Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) soruşturması gerekçesiyle, 20 Aralık 2011’de yapılan kitlesel baskınla gözaltına alınan gazetecilerden 32’si hâlâ tutuklu. KCK Basın Davası’nda yargılanan ve kendilerine istinat edilen suçların delilleri yaptıkları haberlerden ibaret bu gazeteciler en son16 Kasım’da Silivri’deki İstanbul 15. Ağır Ceza Mahkemesi'nde hakim karşısına çıktı. 34 tutukludan sadece Dicle Haber Ajansı (DİHA) çalışanları Çiğdem Aslan ve Oktay Candemir’in tahliye edildi ve duruşma 4 Şubat 2013’e ertelendi.
Silivri’deki bu son duruşmanın en akılda kalan anlarından biri, Dersim gazetesi editörü İsmail Yıldız’ın, salonda bulunan bebeğini görme isteğiydi. Yıldız, tutukluluğu sırasında doğan kızının 7,5 ayının hiçbir anına tanık olamadığını belirterek Mahkeme Başkanı Ali Alçık’a “Bir haftadır burada. Gerekirse asker tutsun, iki dakika yakından göreyim, bebeğimi koklayayım” diye talepte bulundu. Hakim Alçık Yıldız’ın talebini reddetti.
11 aydır tutuklu gazeteci İsmail Yıldız’ın, kendisinden uzak doğan ve büyüyen bebeği Zerya’ya yazdığı ve bianet.org’da yayınlanan mektubunu yayınlıyoruz.
***
Mahsus Mahalle Sallanan Beşik…
“Duygusuz melekler gibi uçuşup durur soyut varlıklar
Gözmüş, burunmuş, öyle kaba şeyler yoktur
Oval yüzlerinin naif boşluklarında.
Kaynamış su kadar yararlı ve saf.
Çarpım tablosu kadar sevgisiz.
Gülümserken bebek çevresindeki boşluğa
Ve kuram değil, anne sütüdür sevgi.
Yanlış anlarlar onlar yıldızlarını, bu kırılgan yaratıkları.
Ampul kafalı bir Eflatun'un bilgeliğini beklerler.
Bırakalım şaşırtsınlar yüreğini onun, marifetleriyle.
Hangi kış çocuğu büyümüş böyle bir ortamda? *
Anlatacak bir masal besliyorum zulamda doğrusu. Pirelerin berber olduğu develerin tellal olduğu, ben Zerya'nın beşiğini tıngır mıngır sallamadan evvel…
Masalın tellere dolanan kısmında bir bayram sabahının çocukça telaşesi vardı köyün önünden geçişen çayda zemzem suyuna arınan. Bayram sabahı derler, kâinatın yaratıcı hakikati bir damla altından baht bırakırmış, sularına cihanın. Gün doğmadan derler bayram sabahı. O suya varıp da yüz sürmek ola ki denk gelmesidir altından bahtın. Ve o suya girenin derler, arş-ı hikmetin nazarında, pir-u pak bir melanet hırkası sarar bedenini.
Bu düsturun patikasında çocukluğumu yitireli oldu birkaç arşın, o sebepten masalın kanatlarına sığındım bayram öncesi. Birlikte alın düşürmek vardı birde suyun bayramlık tadında masalda ya, voltayı kesip, masalın ninnisine ses olmak kaldı mahsus mahalde. Sonra delicesine bir yağmur döndü avlunun kalın duvarlarını ve zemzem suyu rögar deliklerinden korkunç iç çalkantılarımı fışkırdı maltaya, yüksek güvenlikli hücre sessizliğine-sensizliğine…
“Hangi kız çocuğu büyümüş böyle bir ortamda?” diye sorduğumda, hangi bebek ya da hangi ortam vardı. Voltası kesik miydi? Bilemedim Silvia teyzenin ya, nefessizliğimin bu tükenmez kapısında bütün yakarışlarım azap dolu tunç bir kabristana gömdü beni her saat başı milyon kere… Hangi günahın bedeliyle bilenir boynundaki yaşama düşük yoğunluklu bir mezbaha vahşetine dönüşen nefes alışlarıma yokluğunun ızdırabıyla nokta koymak mı? Yoksa varlığının mükafatıyla muştulayarak zifiri ruhumu an be an, durmak yok yaşamaya devam mı? Bilemedim, ay yüzlü okyanusum, bilemedim…
Günlerin ve gecelerin birbirlerinden farklı olma olasılıksızlığını parşömen sayfadan nakşedersem dindireceğimi sandığım ortak anılarımızın ayıbı önüme üçyüz yirmi küsur günü mevtasını düşürürken, ikiyüz yetmiş küsur güne ulaşan ömrünün hiçbir yerinde olamamak ise, bağrıma öyle bir elem sapladı ki durmadan boğazlanan bir ben bıraktı benden içeri…
Topuğundan test için kan alan hemşireyi gülücüklerinde şaşkına çevirmiş normalden aylar önce diş çıkarmaya kalkışmış, yine normalinden aylarca önce “dede” demeye başlamışsın. Bana garezin mi var be güzel kızım…?
Acele ettikçe büyümekte, ne kadar ağır bir cezalandırmayla mükâfatlandırıldığımı hatırlatmaksa niyetin… Teslimiyet bayrağını çektim çoktan arştan-arda, yenilerek ordularına bir bir, varlık sahamı turaçlara hibe ettim, ne olur yavaş büyü…
Sen bu acelenle sarıldığın anların birinde biberonuna soluk ışık hüzmelerinin saçaklara dolanan zehirli sarmaşıklar arasına sızdığı hücrede, neden yapmamam gerektiğini de, neden yapıyor olduğumu da iyi bilmediğim bir günaha soktum yorgun ruhumu. İki ateş arasında susuz kalmanın genzimi küfe döndüren kavşağında, bütün hücrelerimin kapılarını açlığa açtım sonuna kadar güzel kızım. Senin ve annenin payını da bencilce kullanarak, kendi adıma aslında verilmemiş bir kararı uygulamaya koydum. Şimdi “öl dediklerinde kürde” hangi kutsala kılıç çektiysem, o dehlizde bedenim üzerinde nobran bir tahakküm kurdum ve haçı da, hilali de pas geçtim yine.
Hakkını, hakkınızı boğazımda kadavra parçaları gibi yutkunuşum. “Zenci” oluşumdan değil elbet ya, dilimin manevrasızlaştığı, kendimi onun altında taşıma tercihinden… Mademki “insan dilinin altında gizlidir” dedi hükmeden-i zülfikar, sual olunmalı, eşit olmasa da birbirinin meşrebinden olan kefelerine terazinin…
O bayram sabaha masalı öylece asılı kaldı dilimin köküne, senin gıyabında gül cemalini mihman eden hallerine indirdim yüzünü fotoğraf karelerinin. O altında bahttır ki bütün cihazın sularına zemzem mayası olur, el çektim yokluğunu matem bilerek, kevser ırmağından olsa suları cihanın.
Canın kızım, rüya sepetim, mahcubiyetimi ve sana karşı işlenen suçlarımı hangi ehli vicdan yargıca, hangi ocağın külüne vararak yele katacağımı bilmiyorum, ancak senden biraz daha erken bu lanet dünyaya merhaba diyen kuzenin Ali babasına doğru emekleyip baba dediğinde, arkasından bakakalıp etrafındakileri sele verdiğini bilmeni istemeye hakkım var mı? Onu da bilmiyorum.
Bir saatlik ziyaretlerime annenin kucağında her geldiğinde, belleğimi ve gözlerimi adeta… zorlayarak, saçının, gözlerinin, gülerken ve ağlarken yüzünün nasıl olduğunu, emerken ellerinin ve ayaklarının nasıl hareket ettiğini, emziğin düşerken nasıl tepki verdiğini ve daha sayısız anlarını kaydetsin diye paralanıp, öte yandan da çorabını hırkasını, elbiselerini tek tek koklayıp hiç birini sana benim alamadığımı bilerek hücreye nasıl bir çuval halinde döndüğümün ise… ruhumun giyotine gerili hali silinmez şekliyle kıymetli ateşten bir alfabeyle…
Sana belki de hiçbir zaman anlatamayacağımız bir zalimce gerekçesizlik gerekçesiyle burada tutulmam, senden ayrı olmam anneni zulüm kölesi bir dünyada yalnız başına bırakmış olmam ve daha bir yığın şeyin hesabını verecek bir vicdanın olmadığını, dahası olsa bile bunun kaybettiklerimiz ve yaşadıklarımızın telafisi asla olmayacağını bilerek var olmayı sürdürmek de başka bir ölme biçimi.
Güzel penguenim, şimdi masalın neresindeyim, gerisini getirebilecek miyim bilmiyorum.
Gönlümün sularına, yüzümüzün ve ruhumuzun kıblesine daim bir bayram sabahı bahtı olarak düştüğün hakikatini eşsiz bir muştu bilip kainatın ruhuna şükranlarımı sunmaya devam edeceğim.
Bunu yapmak için onun, vekili güneşe bakmak için aya sığınmak için başımı her kaldırdığımda alnımın ortasından lanet olası tel örgülere takılmayacağım sabahın gelmesini daha ne kadar bekleyeceğimi bilmiyorum. Velakin senden, (olmayan) babalık hakkın olarak, tek bir seni daha ne kadar ziyaret saati kadar mahsus mahalde uyutmak zorunda kalacağız bilemesek ve kahrolsak da, o güzel atlara binip kendi sularımıza karışacağımız gün gelene kadar, ne olursun, yavaş büyü kızım… (olmayan) Babalık hakkım hatırına, yavaş…
Seni çok seven ve çok özleyen Baban…
* Silvia Plath'ın “Magi” şiirinden