Genel

‘Parti kapatma yaptırımını, aşırı ölçüde uygulayan başka bir örnek yok’

Yazan: HaberVs

Alper Görmüşagormus@medyakronik.com Demokrasiyle parti kapatma arasında nasıl bir ilişki var? Demokratik düzenlerin, parti kapatma yasağına yer vermesi şart mıdır Demokrasi ile siyasi partilerin kapatılması yasağı arasında, doğrudan doğruya ilişki kurmak mümkün değildir. Demokrasinin ampirik örnekleri arasında, parti yasağına yer vermeyen ülkeler mevcuttur. İngiltere, Hollanda ve İskandinav ülkelerinde parti yasağı olmadığı halde, bunların hepsi güçlü demokrasiler […]

Alper Görmüş
agormus@medyakronik.com

Demokrasiyle parti kapatma arasında nasıl bir ilişki var? Demokratik düzenlerin, parti kapatma yasağına yer vermesi şart mıdır

Demokrasi ile siyasi partilerin kapatılması yasağı arasında, doğrudan doğruya ilişki kurmak mümkün değildir. Demokrasinin ampirik örnekleri arasında, parti yasağına yer vermeyen ülkeler mevcuttur. İngiltere, Hollanda ve İskandinav ülkelerinde parti yasağı olmadığı halde, bunların hepsi güçlü demokrasiler arasında değerlendirilmektedir. Buna karşılık, parti kapatma yaptırımını, Türkiye gibi aşırı ölçüde uygulayan başka bir örnek bulma olanağı mevcut değildir. Siyasi partilerin kapatılması yaptırımı, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, ilk kez Alman Anayasası ile kabul edilmiştir. O tarihten bu yana, Almanya’da sadece iki siyasi parti kapatılmıştır. Bunlardan biri, ırkçı parti diğeri ise komünist partidir. 1956’dan bu yana, Almanya’da herhangi bir siyasi parti kapatılmamıştır. Alman hukukundan mülhem olarak kapatma yaptırımına yer veren başka bir örnek ise, İspanya’dır. İspanya’da ise bu yaptırım, sadece bir kez, terör örgütü ile organik ilişkisi kanıtlanan Batasuna Partisi için uygulanmıştır.
Türkiye’ye gelince, 1961 Anayasası’ndan bu yana, benimsenen militan demokrasi anlayışı çerçevesinde, toplam 26 siyasi parti kapatılmıştır. Bunlardan altısı, 1961 Anayasası döneminde, 18’i ise, 1982 Anayasası döneminde gerçekleşmiştir. Bu rakamlara bir de askeri yönetim dönemlerindeki parti kapatma uygulamaları eklenirse, Türkiye’nin gerçek bir siyasi partiler mezarlığı olduğu anlaşılacaktır.
Türkiye, 1954’te Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) onaylamış, 1987’de bu Sözleşmenin yer verdiği bireysel başvuru mekanizmasını, 1990’da ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararlarının bağlayıcılığını kabul etmiştir. 1987’den sonra Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kapatma kararlarıyla ilgili olarak, AİHM’ye yapılan başvuruların hepsi, Türkiye’nin bu kapatma kararlarıyla, Sözleşmeyi ihlal ettiği şeklinde sonuçlanmıştır. Bunlardan sadece Refah Partisi ile ilgili kapatma kararı, Sözleşmeye uygun görülmüştür. Anılan kararlarında AİHM, Türk Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kapatma kararlarını, Sözleşmenin 10. maddesindeki ifade hürriyetinin ve 11. maddesindeki örgüt kurma hürriyetinin ihlali olarak değerlendirmiştir. Sözleşmeyi ihlalin sonuçlarından biri, tazminat mükellefiyetidir. Bu ihlal fiillerinin devamlılığı ise, Avrupa Konseyi üyeliğinden ihracı gerektirecek bir siyasi ve hukuki sonuca da yol açabilir.
Sözleşme, taraf devletlere Sözleşme hükümlerinin gereğini yerine getirme yükümlülüğü yüklemektedir. Yani taraf devletlerin yasama organı, Sözleşmenin gerektirdiği anayasal ve yasal reformları yapmakla, yürütme organı bu reformları uygulamakla, yargı organları ise, kararlarını AİHS hükümlerine, AİHM kararlarına ve ulusal hukukun normlarına uygun olarak vermek zorundadır.
Türkiye’nin üç temel organı da, Sözleşmeden doğan yükümlülüklerin icaplarını yerine getirmemektedir. Bu tür bir ihmal, aslında sadece Sözleşme hükümlerinin değil, demokrasinin evrensel standartlarının ihlalidir. Çünkü, demokrasinin diğer değişkenler yanında asli bir unsuru, temel politikaların, halkın oyu ile belirlenen organlar tarafından tespit edilmesidir. Kısacası demokrasi, temsil esasına dayanan bir yönetimi ifade etmektedir. Böylesine sık verilen parti kapatma kararları, demokrasinin temsil boyutunun ihlalidir. Bu boyutun ihlali, aynı zamanda Avrupa Birliği (AB) sürecinin temel şartları arasında yer alan, Kopenhag Siyasi Kriterlerinin ihlali anlamına gelmektedir. Bu kriterler, insan hakları alanının genişletilmesi ve güçlendirilmesi, hukukun üstünlüğü ve hukuk devletinin tüm mekanizmalarının inşası ve demokratik temsil mekanizmalarının kurulup, işletilmesidir.
Sonuç olarak Türkiye, demokrasisini savunmak ve korumak gerekçesiyle, sıkça verdiği siyasi partilerin kapatılması kararlarıyla, üyesi bulunduğu Avrupa Konseyi’nin temel normlarını, AB sürecinin yerine getirmekle yükümlü olduğu ön şartlarını ve nihayet demokrasinin evrensel standartlarını ihlal etmektedir. Bu ihlal sürecinin devamı, Türkiye’yi demokratik dünyanın bir parçası olma hedefinden tümüyle koparacaktır.

Dünyada, hiç parti kapatmamış demokratik ülkeler olduğunu biliyoruz. Peki, yasalarında parti kapatma düzenlemesi bulunmayan ülkeler de var mı? Varsa eğer, bu ülkeler “ırkçılık, şiddet, cins ayrımcılığı” gibi, demokrasilerin izin vermediği değerler üzerinden siyaset yapan partilerle nasıl mücadele ediyorlar?

Anayasalarında veya kanunlarında, siyasi parti kapatma yasağına yer vermeyen örnekler var. Bu örneklerde sorunun çözümü, örgüt kurma hakkını düzenleyen anayasa hükümleri ve örgüt kurma hakkının bir biçimi olan, derneklere ilişkin mevzuat çerçevesinde sağlanmaktadır. Güçlü demokrasiler, demokrasinin kurallarıyla bağdaşmayan politikalara yönelen partileri, seçimler aracılığıyla tasfiye etmektedir. Şüphesiz seçim mekanizması, demokratik olmayan partiler için değil, programlarından ve politikalarından halkın hoşnut olmadığı tüm partiler için işleyen en güçlü mekanizmadır.

Hangi tip demokrasiler daha güçlüdür: Yasalarında parti kapatmayı düzenleyenler mi, yoksa böyle bir düzenlemeye ihtiyaç duymayanlar mı

Bu soruya sadece siyasi partiler yönünden cevap vermek, doğru olmayacaktır. Soruyu, yasakçılıkla demokrasi arasında ne tür bir ilişki vardır, şekline dönüştürebiliriz. Demokrasi, pek çok unsur yanında, geniş anayasal özgürlüklerin tanınmasını ve bunların güvence altına alınmasını gerektirir. Şüphesiz bu tanım, demokrasilerde özgürlüklerin sınırsız olduğu anlamına gelmemektedir. Demokrasilerde kural olan, özgürlüklerin tanınması, istisna olan ise bunların sınırlanmalarıdır. Demokrasi ile otoritarizmi birbirinden ayıran önemli bir nokta, bu iki siyasal düzende, sınırlama için izlenen yöntemin farklı olmasıdır. Demokrasilerde bir istisna olan sınırlamalar, ancak anayasal yöntemlere ve anayasaya uygun olarak yürürlük bulabilirler. Kısacası, kişiler, kurumlar ve olayların niteliği dikkate alınarak, keyfi sınırlama rejimleri kabul edilemez. Otoriter sistemlerde ise asıl olan, sınırlamalardır. Bu nedenle, sınırlamalarda keyfilik hâakimdir. Sınırlamanın, önceden öngörülebilir sınırları mevcut değildir. Konuyu Türkiye bağlamında değerlendirirsek, 1982 Anayasası, sınırlamaların asıl, özgürlüklerin ise istisna oldukları bir sistem yaratmıştır. 1987’den bu yana yapılan 15 Anayasa değişikliği, Anayasanın otoriter ruhunu bir ölçüde değiştirmiştir. Ancak bundan daha önemli olan bir nokta, demokratikleşme reformlarının, hukuku uygulayan kadrolarda zihniyet değişikliği yaratmamış olmasıdır. Bütün bu anayasal reformlar, hukuk uygulayıcıları tarafından dikkate alınacak olsaydı, Türkiye hiç şüphe yok ki, daha liberal ve demokratik bir atmosfere sahip olurdu.

AK Parti’nin, kendisiyle ilgili bir kapatma davası sürerken, Anayasa’yı partilerin kapatılmasını zorlaştıran yönde değiştirme girişiminin hukuki ve ahlaki meşruiyetinin olmayacağı savunuluyor…

Siyasi partilerin kapatılması davası, kendine özgü bir dava biçimi olarak yorumlanmaktadır. Böyle olmakla birlikte, bu davanın neticesinde verilen kapatma kararı, teknik açıdan bir siyasi cezayı ifade etmektedir. Çünkü kapatma kararıyla birlikte, hakkında bu karar alınan siyasi partinin tüzel kişiliği sona ermektedir. Bu sebeple hukuk teorisi ve uygulamasında, siyasi partilerin kapatılması yaptırımı bir ceza normu olarak düşünülmekte, kapatmaya ilişkin yargılama süreci ise, bir ceza yargılaması şeklinde kabul edilmektedir. Sonuç olarak, kapatma davalarına ilişkin tüm meseleleri bu perspektifte değerlendirmek gerekir. Nitekim, Anayasa Mahkemesinin Kuruluş Kanunu da bu noktadan mülhem olarak, kapatma davalarının, Ceza Yargılaması Usulü Kanunu’na göre görüleceği şeklinde bir hükme yer vermiştir. Hakkında kapatma davası açılan bir parti ise ceza hukukunun perspektifi içinde düşünüldüğü zaman, sanık konumundadır. Bilindiği gibi sanık, hakkında, bir suç işlediği isnadı ile ceza davası açılan kişidir. Ceza yargılaması sonunda, suçun işlendiğine hükmedilerek, sanıklık sıfatı, hükümlülüğe dönüşebilir veya isnadın doğru olmadığı tespit edilerek, sanığın beraatına karar verilebilir. Hukuk devleti ilkesini benimseyen bir anayasa düzeninde, sanığın masumiyeti karinesi mevcuttur. Diğer bir deyişle sanık, hakkındaki suç isnadı hükme bağlanıncaya kadar, suçu işlemediği varsayılan kişidir. Bu tür bir karinenin varlığı, bireyi, devlet otoritesinin en güçlü tezahürü olan ceza yargılaması sürecinde ve bu sürecin sonunda verilecek mahkûmiyet veya beraat kararına kadar korumaktadır. Gerçek ve tüzel kişilerin hayatları süresince, dostları olduğu kadar hasımları da olabilir. Hasımlarının, hukuki ve fiili mesnetten yoksun suç isnatlarına karşı, gerçek ve tüzel kişileri koruyabilmek için sanığın masumiyeti karinesi kabul edilir. Buradaki hasım sıfatı, Cumhuriyetbaşsavcısına değil, onu, bir suçun işlendiği yolunda doğru veya yanlış olarak bilgilendiren geniş bir kitleye referans vermektedir. Hakkında kapatma davası açılan bir siyasi parti, suç isnadı ile karşı karşıya kalan, anayasayı ihlal ettiği iddia edilen bir sanık konumundadır. Anayasamızın ikinci maddesi, Cumhuriyetin nitelikleri arasında, hukuk devleti ilkesine de yer vermiştir. Otuz sekizinci madde ise bu ilkenin gereği olan ceza hukuku prensiplerini düzenlemektedir. Bu prensiplerden biri ise sanığın masumiyeti karinesidir. Şu halde, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), hakkında kapatma kararı verilinceye kadar Anayasamızın ilgili maddeleri gereğince masumdur. Bu nedenle, AKP’nin parlamento çoğunluğu, Anayasanın kendisine verdiği tüm yetkileri kullanabilir, Anayasa’yı ve kanunları değiştirmek, bu yetkilerden sadece bir kısmıdır. Demokratikleşme amacıyla yapılacak anayasa değişikliklerinin veya yasal değişikliklerin bir meşruiyet tartışması yaratması, söz konusu değildir.
Bu noktada öne sürülen argümanlardan biri de, görülmekte olan bir davanın sonuçları üzerinde etkili olacak bir anayasal veya yasal reformun yapılamayacağı şeklindedir. Bu iddia, gerçekçi olmadığı gibi hukuki temelden de yoksundur. Devletin üç temel organı vardır. Bunlar eş zamanlı olarak fonksiyonlarını icra ederler. Bu organlardan birinin, fonksiyonlarını yerine getirebilmesi için diğerlerinin geçici olarak fonksiyonlarını sona erdirmesi düşünülemez. Değişimin hızla yaşandığı, hukuk düzeninin kendini bu değişime uyarlamak için hızla reformize olduğu bir ortamda, yasa koyucunun yaptığı anayasal ve yasal değişiklikler, ülke üzerinde yürütülen pek çok yargılama faaliyeti bakımından, şu veya bu biçimde etkili olmaktadır. Türkiye, 2004 yılında Anayasanın 90. maddesinde değişiklik yaparak, temel hak ve hürriyetlere ilişkin milletlerarası andlaşmaları, kanunların üzerinde bir statüye yükseltmiştir. Bu değişiklik, ülke düzeyinde yürütülmekte olan pek çok özel hukuk ve kamu hukuku davası üzerinde çok etkili sonuçlar doğurmuştur. Bugün Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 301. maddesi değiştirilecek olsa, bu yöndeki bir değişiklik, pek çok ceza davası üzerinde etkili sonuçlar doğuracaktır. Sonuçta AKP’nin, siyasi partilerin kapatılmasını zorlaştıracak bir anayasa değişikliğini, parlamento gündemine taşıması, hukuka aykırı değildir. Türk pozitif hukukunda, yasama yetkisinin genelliği ilkesi mevcuttur. Bu ilke, yasama yetkisinin konu yönünden sınırlanmadığı anlamına gelmektedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), Anayasaya aykırı olmadıkça, her konuda kanun çıkarabilir. Anayasa değişiklikleri de özel nitelikli kanunlar olduklarından, aynı ilkenin kapsamında değerlendirilmelidir.
Öte yandan, Anayasanın 138. maddesi gereğince, yasama organında görülmekte olan bir dava ile ilgili soru sorulamayacağı, görüşme yapılamayacağı kuralı da, TBMM’nin siyasi partilerin kapatılmalarını zorlaştıran bir hukuk reformu yapamayacağı anlamına gelmez. 138. madde, görülmekte olan bir davanın sonuçlarını, yani yargıçların karar verme istikametini yönlendirecek tarzda, soru sorulamayacağı ve görüşme yapılamayacağı anlamındadır. Örneğin, muhalefet partileri, AKP’ye soru önergesi vererek, savcının iddianamesinde yer verilen hususları açıklamasını talep edemezler.
Bütün bu açıklamalar, TBMM’nin siyasi partilerle ilgili bir reform paketini görüşmek ve kabul etmek konusunda, Anayasal bir engelin olmadığını göstermektedir. Öte yandan, AİHM’nin Türkiye ile ilgili verdiği kararlar, Türkiye’de siyasi partilerin demokratikleştirilmesini, parti yasaklarının Sözleşmeye uygun hale getirilmesini gerektirmektedir. Bundan başka Türkiye, AB süreci içinde de, siyasi partiler alanı dahil olmak üzere, pek çok alanda demokratikleşme reformları yapmak, Kopenhag Siyasi Kriterlerine uygun bir hukuk düzeni yaratmak zorundadır. Şu halde demokratikleşme, Türkiye’nin erteleyemeyeceği bir ihtiyaçtır. Ancak AKP’nin, demokratikleşmenin diğer boyutlarını ihmal ederek, sadece siyasi partiler reformuna odaklanması etik değildir. Parti kapatmayı güçleştiren bir anayasa reformunun, daha geniş bir demokratikleşme reformu içinde ele alınması gerekir. Bu açıdan, AKP’nin izleyeceği en rasyonel strateji, kendi tabanının talep etmediği ancak toplumun başka kesimlerinin talep ettiği, geniş bir demokratikleşme paketi hazırlamaktır. Örneğin, zorunlu din dersi uygulamasının sona erdirilmesini, bu derslerin seçimlik hale getirilmesini sağlayacak bir anayasa değişikliği önerisi, AKP tabanının talep etmediği ama toplumun önemli bir kesiminin arzu ettiği bir değişiklik olacaktır. Bundan başka, yüzde 10 seçim barajının olumsuz sonuçlarını bertaraf etmeye yönelik, baraj uygulamasının yer almadığı, Türkiye milletvekilliği statüsünün yaratılması, benzer bir değişiklik önerisi olabilir. Öte yandan, uzun süreden beri ertelenen ifade hürriyetini güvence altına almaya yönelik reformlar, TCK 301’de yapılacak değişiklik de dahil olmak üzere düşünülebilir. Nihayet anayasanın, hukuk devleti ilkesiyle çelişkili, yargı bağışıklığına yer veren düzenlemelerinde, bu bağışıklıkları sona erdirmeye yönelik değişikliklerin yapılması da böyle bir pakete ilave edilebilir. Bu tür bir strateji, AKP’ye, demokratikleşmenin gerektirdiği, ancak parlamento içinde elde edilmesi güç görünen uzlaşmayı, toplum temelinde elde etme fırsatı sunacaktır. Böylece AKP, bir yandan, merkezin sağ ve sol iki kanadında yer alan, demokratik bir parti görüntüsü kazanırken, bir yandan da parti yasaklarını kaldırmaya ilişkin anayasa reformu, etik bakımdan savunulabilir bir temele oturacaktır. Böyle bir tutum, Türkiye’de ve dünyada demokrasi taraftarı olan aktörlerin, AKP üzerindeki desteklerini artıracaktır. Ümit ederim ki, Türkiye demokrasi ayıplarından daha güçlenen bir demokrasi yaratarak kurtulma fırsatını, doğru değerlendirebilir.

Yargıtay Başsavcısı’nın ilk açıklamasından sonra bazı hukukçular, sırf Cumhurbaşkanı’nı da kapsam içine aldığı gerekçesiyle bile iddianamenin reddedilmesi gerektiğini öne sürmüşlerdi. Ama mahkeme ona ilişkin suçlamayı da dikkate almaya karar verdi. Bu tartışmadaki yaklaşımınızı öğrenebilir miyiz?

Parlamenter demokrasilerde, devlet başkanının cezai sorumsuzluğu, temel prensiptir. Türkiye de, parlamentarizmi benimseyen bir anayasa düzenine sahiptir. Bu yüzden Anayasamızın 105. maddesi, cumhurbaşkanının sorumsuzluğu esasını benimsemiştir. Bunun yegâne istisnası, aynı maddenin son fıkrasında hükme bağlanmıştır. Bu hükme göre, TBMM üye tam sayısının üçte biri, cumhurbaşkanının vatana ihanet sebebiyle yargılanmasını önerebilir. TBMM üye tam sayısının dörtte üçü bu öneriyi kabul ederse, cumhurbaşkanı yüce divana sevk edilerek yargılanabilir. Sözü geçen iddianamede, Anayasanın bu açık hükmüne aykırı olarak, cumhurbaşkanının yargılanması istenmektedir.
Öte yandan, Anayasamızın siyasi partilere ilişkin 68 ve 69. maddelerinde, cumhurbaşkanını içine alan bir hüküm bulunmamaktadır. Bu maddelere göre, bir siyasi partinin kapatılması halinde, kapatma kararına bazı hukuki sonuçlar bağlanmaktadır. Bu hukuki sonuçlardan biri de, Anayasanın 84. maddesi ve 69. maddeleri gereğince, kapatma kararına eylem ve beyanlarıyla sebep olan parti üyeleri için ön görülen yaptırımlardır. 84. madde gereğince kapatma kararına eylem ve beyanlarıyla sebep olan milletvekillerinin milletvekilliği statüleri, otomatik olarak sona ermektedir. 69. maddeye göre ise, kapatma kararına eylem ve beyanlarıyla sebep olanlar, beş yıl süreyle bir siyasi partinin kurucusu ve üyesi olamazlar. Anayasamızın 101. maddesinin son fıkrası, cumhurbaşkanı seçilen kişi milletvekili ise milletvekilliği sona erer, partisiyle de ilişiği kesilir hükmüne yer vermektedir. Bütün bu Anayasa kuralları dikkate alındığında, Sayın Gül ancak, 105. maddenin son fıkra hükmüne uygun olarak yargılanabilir. Kendisi milletvekili olmadığı ve partisiyle ilişiği kesildiği için, muhtemel bir kapatma kararının hukuki sonuçlarından, hiçbir biçimde etkilenmez. Üstelik burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta da, kapatma kararını takiben 84 ve 69. maddeler gereğince uygulanan siyasi yasakların, AİHM tarafından, Türkiye’nin de taraf olduğu AİHM’nin 1 No’lu Protokolünün 3. maddesine aykırı bulunmasıdır.

Şu yaşadığımız sürecin Siyasi Partiler Kanunu’na ilişkin uzantıları da var herhalde… Bu çerçevede nasıl bir değişikliğe ihtiyacımız var?

Yürürlükte bulunan Siyasi Partiler Kanunu (SPK), Milli Güvenlik Konseyi tarafından kabul edilmiştir. Bu nedenle, sözü geçen Kanunda, askeri yönetimin olağanüstü atmosferinden kaynaklanan aşırı yasaklar mevcuttur. Üstelik bu yasaklar, otoriter bir ruhla kaleme alınan, 1982 Anayasasına dahi aykırıdır. Bu yüzden SPK’nın, daha liberal ve demokratik bir zihniyetle kaleme alınmasında zaruret vardır. Bütün bunlara ek olarak, 1999’dan bu yana AB organlarının Türkiye için yayınladıkları İlerleme Raporunda, Türkiye’nin siyasi partiler reformu yapması gerektiği, özel surette vurgulanmaktadır. Nihayet, Avrupa Konseyi’ne üyelik statüsü de Türkiye için, siyasi partileri de içine alan demokratikleşme reformlarını gerektirmektedir. Bu reformlar, Anayasa hükümlerini ve SPK’yı içine almalıdır. Burada özellikle vurgulanması gereken bir husus, mevcut SPK’nın, muhtelif değişikliklerle reformize edilmesinin hayli güç olması meselesidir. Bu yüzden SPK, demokratik ve liberal bir ruhla, tümüyle yeniden yazılmalıdır.

Yorum yazın