Beni tanıyanlar bilir, geçtiğimiz üç haftaya kadar, evle ilişkim yok denecek kadar azdı. Hemen hemen hiçbir öğünümü evde yemezdim. Geçen yıl buzdolabı bakarken, benimle ilgilenen satış elemanı “bu beğendiğimiz çok küçük, sığabileceğinize emin misiniz?”, diye sorduğunda, “ben evde hiç yokum ki… Bu benim için fazla bile”, demiştim gülerek. Ortalama bir günde, sabah sekiz gibi evden çıkıyor ve 10.00 sularında eve dönüyordum—koşu, dersler, toplantılar, konuşmalar, kültür sanat etkinlikleri, derken akşam oluveriyordu… Pillow olmasa tam yatma saatimde gelirdim büyük ihtimalle. Haftasonları da en az haftaiçi kadar etkinlik-yoğun geçiyordu. Arada kızımla balkonda kahvaltı etme fırsatı buluyorduk, o kadar. Tabii bir seyahatler vardı… Günübirlik Ankaralar, tek günlük Londralar, 2 günlük NYlar… Ortama bir bir günde karşılaştığım, konuştuğum, sosyalleştiğim, tanıştığım insan onlarca insan… Takvimimde üst üste binen etkinlikler…
Sonra, ansızın, takvimindeki etkinlikler birer birer yok olmaya başladı… Önce uzun zamandır hazırlandığım koşu yarışları: İstanbul Yarı Maratonu, Belgrad Maratonu… Sonra aylarca önce bilet aldığım oyunlar: Güle Güle Diva, Manik Atak… Jurisinde olduğum etkinlikler: Altın Pusula Ödülleri, Sürdürülebilir Markalar Konferansı… Ali Ercan ile İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde yapacağım konuşma… New York’da, Muhtar Kent ve Hamdi Ulukaya ev sahipliğinde gerçekleşesek, sivil toplum için kaynak yaratmaya yönelik gala… Ancak bunlar içinde bir tanesi vardı ki, iptal edileceğine emin olduğum halde, son ana kadar takvimimden silemedim: Brezilya’dan İsveç’e çok sayıda akademisyen ve sanatçı dostumla birlikte yazdığımız kitabın Londra’da gerçekleşecek lansmanı… Sonuncusu da iptal olup takvimimden kalkınca kendimi Eternal Sunshine of the Spotless Mind’da,* Jim Carry’nin oynadığı Joel karateri gibi hissettim. O da tıpkı benim takvimimdeki etkinliklere tutunmaya çalıştığım gibi, yok olmakta olan hatıralarına tutunmaya çalışıyordu, hatırlıyor musunuz?
Sonra sıra, sırasıyla, yüz yüze verdiğim derslere, toplu Adım Adım antrenmalarına, birkaç arkadaşımla birlikte yaptığım sahil koşularına, kızım ve annemle, artık kendimizi evimizde hissettiğimiz mekanlarda, yediğimiz yemeklere, babam ve kardeşimle haftalık buluşmalarıma, bir aylık yeğenim Neva’yı ziyaretlerime geldi…
Ve sonunda Pillow ve ben kaldık—ve babasında olmadığı zamanlarda bize katılan Izzy. Evde. Zamanım vardı, evet. Belki de hiç olmadığı kadar ama bu kadar zamanla ne yapabileceğim konusunda en küçük bir fikrim yoktu…
Öğrencilerim yoktu, arkadaşlarım, konserler, tiyatrolar, konuşmalar, her sabah içtiğim soya sütlü latte yoktu. Bir hafta “kaybettiklerimin” ve “göremediklerimin” yasını tutarak geçti. Sonra ne mi oldu? Bakış açımı değiştirdim. Yıllardır kayıpların, güçlüklerin büyüme fırsatı olduğunu anlatıyordum. “Bu süreçte kendimle ilgili ne keşfettim?”, diye sorun kendinize diyordum. O soruyu kendime sordum. Gerekirse üç öğün yemek ve ütü yapabileceğimi, cam silebileceğimi, 24 saat kapının önüne bile çıkmadan evde durursam bana bir şey olmayacağını, online eğitim sırasında da öğrencilerimin gözünün içine bakıp onlarla keyifli bir diyalog kurabileceğimi, video kurgulayabileceğimi, Instagram üzerinden, iki farklı şehirdeki arkadaşımla birlikte canlı yayın yapabileceğimi, sahaya çıkmadan sosyal fayda ve kaynak yaratabileceğimi, Gülsin Onay’ı Twitter üzerinden de büyük keyifle izleyebileceğimi keşfettim. Bu keşif süreci devam ediyor… Tabii sosyal bilimci yanım da hiç susmuyor. “Bu süreç kamusal ve özel alan kavramlarına, haftaiçi ve haftasonu ayrımına, uzaklık ve yakın olmaya bakış açımızı, iş yapma pratiklerimizi nasıl değiştirecek?” diye düşünüp notlar alıyorum sürekli. Karantinanın estetiğine dair unsurları topluyorum bir yandan da. Tüm bu süreç içinde bana en iyi gelen ne biliyor musunuz? Dostlarım, hayal ortaklarım ile birlikte, içinde bulunduğumuz durumu başkaları için daha yaşanılır hale getirmek için harcadığımız saatler, hayata geçirmek üzere olduğumuz projeler.
Takvimime gelince, hızla doluyor. Derslerle, tez öğrencilerimle görüşlemlerle, jürilerle, toplantılarla, konuşmalarla, eğitimlerle, program çekimleri ile… Buz dolabımı merak eden varsa, evet, gerçekten küçükmüş.
*Yönetmenliğini Michel Gondry’nin üstlendiği, başrollerini Jim Carrey ve Kate Winslet’ın paylaştığı Türyiye’de Sil Baştan adıyla gösterime giren 2004 yapımı film
31 Mart 2020, Bebek