Genel

Bir İstanbul Masalı’nın sonu

Yazan: HaberVs

Mahmut HamsiciNeo-liberalizm zamanında İkitelli’yi ne de güzel parlatmıştı. Önceki kuşakların üzüm bağlarıyla, tarlalarla andığı topraklar 1980’lerin sonundan itibaren plaza cennetine dönmüş, tekstil plazalarına Babıali’den her anlamda koparak gelen medya plazaları da eklenmişti. Turgut Özal imzalı E-6 otobanına bağlanan Basın Ekpres yolu sağlı sollu şık cam binalarla dolmuştu. Beyaz yakalıların düşük ücretlerle uzun mesailerle çalıştığı allı, […]

Mahmut Hamsici

Neo-liberalizm zamanında İkitelli’yi ne de güzel parlatmıştı. Önceki kuşakların üzüm bağlarıyla, tarlalarla andığı topraklar 1980’lerin sonundan itibaren plaza cennetine dönmüş, tekstil plazalarına Babıali’den her anlamda koparak gelen medya plazaları da eklenmişti. Turgut Özal imzalı E-6 otobanına bağlanan Basın Ekpres yolu sağlı sollu şık cam binalarla dolmuştu. Beyaz yakalıların düşük ücretlerle uzun mesailerle çalıştığı allı, pullu bu binaların hemen arkasında kalan ve yoldan tümü görünmeyen geniş alanlar ise ağırlıklı olarak tekstil alanında olmak üzere atölyelerle ve yoksul mahallelerle dolup taşmıştı. Medya plazaları tam da işçi sınıfının ve yeni kent yoksullarının arasında bunların görünmez olduğu bir hayat tahayyülünü gazetelerden ve televizyonlardan halka yayıyorlardı. İşte yaşadığımız sel felaketi-cinayeti bu oyuna çomak soktu.

Selin bölgeyi çarptığı gün İkitelli’ye ulaştığımda aklıma ilk gelen işte bunlar oldu. Neo-liberal kent yaşamının en can alıcı noktalarından birini vuran sel, yalanlar üzerine kurulu bir sirki alt üst etmişti. Gerçek hayat kendini gerçek bir doğa olayıyla dosta düşmana yeniden hatırlatmıştı:

İşçiler vardır! Yoksullar vardır! Hem de çoklardır!

Yağmanın aslı

Uzun yolumda, sel sonrası bir çöplük ve hurda yığınını andıran çevremde ilk gözüme çarpan, porselen tabakların bulunduğu kutu yığınlarının üzerinde bir işçinin oturmuş pür dikkat etrafı gözetliyor olduğuydu. Bunlar Ev-Kur’un deposundan etrafa yayılmış çeşitli malzemelerdi. O işçiyi de onların başına oturtmuşlardı, şirketin kamyonu gelene kadar onlara göz kulak olsun diye. Aynı manzarayla biraz ileride tekrar karşılaştım.

Dereboyu Caddesi boyunca biraz daha yürüdükten sonra ulaştığım geniş alanda ise bu porselen kutularından yüzlercesi vardı. Bu alanın önündeki duvara hem firma temsilcileri hem de bir grup insan yığılmıştı. Bir süre sonra polis gelip halkı uyararak dağıttı. Polis gittiğinde toplaşma yine yaşandı. Uygun bir zamanda alana girip birkaç parça alabilmek için oradaydılar. Çevredekilerle konuştuğumda sabahtan beri bu tip vakaların sürdüğünü söylediler. Akşam bilgisayar başında öğrendim ki Vali Güler “Yağmalama söz konusu değil demiş”. Sanırım Vali, 2010 Avrupa Başkenti’ne bu durumu yakıştıramamıştı. Ama Güler’in sıkıntı yapmasına gerek yoktu. Kimsenin malına mülküne haksız yere saldırılmasını savunacak değiliz ama yıllardır bu emek havzasında düşük ücretlerle sigortasız, güvencesiz çalışan işçilerin emeklerinin yağmalanması yanında bir porselen tabağı kutusunun yağmalanmasının önem(sizliğ)i üzerine düşünmemiz gerekiyordu.

“Takdir-i ilahi”

Felaket boyunca takdir-i ilahi anlayışının tüm versiyonlarını sabah saatlerinden itibaren Büyükşehir Belediye Başkanı Topbaş’tan Vali Güler’e yetkililer tarafından dinlemiştik. Ama asıl surata çarpan tokat bölgedeki insanların önemli bölümünün de bu ruh hali içinde olduğuydu. Tek kişinin izlenimleriyle böyle bir genelleme yapmak tabii ki sağlıklı değil. Ama minibüs şoföründen tekstil işçisine, tır otoparkı bekçisinden, özel güvenlikçilere görüştüğüm herkes yapılacak bir şey olmadığını söylüyordu. Bekçi şöyle diyordu: “Abi iki metreye çıkmış su, yani hakikaten ne yapılabilir ki? Kimsenin pek suçu yok sanki”. Bir işçi ise “Çok daha fazla insan ölebilirdi buna da şükür” diyordu.

Cennete gidenlerin ardından matem

Bir süre sonra yedi kadın işçinin fena şekilde yaşamını yitirdiği Halkalı’daki Pameks Tekstil’in önündeydim. Aralarında evine bakmak için kazandığı meslek lisesine gidemeyen 21 yaşındaki Bircan’ın, beş kız çocuğu annesi Naciye’nin, 18 yaşında hem okuyan hem de ailesini geçindiren Özlem’in, Fikriye’nin, Nebahat’in, Altun’un, Nuriye’nin, Nehide’nin olduğu yedi işçi. Önce bandajın şirket içi tarafındakileri bilgi için yokladım. Tabii ki yukarıdan gelen emir doğrultusunda hiçbir şey bilmiyorlardı ve konuşamazlardı. İş arkadaşlarını orada kaybetmiş beş-altı kişilik bir grup işçiyi gördüm. Üzgünlerdi ve ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Tedirgindiler, konuşmak istemiyorlardı. Sadece olayın nasıl olduğunu biraz anlattılar. (Aslen insan taşımaya uygunsuz, kapalı kasa bir minibüs olan) Servis aracının şirket içine girer girmez selin bastırdığını, önde oturanların kaçtığını ama arkadaki kadınların kaçamadığını söylediler. Hepsi birden daha fazla konuşmak istemediklerini eklediler. Çok şey vardı hâlbuki sormak istediğim ama karşıdakilerin acısı karşısında bunu zorlamak fazla yırtık bir gazetecilik örneği olacaktı. O sırada cesetler çıkarılmış ve Adli Tıp’a götürülmüştü ancak arkadaşları, hiçbir işe yaramayacaklarını bilseler de oradan ayrılmak istemiyorlar ve suskun bir şekilde topluca bekliyorlardı.

Linç mantığı

Çevik Kuvvet ekipleri, Yunuslar sürekli etrafta dolanıyordu, bir askeri helikopter de havada. Ancak kat ettiğim yol boyunca hiçbir sivil savunma ekibine rastlamadım. İnsanlar su pompalarını kullanarak canla başla işyerleri ve evlerdeki suyu kendi kendilerine dışarı basmakla uğraşıyor, paçalar sıvanmış bir şekilde binalara girip temizlik yapmaya çalışıyorlardı. Akşama doğru son turları atarken bir muhabir arkadaşla tanıştım. Bana sabah erken saatlerde yaşadığı bir olayı anlattı. Bir grup polis yağma yapan bir genci gözaltına alırken topluca dövmeye kalkmış. Arkadaş da bunların fotoğraflarını çekmiş. Bunun üzerine polisler gelip muhabirin elinden makinayı almış ve olay anının tüm fotolarını silmiş. Bana olayın başlangıç anındaki fotoları gösterdi. Dövülen gencin esmerliği dikkatimi çekti. Böyle olayların sıklığından emindim. Zira çevredeki yoksulların arasında Doğu’dan göçmüş olanların sayısı epey vardı ve bir yağmacının Doğu kökenli olması iki kat sopa anlamına geliyordu.

Bölgeden yavaş yavaş ayrıldım. Bu arada Ayamama Deresi ve Tır Garajı’nın olduğu yerlerde ceset arama çalışmaları sürüyordu.

Gizlenemez gerçek…

Döndüğümde haberleri izleyip bilgisayar başına oturdum. İlk yaptığım ölen yedi kadın işçinin çalıştığı Pameks Tekstil’in internet sitesini bulup açmaktı. Sitenin şirket profilinde “Müşteri memnuniyeti ilkesini pek çok ticari değerin önünde tutan PAMEKS”… ifadesi gözüme çarptı. “Pek çok ticari değeri de insan hayatının önünde tutan” diye cümleyi sürdürebilirler diye düşündüm. Tekrar haberlere döndüm. Bazı televizyon kanalları seli “youtube’luk ilginç görüntüler”, “ilginç kurtarma hikâyeleri” üzerinden verme yolunu tutmaya başlamışlardı bile. Bazılarıysa satır aralarında felaketin kaçınılmaz olduğu mesajını iletmekle meşguldüler. Yetkililer yine selin sertliğinden bahsediyorlardı. Ama kaçış yoktu. Küresel sermaye için allanıp pullanan, Kültür Başkenti ilan edilen, plazalı, rezidanslı İstanbul imgesi çizilmişti bir kere. Kimse bu olay karşısında işçi sınıfının, kent yoksullarının ve sosyal adaletsizliğin varlığını gizleyemezdi.

Yorum yazın