankara’dayken bile, “Şair dediğin İstanbul’da yaşar” dediği kentini özledi. Bu yüzden, “İyi kalpli üvey ana” diye tanımladı Ankara’yı. Şiire ilk merak saldığında Haydarpaşa Lisesinde parasız yatılı okuyordu. O yıllarda Ahmet Muhip Dranas’ın “Kar” isimli şiirinden o kadar etkilendi ki günlerce okudu. “Sesin nerde kaldı, her günkü sesin / Unutulmuş güzel şarkılar için / Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan / Rüzgâr gibi ta, eski Anadolu’dan / Sesin nerde kaldı? Kar içindesin!” dizelerini ezberlesinler diye sınıf arkadaşlarının defterlerine yazdı. Lise sonrasında girdiği Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve İktisat Bölümü’nde okurken hissettiği yalnızlık ve yabancılıkla yazmaya başladı. Hayali mektuplar yazıyordu kendine. Kâh Ankara’nın bir caddesinde geçerken görüp beğendiği bir kıza ya da Diyarbakır’da tanımadığı bir Türkçe öğretmenine yazdı mektuplarını. Mülkiye’nin 3. yılındayken “Kazgan” adlı dergide yayın kurulu başkanıyken yazdığı yazılara Charles Suarez ya da Yürüyen Adam imzaları attı.
2. Yeni’nin 3. atlısı
Sonraki yıllarda kendisiyle yapılan bir röportajda, “Şiirle başarı kazanmayı hiç düşünmedim. Aslında hiç bir konuda başarı kazanmayı düşünmedim. Şiir ne benim için? Dramım, açmazım, kurtuluşum, batağım, sevgilim, babam, gözaltım ve kendimi hiçlemeyi bilişim… Daha önemlisi, yazgım olarak da görüyorum onu. Borç öder gibi yazdım şiirlerimi” diyen şairin 1953’te ilk şiiri “Şarkısı Beyaz” Mülkiyeliler dergisinde yayımlandığında ise üniversiteden mezun oldu. O yıllarda 3 – 5 üniversite mezunun girebildiği Maliye Bakanlığı’nda müfettiş yardımcılığı ve müfettişlik görevlerinde bulundu. Çeşitli edebiyat dergilerine de yazı ve şiirler yazıyordu. Süreya kısa süre sonra, şiirdeki yalın anlatımı savunan Garip akımına tepki olarak 1950’lerde ortaya çıkan ve başını Edip Cansever ve Turgut Uyar’ın çektiği şiirdeki 2. Yeni akımının öncü şairlerinin arasına girdi. Cemal Süreya’nın, Hilmi Yavuz’a, “Bir oksijen gibi Türk şiirinin imdadına yetişti” dedirten, “Gülün tam ortasında ağlıyorum / Her akşam sokak ortasında öldükçe / Önümü arkamı bilmiyorum / Azaldığını duyup duyup karanlıkta / Beni ayakta tutan gözlerinin…” şiiriydi.
Bakanın yarattığı kirlilik
1960 yılında çıkardığı Papirüs dergisi ancak 4 sayı yayımlanabildi. 1965’te yazarlıkla yaşamını sürdürmeye karar verip görevinden ayrıldığında ise Tomris Uyar ve Ülkü Tamer’le birlikte Papirüs’ü yeniden yayımlamaya başladı. Haziran 1966 ile Mayıs 1970 arasında 47 sayı yayımlanabilen dergi yine kapanınca devlet memuriyetine geri döndü Süreya. 1975’te bu kez, Darphane müdürüyken kendi isteği dışında görevinden alındı. Yeni göreve gelen Milliyetçi Cephe hükümetinin Maliye Bakanı Yılmaz Ergenekon, siyasi fikirleri nedeniyle Süreya’yı görevden almayı kafasına koyar. Ergenekon bu niyeti için darphaneye bir teftiş düzenlese de ne bir açık, ne de eksik bulunamaz. Ama Süreya yine de görevden alınır. Gerekçe ise, teftiş sırasında darphane binasının pis olmasıdır. Süreya ise görevden alınma yazısına , “Darphane binası, tarihi boyunca yalnızca 2 saat kirlenmiştir, o da bakan beyin ziyaretleri nedeniyle” diye karşılık verir.
Kadınları o kadar sevdi ki…
1978’de Kültür Bakanlığı’nda Kültür Yayınları Danışma Kurulu üyesi olarak da görev yapan Cemal Süreya, Papirüs’ü 1980 -81 yıllarında 2 sayı daha çıkardıktan sonra 1982’de maliye müfettişi iken emekli oldu. Emeklilik sonrasında yayınevlerinde danışmanlık ve ansiklopedilerde redaktörlük yapan Süreya’nın birçok dergide yazıları ve şiirleri yayımlandı. Oluşum, Türkiye Yazıları, Maliye Yazıları dergileri ile Saçak dergisinin kültür-sanat bölümünü yönetti. Politika, Aydınlık, Yeni Ulus, Yazko ve Somut gazeteleri ile 2000’e Doğru dergisinde köşe yazıları yazdı. Aradan geçen yıllarda geride bıraktığı aşklarından üç evlilik ve bu evliliklerin birinden canından çok sevdiğini söylediği oğlu Memo dünyaya geldi. “Sevmek ne uzun kelimedir” dizesiyle kendisine en güzel aşk şiirlerini yazdıran kadınları ne çok sevdiğini, “Kadınlar, tanrım / Öyle sevdim ki onları / Gelecek sefer/ Dünyaya kadın olarak gelirsem / Eşcinsel olurum” diye anlattı.
Bir iddiada adının “y”sini kaybetti
Şair hakkında imzasının, “fötr şapka mı yoksa insan yüzü mü” olduğundan; soyadındaki “y” harfinin birinin gitmesine neden olan iddiaya dek hakkında birçok efsane üretildi. İmzası genellikle fötr şapkaya benzetilse de Sunay Akın’a göre, imzanın yanlamasına tutulmasıyla Süreya’nın profilden bir görünümü, imzasındaki “ü” harfinin uzunca noktaları da şairin vazgeçemediği sigarayı resmediyordu. Hafızasına güvenerek girdiği ancak kaybettiği bir bahis sonrasında soyadında bir harfi eksilttiğini, “Adımdaki bir harfi atıyorum” diye bitirdiği 1956’da yazdığı “Elma” isimli şiirinde ilan etti. Bahsin konusu kimine göre Ülkü Tamer’le bir telefon numarası konusundaydı, kimine göreyse Mülkiye’den arkadaşı Sezai Karakoç’la aşk üzerineydi.
Ölümünden önce kendisiyle yapılan bir röportajda ölümle ilgili ne düşündüğü sorusuna, “Ölüm mü? Bir gölün dibinde durgun uykudasın… Benden bu kadar arkadaşlar, özür dilerim” yanıtını vermişti. “Özgürlüğün geldiği gün, o gün ölmek yasak” diyen Sevda Sözleri’nin babası, “Benden bu kadar” diyerek aramızdan ayrılalı bugün tam 19 yıl oldu. Artık orada; bir gölün dibinde durgun uykuda…
Cemal Süreya hayata gözlerini yumduğu gün olan 9 Ocakta, şairle bütünleşen Bostancı’daki Hatay restoranda her yıl anılıyor. Uzun yıllar edebiyatın önde gelen isimlerine ev sahipliği yapmış ve adı Süreya ile bütünleşen Hatay restoranın her yanında şairden bir parça bulmak mümkün. Şairle ilgili bazı belgelerin fotokopileri, gazete ve dergi kupürleri, değişik yerlerde şairle ve Hatay restoranla ilgili yayımlanmış yazılarla süslü meyhanenin en önemli özelliği ise Cemal Süreyya’nın öncülük etmesiyle tutulmaya başlanan defterler. Bir akşam Cemal Süreya’nın, meyhanenin sahibi Mehmet Ali Işık’a aldırdığı bir deftere geçirdiği gecenin hikâyesini nakşetmesiyle başlayan gelenek yıllarca sürdü. Ortaya çıkan külliyat ise Hatay Meyhanesi Defterleri diye de kitaplaştırıldı. 11 cilt defterden seçilen defterlerde Süreya’nın yanı sıra Ece Ayhan’ın şiirleri, Feyyaz Kayacan’ın, Arif Damar’ın, Fethi Naci’nin notlarını ve daha nicelerini bulmak mümkün.
O OLAĞANÜSTÜ NEFİS iNSAN Ardında yalnızca sevda sözlerini mi öksüz bıraktı…İnsanı insan yapan tüm renkler matemdeler hala…