Gündem

15 yıldır unutulan darbe: 2 Mart

Yazan: Pınar Keleş - Burcu Soydan
Abdurrahman Antakyalı / AA

27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül derken 28 Şubat… Darbe yapmanın neredeyse geleneksel hale geldiği Türkiye’de adı anılmayan bir darbe daha var: 2 Mart 1994.

Demokratik Toplum Partisi (DTP) milletvekili Ahmet Türk, 24 Şubat günü TBMM’de yaptığı konuşmasına Kürtçe devam etmek isteyince Meclis TV tarafından sansürlendi. DTP Eşbaşkanı Türk’ün 21 Şubat Dünya Anadil Günü nedeniyle kendi anadiliyle yapmak istediği konuşmanın sansürcüsü ise bizzat TBMM Başkanı Köksal Toptan’dı. Konuyla ilgili bir açıklama yapan Toptan, içinde bir çok hukuki neden bulunan gerekçelerle konuşmanın yayımlanmasını sansürlediğini anlattı. Genelkurmay da daha sonra sert bir açıklama yaparak Türk’ü kınayarak yargının devreye girmesi gerektiğini “anımsattı”. Birbiri ardına yapılan açıklamalar ya da köşe yazılarında ise kimisi Türk’ü kınadı kimisi sansürcü zihniyeti. Tam da iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Kürt sorununa ilişkin bir dizi yeniliği hayata geçirdiği bugünlerde yaşanan bu olay Kürt sorununda en azından kültürel haklar boyutunda ne kadar yol alındığını da ortaya koydu.

TRT Şeş bi xêr be”

AKP’nin Kürt sorununun çözümü konusundaki en önemli hamlesi kuşkusuz ki devlet televizyonundan yapılan Kürtçe yayın. Öyle ki Başbakan Tayyip Erdoğan bile bu yeniliği, “TRT 6 hayırlı olsun” anlamına gelen, “TRT Şeş bi xêr be” şeklindeki Kürtçe sözlerle ifade etti. Sonrasında Erdoğan seçim gezilerinde gittiği Kürt illerinde benzer Kürtçe pankartlarla karşılandı ya da kendisi konuşmalarının içine Kürtçe sözcükler yerleştirmeye özen gösterdi. Yerel seçimlerin yaklaştığı şu günlerde Kürtçe açılımı en azından AKP için hız kesmeden devam ediyor. Hal böyle iken DTP’li Türk ise TBMM’de anadiliyle konuşma yapmak istediği için kimi kesimlerce linç edilmeye çalışıldı.

Meclis’ten cezaevine

Benzer bir süreç, Kürt sorununun tamamen silahla çözülmeye çalışıldığı 1990’lı yıllarda yaşanmıştı. Türkiye’deki kapatılan partiler kervanında hayli geniş bir yer tutan Kürt partilerinin kuşkusuz ki en meşhuru olan Demokrasi Partisi’nin (DEP) milletvekilleri TBMM’deki yemin törenini Kürtçe yapmak istedikleri için 10 yıllarını cezaevinde geçirmelerine neden olacak bir sürecin fitilini de ateşlemişlerdi. Adeta darbe günlerini anımsatan bir şekilde Meclis kapısından yaka paça gözaltına alınarak cezaevine konulan milletvekilleri 10 yıl sonrasında gün ışığı görebildiler tekrar. Aynı gelenekten gelen siyasetçiler yeniden Meclis’e de girebildi. Uzun lafın kısası Kürt sorunu bir çok iktidar ve siyasetçi eskitti. Böyle giderse eskitmeye de devam edecek. Askerin Kürt sorunu üzerinden kendini siyasetin göbeğine koyduğu Türkiye’de, toplumun üzerinden silindir gibi geçen 12 Eylül 1980 sonrasında sadece 28 Şubat 1997’de yaşananların darbe diye anılırken; 2 Mart 1994’ün bir darbeyi anımsattığını ise maalesef Kürt siyasetçilerden başka dillendiren olmadı.

28 Şubat darbe, peki 2 Mart?

Tam da Ahmet Türk’ün anadilini kullandığı için linç edilmeye çalışıldığı bu günlerde hem 28 Şubat hem de 2 Mart’ın yıldönümüydü. Gazete sayfalarında, köşe yazarlarının makalelerinde yine 28 Şubat darbesi eleştirildi ama 2 Mart darbesinden yine bahseden yoktu. Bu yüzden 2 Mart 1994’te yaşananların ne ifade ettiğini bizzat yaşayanlara ve kimi aydınlara sorduk. DEP’li milletvekillerinin gözaltına alınmasına samimiyetle karşı çıkan dönemin TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk ve yine dönemin İçişleri Bakanı Nahit Menteşe ise sorularımıza yanıt vermedi.

SHP listelerinden meclise, meclisten cezaevine

1991 seçimlerinde Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) listelerinden Meclis’e giren DEP’lilerin dokunulmazlığı Ankara DGM Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talebi üzerine 2 Mart 1994’de kaldırılmış Orhan Doğan ve Hatip Dicle TBMM çıkışında polislerce gözaltına alınmıştı. 2 gün sonra ise bu kez de Leyla Zana, Ahmet Türk, Sırrı Sakık ve bağımsız milletvekili Mahmut Alınak gözaltına alındı. Milletvekilleri yapılan sorgularının ardından 17 Mart’ta tutuklandı.
16 Haziran 1994′te Anayasa Mahkemesi, 7 Mayıs 1993′te kurulan Demokrasi Partisi’nin kapatılmasına ve 5′i cezaevinde bulunan 13 milletvekilinin tümünün dokunulmazlığının kaldırılmasına karar verdi. 1 Temmuz 1994′te Selim Sadak da gözaltına alındı ve 12 Temmuz’da tutuklandı. 3 Ağustos 1994′te tutuklu bulunan 6 eski milletvekiliyle başlayan DEP Davası, 8 Aralık 1994′te sonuçlandı.Savcılığın, eski Türk Ceza Kanunu’nun “yasadışı örgüt üyeliği” suçunu düzenleyen 168-2 ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun ceza artırımını öngören 5. maddesi uyarınca mahkûmuyit istediği Diyarbakır milletvekilleri Hatip Dicle ve Leyla Zana ile Şırnak milletvekilleri Orhan Doğan ve Selim Sadak’ın avukatları konuya ilişkin savunma bile yapamadan 15’er yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı ve karar Yargıtay’ca da onaylandı.

Yaklaşık 10 yıl cezaevinde kalan Leyla Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan ve Selim Sadak’ın 1996 yılında yaptığı başvuruyu 2001’de sonuçlandıran Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, başvurucuları yargılayan Ankara DGM’nin tarafsız ve bağımsız bir mahkeme olmadığını, karar duruşmasında suçun niteliğinin değiştirilmesine karşın, suçlamanın nitelik ve nedenlerinin sanıklara açık biçimde bildirilmediği ve kendilerine savunma hazırlamak için gerekli zaman ve kolaylık tanınmadığı, ayrıca ifadeleri karara esas alınan iddia şahitlerini duruşmada sorguya çekme ve dinleme imkanı verilmediğini tespit ederek, ‘adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine’ hükmetti.

AİHM kararlarını iç hukukta yargılanmanın yenilenmesi nedeni olarak kabul eden yasa değişikliği sonrası DEP’liler yargılanmanın yenilenmesi başvurusunda bulundular. Yargıtay, yeniden yargılamada 15′er yıl hapsi onaylanan eski DEP milletvekilleriyle ilgili kararın bozulmasını isteyen başsavcılık tebliğnamesinden iki gün sonra, avukatların tahliye istemini karara bağladı. 9. Ceza Dairesi, “gelinen safha ve cezaevinde geçen 10 yıl 3 ay 8 günlük süre”yi dikkatele alarak oybirliğiyle tahliye kararı verdi. Leyla Zana, Orhan Doğan, Hatip Dicle ve Selim Sadak, 9 Haziran 2004′te serbest bırakıldı.

“2 Mart darbesi Ergenekon sürecinin bir parçasıdır”
Hatip Dicle (DEP milletvekili)

2 Mart tıpkı 12 Eylül gibi askerin emir komuta zinciri içerisinde halkın temsilcilerine, iradeye el koyması olarak algılanmalıdır. 2 Mart 1994’te Türkiye halkının özgür oylarıyla seçilmiş kişiler, anayasa çiğnenerek Meclis’ten atıldı. Benim 6 dokunulmazlık dosyam vardı ama bir tek dosyamdan dokunulmazlık kaldırılmıştı. Kapıdaki polisleri bu konuda uyarmama rağmen beni apar topar gözaltına aldılar. Ayrıca mevcut anayasaya göre bizim bir hafta süre içerisinde anayasa mahkemesine itiraz etme hakkımız vardı. Bu bile beklenmedi. Ayrıca o gün meclisin içerisine polis girmemesi gerekirken, meclis, kulislerine kadar polisle doldu. Meclis tamamen abluka altına alındı. Arkadaşlarımızın üzerinde terör estirildi. Şimdi bu darbe değil de nedir? Halkın iradesine karşı yapılmış bir eylem değil de nedir? Bu nedenlerden ötürü 28 Şubat’a nasıl post-modern darbe deniyorsa 2 Mart da aynı şekilde Meclis’in iradesine karşı yapılmış bir eylemdir. Tüm Meclis iradesine karşı değildi belki ama Meclis’in bir kısmına karşı uygulanmıştır. O dönemde görev yapan Tansu Çiller, Mehmet Ağar gibi isimler önce Susurluk bugün de Ergenekon süreciyle ilişkilendiriliyor. Bu da 2 Mart’ın o dönem için bir derin devlet operasyonu olduğunu gösteriyor. Bu kapsamda 2 Mart darbesi bir anlamda Ergenekon sürecinin bir parçasıdır.

Ahmet Türk’ün, TBMM’de Kürtçe konuşmasına yönelik tepkilere baktığımızda o günden bu güne de pek bir şey değişti diyemeyiz. Her şeyden önce anayasa ve yasalarda gerekli ve yeterli bir değişiklik olmadı. Sayın Ahmet Türk’ün demokratik girişimi bile Meclis Başkanı tarafından bir anayasa ihlali olarak değerlendirdi. Eğer Kürtçe anayasa ihlaliyse neden Başbakan Kürtçe konuşuyor? TRT 6, 24 saat yayın yaparken TRT 3’ün 9 dakikalık yayını neden kesiliyor? TRT 6’da Başbakan’ın konuşmaları siyasi konuşmalar olduğu halde simültane çevriliyorken bir partinin genel başkanı Kürtçe konuştuğunda neden anayasa ihlali oluyor? Bunlar büyük çelişkiler. Bu olaylar, Kürtçeyle ilgili anayasal engellerin hala devam ettiğini, TRT 6’nın manipülasyon amaçlı seçimler yönelik olduğunu gösteriyor. Bu nedenle hâlâ 2 Mart süreci de Kürt sorunu ekseninde tartışılamıyor. Kürt sorununun henüz çözüm aşamasında olmadığı için “yara kaşınmak istenmiyor”.

Parlamentonun eliyle…”
Selim Sadak (DEP milletvekili)

Cumhuriyet tarihinden bugüne kadar çok değişik darbeler oldu. Parlamento dışı güçler, anti-demokratik güçler tarafından yapılmış darbelerdi. Ancak 2 Mart’ın parlamento tarafından oluşturulan gerçek bir darbe olduğunu ifade etmek istiyorum. 2 Mart kendi kimliğimizle siyaset yapıp halkımızın düşüncelerini ve gerçekliğini ifade ettiğimiz için bazı anti-demokratik anlayış ve güçlerin güdümünde parlamentonun parmaklarıyla oluşan bir darbedir. Ben, o gün kürsüye çıkarken şunu söylemiştim: “Sayın genel kurul, az önce bir arkadaşımın dokunulmazlığı için el kaldırdınız, bu arkadaşım ne yapmıştı bilen var mıdır?” Ses çıkmadı. “Suçu nedir, bilen var mıdır?” Ses çıkmadı. Peki, birazdan benim için el kaldıracaksınız evet veya hayır diye, ama evet için el kaldıracağınız kesindir, ben bu konuşmayı nerede yaptım? Benim konuşmamın içeriği neydi, bilen var mıdır?” Tek kişiden ses çıktı. Sorduklarımı tek bilen, dokunulmazlığın kaldırılmaması için oy kullanan Sayın İnönü’ydü. Kürsüye çıkarken şunu söylemişlerdi: “Yalnız, düşüncelerinizden ve konuşmalarınızdan dolayı dokunulmazlığınız kaldırılıyor.” Hemen hemen hepsi DEP’lilerin parlamento dışına atılması için oy kullandı. Bu da tarihte 2 Mart darbesi adıyla yer alan bir darbedir. Demokrasi tarihinin ayıplarından birisidir. Bana göre bir sivil darbe vardır, o da 2 Mart darbesidir.

AKP’liler televizyon kanallarında ve seçim meydanlarında Kürtçeyi kullanabiliyor ancak bunlar tartışılmıyor bile ama bir Kürt siyasetçi bunu yapmak isterse gördüğünüz gibi sorun oluyor. Öncelikle Kürtleri tarihleriyle sosyolojisiyle, ülkenin öz ve öz sahiplerinden olduğunu, kurulan Cumhuriyetin emekçilerinin arasında olduğunu bilerek ve Türkiye’nin üçte birinin Kürt nüfusuna sahip olduğunu görerek kabul edecekler. Bunları bildikten sonra da Ahmet Türk’ün de konuşmalarına tahammül etmeleri gerekiyor. Kürtçe konuşmanın kanuni olmadığını söylüyorlar. Biz bu kanunun, halkın gerçekliğine uygun olmadığını, insani olmadığını, doğanın gerçekliğine aykırı olduğunu söylüyoruz. Bu durumda, AKP’nin tutumunun da riyakarlık olduğunu düşünüyorum. “Başbakan konuşur bir şey olmaz, TRT Şeş televizyonunda Kürtçe konuşulur bir şey olmaz, ama bir Ahmet Türk, bir Selim Sadak, ama bir başkası kendi halkına bir mesaj verdiği zaman tepki göstereceksiniz, bunun kabul edilir bir yanı yoktur diyeceksiniz”. Bunlar çok acı şeylerdir. Bu sorunu Türkiye’nin gerçekliğine cevap olacak bir yöntemle çözmek gerekir. Türkiye, karanlık bir sürece girmeyi haketmiyor. Sayın Türk’ün parlamentodaki konuşması bir halkın özlemidir, halk da o konuşmayı büyük bir heyecanla, coşkuyla karşılamıştır. Herkesin buna tahammül etmesi gerekir. Ancak ikinci bir sivil darbeye mahal bırakmadan Kürt temsilcilerinin söylemlerine kulak verilmelidir. Başbakanın’ın söylediği bir sözcük, ya da TRT Şeş’te söylenen bir sözcük halk içinse, halkın bu talebini de, Kürtçe konuşabilme talebini karşılamak zorundalardır.

SHP listelerinden meclise, meclisten cezaevine

1991 seçimlerinde Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) listelerinden Meclis’e giren DEP’lilerin dokunulmazlığı Ankara DGM Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talebi üzerine 2 Mart 1994’de kaldırılmış Orhan Doğan ve Hatip Dicle TBMM çıkışında polislerce gözaltına alınmıştı. 2 gün sonra ise bu kez de Leyla Zana, Ahmet Türk, Sırrı Sakık ve bağımsız milletvekili Mahmut Alınak gözaltına alındı. Milletvekilleri yapılan sorgularının ardından 17 Mart’ta tutuklandı.
16 Haziran 1994′te Anayasa Mahkemesi, 7 Mayıs 1993′te kurulan Demokrasi Partisi’nin kapatılmasına ve 5′i cezaevinde bulunan 13 milletvekilinin tümünün dokunulmazlığının kaldırılmasına karar verdi. 1 Temmuz 1994′te Selim Sadak da gözaltına alındı ve 12 Temmuz’da tutuklandı. 3 Ağustos 1994′te tutuklu bulunan 6 eski milletvekiliyle başlayan DEP Davası, 8 Aralık 1994′te sonuçlandı.Savcılığın, eski Türk Ceza Kanunu’nun “yasadışı örgüt üyeliği” suçunu düzenleyen 168-2 ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun ceza artırımını öngören 5. maddesi uyarınca mahkûmuyit istediği Diyarbakır milletvekilleri Hatip Dicle ve Leyla Zana ile Şırnak milletvekilleri Orhan Doğan ve Selim Sadak’ın avukatları konuya ilişkin savunma bile yapamadan 15’er yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı ve karar Yargıtay’ca da onaylandı.

Yaklaşık 10 yıl cezaevinde kalan Leyla Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan ve Selim Sadak’ın 1996 yılında yaptığı başvuruyu 2001’de sonuçlandıran Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, başvurucuları yargılayan Ankara DGM’nin tarafsız ve bağımsız bir mahkeme olmadığını, karar duruşmasında suçun niteliğinin değiştirilmesine karşın, suçlamanın nitelik ve nedenlerinin sanıklara açık biçimde bildirilmediği ve kendilerine savunma hazırlamak için gerekli zaman ve kolaylık tanınmadığı, ayrıca ifadeleri karara esas alınan iddia şahitlerini duruşmada sorguya çekme ve dinleme imkanı verilmediğini tespit ederek, ‘adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine’ hükmetti.

AİHM kararlarını iç hukukta yargılanmanın yenilenmesi nedeni olarak kabul eden yasa değişikliği sonrası DEP’liler yargılanmanın yenilenmesi başvurusunda bulundular. Yargıtay, yeniden yargılamada 15′er yıl hapsi onaylanan eski DEP milletvekilleriyle ilgili kararın bozulmasını isteyen başsavcılık tebliğnamesinden iki gün sonra, avukatların tahliye istemini karara bağladı. 9. Ceza Dairesi, “gelinen safha ve cezaevinde geçen 10 yıl 3 ay 8 günlük süre”yi dikkatele alarak oybirliğiyle tahliye kararı verdi. Leyla Zana, Orhan Doğan, Hatip Dicle ve Selim Sadak, 9 Haziran 2004′te serbest bırakıldı.

2 Mart ancak 12 Eylül’le kıyaslanabilir”
Orhan Miroğlu (DTP’li siyasetçi ve Taraf gazetesi yazarı)

Kuşkusuz 28 Şubat, demokratik sürece bir askeri müdahaledir, ama sonuçları itibarıyla ‘müdahale edilene’ birkaç yıl sonra da iktidar yolunu açmış bir müdahaledir. Bu darbe sürecinden sonra islami hareket ‘mağdur’ konumda siyasi itibarını arttırmış, siyasi vitrinini yenilemiş ve bütün bunlar olup biterken, sistemle çok ciddi bir çatışma içinde olmamıştır. Sistem ve bu hareket birbirlerini karşılıklı olarak değiştirme- dönüştürme diyalektiği içinde olmuşlardır. 2 Mart’ın ise, sadece Kürt siyasi hareketine karşı bir devlet önlemi olarak düşünürseniz, ona darbe demeyebilirsiniz. Ama DEP’lilerin tutuklanarak cezaevine konulması, ardından bu partinin kapatılması, Kürt hareketinin siyasi aktörlerinin ülkeyi terk etmek zorunda kalması ve bütün bunlara bağlı olarak, Kürt hareketinde tarafların şiddet seçeneğinde bir hat izlemesinin yarattığı vahim sonuçların Türkiye’de sadece Kürtlere değil, ama bir bütün olarak demokrasiye ne kadar çok şey kaybettirdiğine ve zarar verdiğine bakılabilirse, bu operasyonun belki de 28 şubat darbesinden bile daha önemli bir ‘darbe’ olduğunu söylemek mümkündür. 2 Mart’a tarih içinde bir yer aramak gerekirse bunun 28 Şubattan ziyade, 12 Eylülle kıyaslanabilecek bir yerde olduğunu söyleyebilirim. Her ikisinin birbirine benzer sonuçları var ve her ikisinin sonuçları hala demokrasinin önünde ciddi engeller oluşturuyor.
Kürt sorununu, bütün tarihiyle birlikte, acısı yası, günahı ve sevabıyla birlikte Türkiye henüz tartışmaya hazır değil. Bu bağlamda 28 Şubatı tartışan ve her yıldönümünde hatırlayıp gündeme sokan güçlü bir medya var bugün. Kürtler böyle bir imkandan da yoksunlar maalesef. Sonra Kürtlere yapılanları meşru göstermeye çalışan bir siyasi kültür oluştu Türkiye’de ve bugün de hala çok güçlü. Şimdi Kürtlerin binlercesinin öldürülmesini görmezlikten gelen bir siyasi kültür ve anlayış, 2 Martı ve sonuçlarını tartışma gereği neden duysun ki? Bu gereklilik demokrasi güçleri için bugün hayati önemdedir ama, onların da bu gerçeğin çok farkında olduklarını ve bunu görebildiklerini sanmıyorum ben. PKK ve Kürt hareketi hakkında en iyi kitapları da, en iyi raporları da hala yabancılar yapar ve yazar, bu ülkenin yurttaşları değil.
Ahmet Türk’ün anadilini konuşmak istemesine tepki gösterildi ancak bunu geç kalmış bir adım olarak gören yaklaşımlar da çok fazlaydı. İlk günde medyanın gayretiyle bir kriz yaratılmak istendi, ama bu başarılamadı. Köşe yazılarında büyük oranda konuşmaya ve DTP’ye hak veren yaklaşımlar sözkonusuydu. Genelkurmay’dan yaptığı türde açıklamalar beklenir şeyler tabi. Önemli olan siyasi partilerin ve sivil toplumun, aydınların aynı oranda ve aynı hassasiyetlerle ses vermesi ki bu oldu bence. AKP’ye her şeyin mubah olması, bu alandaki çifte standardı da ortaya koyuyor. Bir de tabi bu yaklaşımlar ve çifte standart işin asıl samimi talibinin AKP değil, aslında DTP olduğunu ortaya koyuyor. Kürtçe’nin hak ettiği muameleyi görmesi, DTP’yi siyasi anlamda güçlendirir diye korkuluyor.

“2 Mart siyasete bir müdahaledir”
Mehmet Bekaroğlu (Refah Partisi milletvekili):

Türk siyasetinde bu zamana kadar ciddi müdaheleler olmuştur. 2 Mart da, bu anlamda bir müdaheledir ve bir darbedir. Önceden belirlenmiş kurallarla bir seçim yapılıyor, temsilciler seçiliyor, bu temsilciler parlamentoya geliyor ve aynı temsilciler düşüncelerini ifade ettiklerinden dolayı yargılanıyorlar. Parlamento bu insanların dokunulmazlığını kaldırıyor ve siyaset dışı bırakılıyor. Daha da öteye geçiliyor, parlamento içinde polis geliyor ve bildiğimiz manzalarda olduğu gibi gözetim altına alıyorlar bu insanları. Daha evvel de, 60 ihtilalinde, 12 Eylül ihtilalinde parlamenterler bu şekilde gözaltına alınmışlardı, Elbette bu anlamda, 2 Mart tarihinde yaşanan olay siyasete bir müdahaledir. Müdahalelerde değişik araçlar kullanılıyor. Tanklar yürüyor, parlemento sarılıyor, asker anayasayı askıya alıyor. Tıpkı 28 Şubatta ya da 12 martta olduğu gibi muhtaralar yayınlanıyor. Milli Güvenlik Kurulu’nun toplantısı oluyor ve medya gibi değişik araçlar kullanılıyor. Burada kullanılan araç da yargıdır. Bu anlamda, diğerleriyle arasında biçimde ve şekilde farklılıklar olmasına rağmen, açık bir şekilde 2 Mart siyasete müdahale ve bir darbedir.

Diğer darbeler tartışılıp üzerinde konuşuluyorken 2 Mart’ın tartışılamaması Türkiye’nin siyasi atmosferinden kaynaklanıyor. Kürt meselesi ya da bazılarının ifadesiyle bölücülük meselesi ya da PKK meselesi ne derseniz deyin hala tabu olma özelliğini koruyor. Ortada ciddi bir ayrımcılık var. Türk siyasetinde, toplumda da varolan “Benimki,seninki” hastalığı var. “Bana yapılan kötüdür, ama sana yapılanı önemli görmüyorum, görmezden geliyorum” anlayışıdır bu. Başta “Baba Demirel” olmak üzere, Türk siyasetinin solunda ya da sağında yeralan birçok siyasi aktörün ortak yaklaşımı budur. Örneğin Demirel’e göre 12 Mart bir darbedir, ama 28 Şubat’a hiçbir zaman darbe demez. Çünkü 12 Mart kendisine yapılmıştır, ancak 28 Şubat ötekilere yapılmıştır. Aynı bu şekilde, 2 Mart da birçoğu için “ötekilere” yapılmıştır. Dolayısıyla onu görmezler.

Şimdi yine bugünlerde Ahmet Türk’ün TBMM’de Kürtçe konuşmak istemesi ve sünsürlenmesi tartışılıyor. Devlet televizyonundan Kürtçe yayınyapılıyor, iktidar partisi üyeleri ve başbakan Kürtçe konuşuyor ama başkası yapınca “dur” deniyor. Bu ayrımcılıktır. Bu toplumda, Kürtler’e her şey mübah gibi görünüyor. Siz aynı şeyi Kürtler’e yaptığınız zaman önemli olmuyor, ama başkalarına yaptığınız zaman önemli oluyor. PKK terörü ve bu konuda yaşanan toplumsal şoklar ve bu gibi olayların hepsinin de etkisi var bunda. Tabii, şunu da görmek durumundayız: Bütün bunları konuşurken siyasetin aracı olarak şiddetin kullanılıyor olduğu Türkiye’de, terörün silahlı şekilde kullanıldığını biliyoruz. Bu da çok yakıcı sonuçlar doğuruyor. 50 binden fazla insan öldü ve toplumun o tarafa kör olmasında bunun da psikolojik etkisi olduğunu tespit etmek durumundayız. Ama TRT Şeş gibi açılımlar o zamanlar yapılsaydı tavırlar değişseydi belki bu acılar da yaşanmayacaktı. Bunları da görmek durumundayız. Düşünebiliyor musunuz, Kürtçe konuştuğu için insanlar hapsedildi, işkence gördü. Şimdi ise, bu devletin televizyonu Kürtçe yayın yapıyor. Peki, neden o zaman bu kadar acı, bu kadar can kaybı yaşandı? Kürtçe’yle insanların parlementoda kendilerini ifade etmesine kesintisiz bir şekilde imkan verilseydi, bugün nerede olurduk? Bu kadar ölüm ve acı yaşanır mıydı diye sormak gerekir. O müdahelenin maliyetini de bu şekilde değerlendirmek durumundayız.

Beyinler resmi ideolojiyle yıkandı”
Nazlı Ilıcak (Sabah gazetesi yazarı)

Bu olaya bir anlamda darbe denilebilir. Orada, Genelkurmay Başkanlığı’nın bir takdiri vardı. Buna da parlamentodan bir ses çıkmadı. Tüm siyasi partiler tarafından, sanki olması gereken buymuş gibi davranıldı. Onlara sahip çıkan olmadı. Bu anlamda, askerin siyasete müdahalesi gibi bir durum vardı. Ona da tabii, postmodern bir darbe diyebiliriz. Bugün gelinen noktada ise devlet televizyonundan Kürtçe yayın yapılıyor artık. Çok önemli bir adım. Keşke o yıllarda yapılabilseydi bu açılımlar. Ama o yıllarda beyinler resmi ideolojiyle o kadar yıkanmış ki, “Kürt kimliğinin tanınması, Kürtçe konuşulması bir ayrımcılık yaratacak ve ülkemiz bölünecek” kanısına hepimiz inandırıldık. Ama zaman içinde esas itibariyle, Kürt meselesini bir güvenlik meselesi gibi görmenin Türkiye’nin bölünmesine yol açacağını idrak ettik. Orada DTP ve benzeri partilerin önemli bir rolü oldu.

AKP’nin şimdilerde Kürtçeyi kullanması ile TBMM’deki yemin krizini birbirinden ayırmak gerekiyor. Yeminin, aynı orada yazan kelimelerle yapılması gerekiyor. İşin hukuki yanı böyledir. Zaten 2 Mart 1994’te yaşanan olay sadece Kürtçe yemin etmekle gerçekleşmedi. Terör örgütüyle ilişkileri vs. tespit edilmişti, hatta o dönemin Genelkurmay Başkanı “PKK mecliste” gibi konuşmalar yapmıştı. Onun üzerine dokunulmazlıkları kaldırıldı, hemen yaka paça götürüldüler. Yani bunu, tek bir Kürtçe konuşmaya veya yemine de bağlayamayız. PKK ile irtibat dolayısıyla böyle bir şey oldu. Ama bunun da ülkemize fayda getirmediği zaman içinde görüldü. Değişimler için belli bir süre gerekiyor ve Türkiye bugün özgürlükler noktasında. Ahmet Türk’ün konuşması eleştirilse bile bence öyle ülkeyi karıştıracak bir tepki almadı. Siyasi partiler kanununda maalesef, çok anti-demokratik bir hüküm var. Partilerin propagandalarının Türkçe diliyle yapılması vurgulanıyor. Bunların ele alınması ve bu hukuki zeminin oluşturulması gerekiyor. Seçimlerden sonra yapılacak ilk işlerden birinin de bu değişimi gerçekleştirmek olduğunu düşünüyorum.

“Kürtçe konusunda ihtiyaçlar düşünerek karar verilmedi”
Murat Belge (Yazar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi)

Türkiye bağlamında 2 Mart’a pek de darbe denemez. Darbe Türkiye’de çok normal karşılanan bir şey ama her şeye rağmen biraz da olağan dışı bir tarafı var. Bu nedenle insanları Kürtçe konuştukları için her ne koşulda olursa olsun yakalamak götürmek darbe denmeyecek kadar normal bu ülkede. İyi bir şey mi kötü bir şey mi tartışılır ama Türkiye’nin siyasi kültüründe 2 Mart’a darbe denmez. O tarihlerde biri Kürtçe konuşsaydı ve başına bir şey gelmeseydi, o zaman “Bu Cumhuriyet’e karşı darbedir” denebilirdi. Kürtçe konusunda insanlar sahiden fikirlerini değiştirmiş değiller. Kürtçe konuşulmasın derken birinci mesele “Kürtçe konuşulursa vatan bölünür” düşüncesi. TRT Şeş’i açalım dedikleri zaman da “kendi dilini konuşmak insanların hakkıdır elbette” diye bir düşünce yok elbette. Bu zamana kadar izin vermedik olmadı, PKK buralara geldi, birilerinde de, “Bu iş demokrasiyle daha iyi olur. Hadi bir de şunu deneyelim” bakalım düşüncesi hakim. Kürtçe konusunda o adamları düşünerek, o adamların ihtiyaçlarını düşünerek verilmiş bir karar yok. Bizim burada vatan bölünmesin diye bir kararımız var. Onun dışında da bir derdimiz yok.

Bir de şu var: Kürt kalkıp da kendi kendine Meclis’te Kürtçe konuşunca bizden izin almadan bir şey yapmış oluyor. Halbuki TRT Şeş’e biz izin verdik. Bu bizim büyüklüğümüzü gösteriyor. Herkes bizim büyüklüğümüze sığındığı sürece onlara cici çocuklar gözüyle bakabiliriz ama bizden izin almadan iş yapmaya kalktıklarında onları fena ederiz diye bakılıyor. TRT Şeş gibi açılımlar önceden yapılsaydı, bugün Kürt sorununda gelinen nokta elbet farklı olurdu. Bunlar çok daha önceden olmalıydı. Olmadığı için Kürt sorunu buralara kadar geldi. Buralara kadar geldikten sonra da TRT Şeş açılması da yeterli değil. Bir şeyi zamanında yaptığında anlamlı olur. Zamanını geçirdikten sonra biraz daha fazlasını yapayım desen de anlamını kaybeder. Çünkü ortada bir güven kaybı var. Senin bütün yaptıklarından ötürü senin ona dostça bakmadığına kanaat getirmişse adam, ona lokum göndermekle iş değişmiyor.

Bizim kafamızda darbeci düşünce hep var”
Ferhat Kentel (İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi)

DEP’lilerin meclisten atılması da bizim resmi idolojimizi dile getiren, resmi kurguyu, friksiyonu bozan birşeydi. Biri çıkıyor Meclis’te Kürtçe konuşuyor ve herşey darmadağan oluyor. Bunu doğrudan siyaset alanına silahlı bir darbe olarak nitelendirebiliriz, bir ayıklama aslında. Tüm siyaseti olduğu gibi altüst etmiyor ama içindeki uru çıkartmaya çalışıyor. Esas önemli olan şey, toplumun büyük çoğunluğunun böyle bir şeye sessiz kalması. Bizim kafamızda darbeci bir düşünce hep var. Sağcı da, solcu da, islamcı da farketmiyor. Yapılan anketlere bakıyorsunuz; Refah Partisi’ne oy vermiş bir adam var. Adamın oy verdiği partiyi kapatıyorlar, “devlet yaptıysa hikmetinde sual olunmaz” diyor. Solcu bir sürü adam AKP’nin kapatılması için yanıp tutuşuyor. Bu tür siyasete yapılan her müdahaleye siyaset bilimciler kabul etmese de darbe denebilir. Biraz daha provoke etmek için illa 12 Eylül’le, 28 Şubat’la aynı kategoriye koymak gerekmez ama evet 2 Mart da siyasete indirilen bir darbedir diyebiliriz.

Türkiye’de, devlet geleneğinin resmi ideolojisinde her zaman için dışarıda ve içeride bulduğu, kullandığı bir takım ötekiler vardır. Kürtler ve Kürt meselesi de böyle bir şeydir. Genellikle, Türklüğümüzü inşa etmek amaçlı kullanılan bir ötekiliktir bu. Biz “Türküz” ve “Kürtler de burada ötekiliği temsil ediyor.” Biz sekülariz, laikiz; dolayısıyla İslamcılar, gericiler, yobazlar öteki oluyor. “Biz moderniz ya ortaçağdan kalanlar öteki oluyor.” Bizim tarihimiz şanlı bir tarih, ama Ermeniler ötekilerimizdir, “onlar haindir” gibi düşüncelerimiz var. Bu devlet kullanır. Ancak insan da her zaman devletin sunduğu düzene uymak zorunda değil. Örneğin başörtüsüyle üniversiteye girmek isteyen kızın bu en doğal hakkı. Kürtçe konuşmak isteyen birinin de bu en doğal hakkı. Şimdi bütün bu süre içinde, ulus devletin içindeki zihniyetin en önemli özelliği hepsini total bir şekilde karşısına almamasıdır. Hepsini teker teker karşısına aldı. Hepsini ayrı ayrı hedefler olarak gösterdi. Gösterirken de diğerlerini kendine ittifak olarak aldı aslında.

Örneğin Kürtler, içinde İslamcılar, Müslümancılar da dahil olmak her halükarda, çeşitli zamanlarda konteksine, konjonktüre göre bunu üzere ortak düşmanımız oldu. Ama İslamcılar da biz Kürtler, Türkler olarak ortak düşmanımız oldu. Dolayısıyla her defasında bir izole grup kaldı. O zamanlar, o Kürt meselesi ya da gözaltına alınmalar da kabaca resmi ideoloji, Kürtleri dışlayabildi. Merve Kavakçı meselesinde de aynı şey oldu. Başörtüsüyle Meclis’e geldi ve hemen, Fazilet Partisi dışında, tüm meclis tarafından yuhalandı, dışlandı.

Bugünkü durum işlerin biraz karıştığını gösteriyor. AKP TRT Şeş’i devreye soktu, kendisi kanalın açılışında Kürtçe konuştu, ve hala sağda solda Kürtçe laflar ediyor. Yani artık Kürtçe, toplum ve siyaset alanında bu kadar öteki olmaktan çıkmış. Ama bizim hala ötekilere ihtiyacımız var. Kürtçeyi aslında Kürtlerin elinden alıyoruz belki de. Çünkü Kürtçe Kürtlerin silahıydı bugüne kadar, mücadele aracıydı. Onların elinden mücadele aracını alıyorsunuz ama Ahmet Türk bunu yaptığı zaman öteki olarak görmeye devam ediyorsunuz. Kürtlere karşı uygulanan devlet politikalarına, ittifak olma anlayışına tam uyan bir tablo sergiliyor aslında. Kendisi kullanıyor, şu an tehlikesiz bir hale geldiğini düşünüyor. Hala ötekiye ihtiyacımız var çünkü bizim ortalama milliyetçiliğimiz, konformist kimliğimiz açısından radikal ötekiler, şeytanlar yaratmamız gerekiyor. DTP de PKK vasıtasıyla bu gruba dahil oluyor.

Yorum yazın