Sanat

Amerika’nın son yabancısı: Sean Penn

Yazan: Melis Ozan

Aktör Robert de Niro, geçtiğimiz gece gerçekleşen 2008 Oscar Ödül Töreni’nde en iyi erkek oyuncu ödülünü adayı Sean Penn’i şu sözlerle anlattı: “Bunu nasıl başarıyor? Her rolde kendini öyle yok ediyor ki karşımızda Sam adında bir adam, Gizemli Nehir’den Jimmy Markum, sörfçü Spicoli, Ölüm Yolunda yolunda bir adam veya Harvey Milk oluveriyor. Sean aynı bağlılığı […]

Aktör Robert de Niro, geçtiğimiz gece gerçekleşen 2008 Oscar Ödül Töreni’nde en iyi erkek oyuncu ödülünü adayı Sean Penn’i şu sözlerle anlattı:

“Bunu nasıl başarıyor? Her rolde kendini öyle yok ediyor ki karşımızda Sam adında bir adam, Gizemli Nehir’den Jimmy Markum, sörfçü Spicoli, Ölüm Yolunda yolunda bir adam veya Harvey Milk oluveriyor. Sean aynı bağlılığı ekran dışındaki hayatında da -insan hakları için çalışırken, dünya liderlerine saygılı bir şekilde önerilerde bulunurken, paparazzilerle kibarca (!) uğraşırken de- gösteriyor…”

Ve Niro hemen ardından ekledi; “Bu gece önemli olan büyük bir aktör olmak, hayatta önemli olan ise büyük bir insan olmak. İşte benim arkadaşım, Sean Penn…”

1960 Kaliforniya doğumlu Amerikalı aktör Sean Penn 1982 yılında Fast Times at Ridgemont High filminde Jeff Spicoli karakteriyle eleştirmenlerin ilgisini çekti. John Schlesinger’ın 1985 yapımı politik-drama The Falcon and the Snowman’da canlandırdığı uyuşturucu bağımlısı ajan karakteriyle başarı basamaklarını yavaş yavaş tırmanmaya başlayan Penn, 1985-1989 yılları arasında Madonna’yla olan evliliği ile de sadece eleştirmenlerin değil magazin basınının da yeni gözdesi haline geldi. Asi tavırları ve sıra dışı evlilik hayatlarıyla basına bol bol malzeme çıkaran çift, birlikte rol aldıkları Shangai Suprise filminin başarısızlığının ardından boşandı.

Oyuncu en iyi çıkışını 1988 yılında Brian de Palma’nın yönettiği Casualties of War (Savaş Günahları) filmiyle yaptı. Michael J. Fox’la başrolü paylaşan aktör, Vietnamlı bir kızın kaçırılıp Amerikan askerlerince tecavüz edilmesini ve Vietnam halkına yapılan işkenceleri konu alan bu filmle, hem kariyerindeki ilerlemenin hem de politik duruşunun sinyallerini verdi. Robert de Niro ve Demi Moore ile birlikte yer aldığı We’re No Angels filmiyle de ciddi duruşunun yanı sıra kara mizahla da başa çıkabileceğini kanıtlamış oldu.

1991 yılında yeteneklerinin oyunculukla sınırlı olmadığını kanıtlamak istercesine yönetmenliğe soyunan Penn, Bruce Sprigsteen’in Highway Patrolman adlı parçasından esinlenerek yazıp yönettiği The Indian Runner’da birbirine tamamen zıt iki kardeşin öyküsünden yola çıkarak kasaba halkının yalnızlığını ortaya koyuyordu. Yönetmenliğe iyice ısınan Penn, daha sonra Jack Nicholson’ın alkollü şoförün öldürdüğü kızı için intikam arayışı içinde olan babayı canlandırdığı The Crossing Guard (Tehlikeli Bekleyiş) filmini yönetti. Temposu biraz yavaş olsa da izlenmeye değer bu filmi, Penn’in oyunculuğunu beğendiğini her fırsatta dile getiren Amerikalı yazar ve şair Charles Bukowski’ye ithaf etmeyi de ihmal etmedi.

1995’te ise idam karşıtı duruşuyla tanınan Tim Robbins’in yönettiği Dead Man Walking (Ölüm Yolunda) filmi ile birçok ülkede hem filmin konusu hem de performansıyla adından söz ettirdi. Susan Sarandon’ın rahibe karakterini canlandırdığı filmde Penn, genç bir çifte tecavüz edip öldürme suçundan idam cezasına çarptırılan mahkûmu canlandırdı. Özellikle rahibe ile aralarında geçen Tanrı ve insan hayatı hakkındaki diyalogları ve suçunu itiraf edip af dilediği final sahnesindeki performansıyla seyirciyi kendine hayran bırakan aktör, en iyi erkek oyuncu adayı olduğu 1995 Oscar ödül töreninden eli boş dönse de kariyerinde altın çağın başladığını kanıtlamış oldu. 1997’de şimdiki karısı aktris Robin Wright Penn ile birlikte rol aldığı romantik komedi She’s So Lovely’de (O Çok Sevimli) orta kalite bir film seçmiş izlenimi uyandırsa da, David Fincher’ın yönettiği The Game (Oyun) ve başrolü paylaştığı Jennifer Lopez’in vasat oyunculuğuna rağmen iyi bir film olan U-turn (Kaybedenler) ile başarısını pekiştirmeye devam etti.

1999’da Woody Allen’ın yazıp yönettiği Sweet and Lowdown filminde ünlü caz piyanisti Emmett Ray’i canlandıran Penn, Oscar’da en iyi erkek oyuncu ödülüne aday gösterilmesine rağmen yine Oscar’ı kıl payı kaçırdı. Jessie Nelson’ın yönetmenliğini üstlendiği 2001 yapımı I am Sam (Ben Sam) filmi ile zekâ düzeyi yedi yaşında bir çocuğa eş değer bir babanın, yedi yaşındaki kızını almak isteyen devlete karşı verdiği mücadeleyi göz yaşartan bir performansla sergileyen Penn, yine en iyi erkek oyuncu dalında Oscar’a aday gösterildi ancak kazanamadı. Birçok eleştirmen bu durumu jürinin Forrest Gump ve The Rain Man (Yağmur Adam) gibi filmlerden sonra tekrar zekâ özürlü bir karaktere ödül vermek istememesi şeklinde yorumlasa da Sean Penn’in oyunculuğu göz önüne alındığında büyük haksızlık yapıldığını söylemek hiç de yanlış olmaz.

Sonunda Oscar

2003’te Alejandro Gonzales Inarritu’nun yönettiği 21 Grams (21 Gram) filmiyle de büyük performans sergileyen Penn, Hollywood tasdikli başarı etiketine aynı yıl Mystic River (Gizemli Nehir) ile sahip oldu. Dennis Lehane’nin romanından uyarlanan Clint Eastwood’un yönettiği bu filmle sonunda muradına eren aktör, 2003 Oscar Ödül Töreni’ni en iyi erkek oyuncu heykelciğiyle terk etti. Boston’ın arka mahallelerinde üç arkadaşın başına gelen olaylar ve geleceklerini etkileyerek üçünü tekrar birleştirmesi üstüne kurulan film, sıradan kurgusuyla fazla etkileyici olmasa da eleştirmenlerce çok beğenildi. Bunda kızı öldürülen baba rolündeki öfkeli Jimmy Markum karakterini başarıyla canlandıran Sean Penn’in etkisi de büyük elbette.

2004’te The Assasination of Richard Nixon (Richard Nixon’a Suikast) ve 2005’te The Interpreter(Çevirmen) filmleriyle de başarıyla canlandırdığı karakterlere yenilerini ekleyen Amerikalı oyuncu, radikal tarzıyla ünlü Gus Van Sant’ın yönettiği 2008 yapımı Milkile ikinci kez en iyi erkek oyuncu Oscar’ını kucakladı. San Francisco Eşcinsel Hakları Savunucusu Harvey Milk ile politikacı George Moscone arasında geçen olayları ve hak mücadelesini anlatan film, Amerikalı bağımsız yönetmen Sant’ın kendine has üslubu ve Sean Penn’in oyunculuğuyla birleşince ortaya izlenmeye değer ve ödülü hak eden bir film çıktı.

Rock’n Roll duruşlu muhalif

Ağzından eksik etmediği sigarası, havalı saçları ve uzaklara dalıp giden bakışlarıyla James Dean karizmasını anlamlı bir başkaldırıyla birleştiren Amerikalı aktör, fırsatını bulduğu her anda ülkesini ve politikasını eleştirmekten kaçınmıyor. Muhalif genlerini McCarty hükümetini eleştirip Elia Kazan gibi komünistlerin isimlerini vermeyi reddeden aktör babası Leo Penn’den alan Sean Penn, Washington Post’a verdiği 56 bin dolarlık ilanda Bush hükümetini eleştirmekten geri durmadı. Yayınlanan açık mektupta Bush’un “Ya bizimle olursunuz ya da bize karşı” sözlerini eleştiren Penn, “Bu hareketler ve sizin yönetiminizin vatandaşlık haklarını tahrip etmesi, sizin her zaman iddia ettiğiniz vatanperverlik anlayışıyla taban tabana çelişiyor” diyerek Irak savaşına karşı duruşunu ortaya koydu.

“Amerikan askerlerinin ve masum sivillerin hayatlarını egemen bir ülkeye karşı şimdiye kadar eşine rastlanmamış ölçüde kötüye kullanılan bir saldırıda feda etmenin” kalıcı bir çözüm olamayacağını savunan Penn, oturduğu yerden ahkâm kesen Hollywood yıldızlarından olmadığını kanıtlarcasına serbest muhabir olarak Irak, İran ve Venezuela’ya gitti. Hiçbir yükümlülüğü olmadığı halde Amerikan halkını objektif bir biçimde bilgilendirme kaygısı taşıyan aktör, bu radikal tavrıyla bir avuç bilinçli Amerikalı yıldızı temsil ediyor. “Bu ziyareti bir baba, aktör, yapımcı ve yurtsever olarak kendi vicdanımın sesini bulmak için sorumluluğum gereği yaptım” diyen Penn, ülkesinden yükselen vatan haini seslerine de kulak tıkıyor.

21 Gram filminde birlikte çalıştığı Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzalez Inarritu Sean Penn için “Onun hakkında sevdiğim şey, ülkesinde kalan son yabancı olmasıdır” diyor ve ekliyor: “O Amerika’yı çok iyi bir bakış açısıyla değerlendirebiliyor ve anlayabiliyor. Çünkü o diğer ülkeleri ve kültürleri de bilir ve farklılıklara saygı duyar, onları sever. Bu nedenle ülkesini bütünüyle eleştirebiliyor” diyor.

Irak ziyaretinden sonra ünlü Larry King Live programına katılan Penn, sunucunun “Eşiniz Irak’a gitmenize karşı çıkmadı mı? En azından çocuklarınız için hayatınızı tehlikeye atmanızı engellemez mi?” sorusuna “Gittim, çünkü benim de çocuklarım var!” cevabıyla karşılık veren savaş karşıtı cesur aktör, hem politik duruşu hem de Milkfilmindeki performansıyla ihtiyacı olmasa bile Hollywood’un parlatılmış Oscar’ını sonuna kadar hak ediyor.

Yorum yazın