Zehra Kafkaslı
İtalyan tiyatro yazarı, tragedyanın öncü isimlerinden sayılan Vittorio Alfieri’nin ünlü sözü anlamını, kuşkusuz, savaştan bahsedildiğinde bulur: “Cesaret ölmekle değil, yaşamakla ölçülür!”.
Yıllardır, “Her Türk Asker Doğar”, “Asker-millet” vs. gibi sloganlarla ve “Emre İtaatsizlik”, “Emre İtaatsizlikte Israr”, “Halkı Askerlikten Soğutma” gibi kanunlarla erkekliğin, militarizmin ve bunlara paralel olarak da siyasi iktidarın mevcut yapısıyla sürekliliğinin sağlanmaya çalışıldığı cennet vatanımızda, yaşamanın ne çeşit bir cesaret istediğini anlamak çok güç değil. Tüm bu dayatmalara karşı durarak yaşamak…
Vicdani ret ya da sivil itaatsizlikte sorunsal, ölmekten korkmakla değil, öldürmekten kaçınmakla ilgilidir. Savaş alanı, aslında bütün o çatışmanın sebebi olan siyasetten tam da arınılan yerdir. Taraflar karşı karşıya geldiklerinde bütün o “âli amaçların” ötesinde çok temel bir şey için savaşırlar: Hayatta kalmak. Ve hayatta kalmak için öldürmek zorunda kalırlar. Oysa bir siyasetin, stratejinin, çıkarın kazanması için kendi yaşamını ortaya koymak ve başka birinin yaşamına son vermek hiç de adil görünmüyor.
Vicdani Ret tüm dünyada, insan öldürmemek, şiddete, tehdide, korkuya veya kan dökmeye ortak olmamak için, resmi ideolojiyle aynı fikirde olmadığı için, dini ya da daha geniş bir kavram olan vicdani sebeplerle askere gitmeyi reddetmek olarak tanımlanıyor. Bu ve benzeri “itaatsizlik” durumlarında kilit kavram vicdandır. Bütün bu ret ve kurala uymama, resmi kararı reddetme ya da zorlamaya karşı direnmenin temelinde, insanın özü ve belki tek cevheri olan “vicdan” yatar. Bu nedenle, kanuni ya da kanunsuz, vicdani nedenlerle herhangi bir resmi zorunluluğu yerine getirmeyi reddedenin karşısında durmak barbarlık değil de nedir?
İşte bu vicdani direnişçiler, itaatsizler tam da bugün, 15 Mayıs’ta Dünya Vicdani Retçiler gününü kutluyorlar. Dünyanın çeşitli ülkelerinde yapılan eylemlere Türkiyeli vicdani retçiler 17-18 ve 20 Mayıs tarihlerinde yapılacak panel, toplantı ve sokak tiyatrosu ekinlikleriyle katılacaklar. Vicdani retçiler 20 Mayıs’ta Pazar günü “Ölmiycez! Öldürmiycez! Kimsenin askeri olmıycaz!” sloganıyla Taksim Gezi Parkı’nda da toplanacak.
Öldürmemek üzerine bir sorumluğun ilânı da denilebilecek olan “vicdani ret” kavramının ilk savunucusu, Türkiye’de 1989 yılında çıktı. Vicdani Retçilerin bugün, aslında 65 olan sayısı, bir kişinin isminin listeden çıkarılmasını istemesiyle 64 olarak görünüyor. Türkiye’deki vicdani retçiler arasında, militarizmin aynı zamanda cinsiyet ayrımcılığını da körüklediğini ve askere gitmenin yalnızca erkeklerin değil, oğulları, sevgilileri, kardeşleri, arkadaşları da askere gitmeye zorlanan kadınların da sorunu olduğunu düşünen 12 kadın var. Bugüne kadar 6 kişi retçi oldukları için yargılama, birliğe gönderilme ya da cezaevi süreci yaşadı; 9 kişi ise çeşitli şekillerde askerlik şubesine götürüldü. Bunların dışında Hakkari’de Meclise dilekçe yazarak vicdani nedenlerle askerlik yapmayacaklarını açıklayan üç genç daha var.
Bu yılın Türkiye’deki ve kendi ülkelerinde askeri hizmet zorunluluğu olmayan ülkelerin de verdiği destekle Avrupa’daki sembol isim Halil Savda oldu. 26 Kasım 2004’te askerlik yapması için götürüldüğü birlikte reddini açıklayan Halil Savda, bir ay hapis cezasının ardından tahliye oldu. Savda, 25 Ekim 2005 tarihinde AİHM’e ön başvuru yaparak ihtiyati tedbir alınmasını istedi. Ardından 7 Aralık 2006 günü Çorlu Askeri Mahkemesi’nde devam eden vicdani reddine ilişkin davaya katılmak üzere gittiği duruşmada tutuklanarak 7,5 ay daha cezaevinde kaldı. Bu dönem cezaevinde psikolojik ve fiziki işkenceye de maruz kaldığı çıkan haberler arasında yer aldı. Son olarak 27 Mart 2008’de yapılan basın açıklamasının ardından gözaltına alınan Halil Savda, önceki davalarından toplam 21,5 ay kesinleşen cezası bulunması gerekçe gösterilerek tutuklandı. Tutuklama kararı, Vicdani Ret İçin Avrupa Bürosu (EBCO) Atina’da yaptığı yıllık toplantıda protesto edildi. EBCO Başkanı Gerd Greune, genç insan hakları savunucusuna ve askeri hizmete karşı vicdani tutumuna saygı gösterilmesini beklediklerini belirtti.
Halil Savda ile ilgili son gelişme ise herkesi şaşırttı. Savda zorla götürüldüğü psikolojik muayene sonucunda “askerlikten muaf” sayıldı. Muafiyet gerekçesi ise “sosyal kişilik bozukluğu” olarak açıklandı. Savda kalan cezasını (7,5 ay) doldurduktan sonra serbest kalacak. Bu sürecin sonlanması bir anlamda sevindirici olsa da diğer yandan askere gitmeyi reddetmenin ise “sosyal kişilik bozukluğu” olarak bilimsel raporlarla sabitlemenin, devlet ideolojisinin objektif olması gereken disiplinleri kendine göre nasıl şekillendirdiğinin bir göstergesi. Somut verilerin böyle yorumlanması İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya’sındaki doktorların uygulamalarını anımsatıyor. Ne kadar tehlikeli olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?!
Türkiye devletinin vicdani retçilere karşı açtığı savaş, Türk Ceza Yasasında “halkı askerlikten soğutma”, Askeri Ceza Yasası’nın da “emre itaatsizlik” ve “emre itaatsizlikte ısrar” gibi suçlarla defalarca yargılanmalarına neden oldu. Cezaevinde olmayanlar hiçbir resmi işlem yaptıramamak olarak özetlenebilecek ve “sivil ölüm” diye adlandırılan, evlenmek, çalışmak, çocuğunu nüfusuna geçirmek gibi haklardan mahrum bırakıldı. Son olarak da verilen doktor raporlarıyla vicdani ret eylemlerini marjinalize edilmeye devam ediliyor.
Türkiye, taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Kopenhag Kriterleri, Birleşmiş Milletler’in tavsiye kararları ile ulusal ve uluslararası taleplere yıllardır direniyor. T.C. Anayasası’nın “vatan hizmeti” başlığı altındaki tanımda askeri hizmet zorunlu olmadığı halde alternatif bir hizmet üretmemekte ısrar ediyor. Şiddetli baskılarla retçi olmaktan vazgeçiremediği ve kamuoyunda fazlaca sivrilenleri de bir takım raporlarla daha az dikkat çekici hale getirmeye çalışıyor.
Vicdani Ret eylemlerini geri püskürtmek yönünde gösterilen bu eşsiz çaba yerine belki vicdani gerekçeler anlaşılmaya çalışılsa ya da hırsızlık, cinayet gibi suçlarla hâkim ve savcı önüne gelenler konusunda kullanılabilen inisiyatifleri öldürmemek isteyenler yönünden de yeniden düşünseler bu çatışmalara da gerek kalmazdı.
Son olarak Birinci Dünya Savaşı’na katılan her ülkede mutlaka asker kaçakları da oluyordu. Tarihçi Eric Jan Züchrer’in aktardığına göre bu rakam ordudaki asker sayısının %2’sine kadar ulaşıyordu. Bir ülke hariç: Osmanlı Ordusundaki kaçakların oranı %20’lere varıyordu. Demek ki her Türk asker doğmuyormuş!