Genel

Eski bir “cumhuriyetçi”den Cumhuriyet’e ve İlhan Selçuk’a farklı bir bakış

Yazan: HaberVs

Ferda Balancarfblancar@medyakronik.com Necdet Şen ilk kez 1980’li yıllarda yarattığı “Hızlı Gazeteci” tipiyle tanınan bir karikatürist. 1990’larda Cumhuriyet’ten ayrılan Necdet Şen’in geçen pazar günü Star’ın Açık Görüş ekinde yayımlanan yazısı Cumhuriyet’in nereden nereye geldiği kadar bir Cumhuriyet okurunun Cumhuriyet’i algılayışındaki değişimi de çarpıcı biçimde yansıtıyor. Aşağıda dikkatinize sunduğumuz yazının geçenlerde Ergenekon soruşturmasıyla ilgili olarak gözaltına alınan […]

Ferda Balancar
fblancar@medyakronik.com

Necdet Şen ilk kez 1980’li yıllarda yarattığı “Hızlı Gazeteci” tipiyle tanınan bir karikatürist. 1990’larda Cumhuriyet’ten ayrılan Necdet Şen’in geçen pazar günü Star’ın Açık Görüş ekinde yayımlanan yazısı Cumhuriyet’in nereden nereye geldiği kadar bir Cumhuriyet okurunun Cumhuriyet’i algılayışındaki değişimi de çarpıcı biçimde yansıtıyor.

Aşağıda dikkatinize sunduğumuz yazının geçenlerde Ergenekon soruşturmasıyla ilgili olarak gözaltına alınan İlhan Selçuk’a ve Cumhuriyet gazetesine farklı ve özgün bir bakış taşıdığını düşünüyoruz.

İlhan Abi’nin Cumhuriyet’i

31.03.2008

‘Cumhuriyet hariç her şey değişir’ kozmik yasası uyarınca, gün oldu biz de değiştik. Daha doğrusu hayatı ve Cumhuriyet’i algılayış biçimimiz değişti. O halimizle sindiremedi bizi Cumhuriyet. Onca yıl emek verdiğimiz gazetemiz, daha sonra bizi en çok aşağılayan, en çok hedef gösteren gazete oldu. Bir zamanlar ‘Hepimizin Cumhuriyeti’ idi o gazete. Şimdi ise sadece ‘İlhan Abi’nin Cumhuriyet’i.

Sadece Hasan Cemal mi sevecek Cumhuriyet’i? Ben de çok sevmiştim. Aşıktım hatta. Çınarlarında kolon vurdum, koridorlarında sabahladım, göz nuru tükettim tam yedi buçuk yıl.

Ama gün oldu, ayrı düştük.

Ailemden ve öğretmenlerimden sonra belki de kişiliğimin oluşmasında en büyük paya sahiptir Cumhuriyet. Eğri ile doğruyu, çağdaş ile yobazı, devrimi ve karşı devrimi, menemeni, köy enstitülerini, halkevlerini, öz Türkçeyi ben hep o gazeteden öğrendim.

Çocuktum ufacıktım, memlekette ‘devrim’ diye bir kelime hasıl olmuştu. Ne anlama geldiğini bilmiyorduk. Aydınlanmanın Bilgesi, gazetedeki penceresinde ‘aslanım Deniz, kaplanım Mahir’ diye yazılar yazar, kırlardan şehirlere inecek, tersaneleri, kışlaları, fabrikaları zapturapt altına alıp, ehil ellere teslim edecek devrimcileri arı Türkçesiyle destekler, yol gösterir, boy boylar, soy soylardı.

‘Aydınlanma Bilgesi’
Neyin ne olduğunu kendi başıma bilecek değildim ya, çocuktum ufacıktım, işin doğrusunu öğreneyim diye her Allah’ın günü İlhan Abi’nin Pencere’sini okurdum.

İyi ki okumuşum, kafam bilinçle doldu, aydınlandım, devrimleri korumak için önemsiz bir sıra neferi olmanın erdemini kavradım. Hatta bir ara (okuduklarımı yanlış algılamış olmalıyım ki) silahlanıp dağa çıkmaya heveslendim. Ne var ki, ben çıkacak uygun bir dağ bulana kadar Denizler ve Mahirler sıram sıram biçildiler, elimde Cumhuriyet gazetemle kentin ortasında öylece kalıverdim.

Neyse ki İlhan Abi ve gazetem kale gibi ayaktaydı. Bilinç düzeyimi daha da geliştirmek için okumaya devam ettim.

‘Morison Süleyman’ diye biri vardı. Ne utanmaz herifti o öyle? Memleketi satıyordu. Neyse ki ‘Aydınlanmanın Bilgesi’ erişilmez belâgatiyle ona haddini bildiriyordu da gazımızı alıyordu azıcık.

Sarıklı, bıyıklı faşolar
Bir de faşolar vardı. Sarkık bıyıklı, cani ruhlu tosuncuklar. Katildi hepsi. Aydınlanmanın Bilgesi’ni okudum, onlardan da topyekun ikrah ettim.

Dost kim düşman kim bir bir belledim, hayatın sırrını cüz cüz öğrenip sorana da sormayana da tepesine bine bine öğrettim.

Okuduklarımdan vazife çıkarmıştım kendime; mademki bilinçlenmiştim, bu bilinci topluma yaymalıydım. Ama nasıl? Öyle tek tek uğraşmak biraz zor geldi. Düşündüm düşündüm, karikatür çizmeye karar verdim. Komprador burjuvaziyi çizgilerimle hicvedecektim, yıkılacaktı.

Önceki yıllardan kalma takvimlerin arkalarına elinde İngiliz anahtarı tutan tulumlu ve üçgen vücutlu işçiler ve puro içen göbekli patronlar çizmeye başladım. Çok yakındı bozuk düzenin yerle bir olması.

Safları sıklaştırmalı
Eminim bilmiyorsunuzdur, size de öğreteyim: İlerici, boğaz köprüsüne, sahil yoluna, televizyona, özel kanallara, internete, laubaliliğe, serbest piyasaya, Avrupa Birliği’ne karşı çıkan, halkın daima gericilere oy verdiğini, o nedenle de halka değil, orduya güvenmek gerektiğini bilen çağdaş insana denir; gerici ise Avrupa Birliği’ne girmek veya gayrisafi milli hasılayı İsviçre düzeyine çıkarmak gibi kör saplantıları olan liboşlar ile onların işbirlikçisi çember sakallılar ve çarşaflılardır.

Çocuktum ufacıktım, devrimciydim. Denizler Mahirler yoktu ama evelallah ben vardım. Memleketin tersanelerine girilmişti.

Parkamızın yan cebinden uç vermiş ‘Cumh’ logosuyla hedef tahtası gibi dolanıyor olmaktan zerre kadar yüksünmeden, devrim için yürüyorduk. Bir yandan da patır patır dökülüyorduk çatapat sesleri eşliğinde.

Nedir ki bizim telefatımızın kıymeti harbiyesi? Harbiye marşı eşliğinde sayısal hesap. İlhan Abi bile zamanında metruk bir köşkte ağırlanmış, herkesin yediği tabldottan ona da tattırılmamış mıydı bir çimdik? Bir de iftira dolu bir itirafname imzalatılmamış mıydı falaka zoruna?

Neymiş, Madanoğlu cuntasıymış da, 9 Mart darbesiymiş de, Baasçı rejim hevesleriymiş de, cuntanın 2 numaralı ismi (hafazanallah) İlhan Abi’ymiş de, falan filan, bunun gibi kuyruklu yalanlar işte. Aleyhte propaganda. Kim inanır?

İlhan Abi sütten çıkmış ak kaşıktı. Çünkü işkence görmüştü.

Oysa darbenin ertesi günü (13 Mart 1971) sevgili gazetemizde attığımız 5 sütunluk ‘Devrimci Ordu’ manşetinin mürekkebi kurumamıştı daha.

Gel gör ki, ordu davamıza ihanet etmişti. Galiba keleğe gelmiştik.

İlhan Abi gençti tabii…

Derken 12 Eylül, tank sesleri, zindanlar, Filistin askıları… Genç kuşak neredeyse topyekun zindanda, ama Cumhuriyet kale gibi dimdik ayakta. Metris’te, Ulucanlar’da, Diyarbekir kabushanesinde yatanlar, adları belirsiz sıra neferleri. Aslanım Falanca ile Kaplanım Filanca’ya ‘vah vah’ demekten daha fazlasının elden gelmediği zor zamanlar. Yapacak çok iş yürüyecek çok yol var. Safları sıklaştırmalı.

Bütçemiz elverdiğince, bir yerine iki-üç-dört Cumhuriyet aldık eve, Türkiye kurtulsun, ilelebet payidar kalsın diye. Vatan uğruna ne gerekiyorsa yapıyorduk.

Gel de sen bunu hiç bir örgüte üye olmamış, hiç bir duvara slogan yazmamış, hiç zindan görmemiş, hiç silahlı çatışmaya girmemiş, sadece karikatür çizmekle yetinmiş pasifist apartman çocuğuna anlat. Suçluluk duygusu diz boyu:

‘Devrim yolunda bir cop bile yiyemedik yahu! Utanıyorum. Naapsak?’

Evet, ne yapsak? Bizim gençliğimizde, her gelin kızın, her muhabirin ve yazar çizerin rüyası Cumhuriyet’te çalışmaktı. İlhan Abi o zamanlar 83 yaşında değildi, ama manevî dokunulmazlığı aynen bugünkü gibiydi. Gazetenin bir parçası olmak, ne sükseydi, ahh, bilen bilir.

Tehlike büyüktü!

Olundu da. Ve hayretle görüldü ki, Aydınlanmanın Bilgesi biz sıra neferlerinin çalıştığı alt katlara sadece toplu sözleşme dönemlerinde iniyor ve bilge bir edayla ‘sendikaya destek verirseniz gazete batar’ diyor, sonra çıkıyor gene inziva odasına, tefekkür eyliyor.

Tehlike büyük! Adı her dönemde farklı olsa da mutlaka bir düşman var. Üstelik vatanın bağrına dayamış hançerini. Ne var ki biz tehlikenin farkında değiliz. Eğer hakkımız olan zammı alırsak, Cumhuriyet vapuru bu ağırlığı taşıyamaz ve yavaş yavaş sulara gömülür. O zaman da devrimler bekçisiz, halk bilinçsiz, dolma pirinçsiz kalır, gider gerici partilere verir oyunu.

Entel liboş engeli

Kim alabilir ki böyle bir ihanetin vebalini üzerine?

Bizi ‘zam istemeyin, gazete batar’ diye korkutan Aydınlanma Bilgesi, sonra ne yaptı, hatırlayan var mı?

Gazeteyi batırdı.

Sene 1992. Buralar hep dutluktu.

Soylu bir gerekçesi vardı tabii ki: Gazetedeki tek adam olmasının önündeki entel-liboş engelini bertaraf etmesi gerekiyordu.

Ne yaptı? Darbe demeyelim, haksızlık olur, bastı istifayı ve ardı sıra gelen 80 küsur takipçisiyle birlikte gazeteyi terketti. Yok, hayır kaval falan çalmadı. Yaydığı ışıltı yetiyordu herkesi peşine takmaya. Bir tek biz, kör-budala-entel taifesi, bu ışığı göremedik ve bir süre sonra maaş bile ödeyemeyecek olan batık gazetede çalışmaya devam ettik.

‘Ne diyecek?’ diye ağzının içine baktığımız İlhan Abi fazla bekletmedi bizi, dilimize ‘Cumhuriyet okumuyorum, çünkü Cumhuriyet okuruyum’ diye bilgelik dolu bir slogan kazandırdı.

Arzuladığı gibi gelişti olaylar ve gazetenin tirajı bir haftada 110 bin civarından 35 bin civarına indi. Sene 1992, buralar hala dutluk. İki ay gibi kısa bir sürede baş tarafından sulara gömüldü yaralı Cumhuriyet vapuru.

Gazetenin santraline bile haciz geldi o dönemde ihtilalci arkadaşlarımızın kıdem tazminatları ödenebilsin diye.

Mumcu öldü tiraj yükseldi

Biz geride kalanlar (=gericiler), gazeteyi yaşatabilmek için duman işaretleriyle haberleştik ve hayatta kalabilmek için fotosentez yaptık bir süre.

Birkaç ay sonra mağlup ve küskün bir biçimde gazeteyi terkeden Hasan Cemal ve şakirtlerinin yerine muzaffer bir komutan edasıyla geldi yerleşti İlhan Abi. O tertemiz kalbiyle umdu ki gazetenin satış rakamları bir anda gene yüz binlere çıkacak. Hesap açıktı; onlar gidince 70-80 bin kişi gazeteyi bırakıyorsa, geri döndüklerinde bu giden okur bir ıslıkla geri gelecek. Ama hayret! Sonuç parmak hesabındaki gibi olmadı. Kıpırdamadı tiraj. Ve giden dönmedi.

Taa ki Uğur Mumcu dehşet verici bir biçimde öldürülünceye kadar.

Yüz binler katıldı cenazeye. Belki milyon.

Hiç hoşlanmaz İlhan Abi televizyona çıkmaktan. Ama kalabalık da kalabalık hani. İnsan duygulanıveriyor. ‘Dolmayı pirinçlendirmeli, kitleyi bilinçlendirmeli’ demiyor muyduk? Çıktı İlhan Abi kürsüye, kaptı mikrofonu, verdi coşkuyu, verdi coşkuyu. ‘Gazetenize sahip çıkın’ dedi.

Kitle algıladı mesajı. Bir anlığına da olsa bilinçlenir gibi oldu, gazetenin tirajı şahlandı. Deyim yerindeyse, mayalı hamur gibi kabardı kabardı kabardııı…

Ve söndü. Gene eski haline geldi tiraj. Bilinç aşısı bu kez de tutmamıştı. Halk ‘ille de cahil kalıcam’ diye diretiyordu.

Allahın hikmeti midir eşyanın tabiatı mı, nedir bilinmez, tam da o sıralarda, Babıalî’nin amiral gemisinde Aydınlanmanın Bilgesi ile yapılmış tarihsel bir belge değerinde bir öyleşi okuduk.

Devrimci Demirel

Devrimciye ne sorulur? Tabii ki beğendiği devrimcilerin adları. Gazeteci soruyor ‘sizce devrimci kim?’ diye.

Hadi tahmin edin bakalım, kim?

Mustafa Kemal mi? Mustafa Suphi mi? Aslanım Deniz mi? Kaplanım Mahir mi? Spartaküs mü? Fidel mi? Che mi? Lenin mi? Stalin mi? Madanoğlu mu?

Hiç biri.

Kim peki?

Süleyman Demirel ve Erdal İnönü.

Şaka gibi görünüyor, ama değil. İnce zeka. Bizde olmayan şey.

Daha yeni komaya girip dirilmiş ve henüz yoğun bakımda olan bir gazetenin komutanının kimi devrimci bulduğu konusunu tartışmak, bizim gibi ‘agu’ demeyi bile Cumhuriyet okuyarak öğrenmiş olan çoluk çocuk takımına düşmez tabii ki.

Bu tarihten sonra olan biteni sadece biz orta yaşlı müstafî basın mensupları değil, yeni yetme kuşak da hatırlayabilecek durumda.

Deniz’in Mahir’in adı yok

Ne karanlık bir şer odağı olduğunu on yıllar boyunca Cumhuriyet okuyarak ezber ettiğimiz MHP’nin yeni genel başkanına, yani o zamanki hükümetin başbakan yardımcısına, ben diyeyim bağışlayıcı, siz deyin bilge bir tavırla övgüler düzmenin ardında yatan inceliğe hiç bir sıradan insan akıl sır erdiremez. Vardır elbet bir bildiği İlhan Abi’nin, biz anlamaktan acizizdir.

Yok, hayır, asla ve kesinlikle örtülü ödenek falan değildir sebep. Güç simsarlığı da olamaz. Muz cumhuriyeti mi burası? Siz ihtimal verebilir misiniz böyle bilge bir insanın sırf gazetem yayında kalsın diye bir zamanlar sövdüğü politikacılardan herhangi bir şey talep edebileceğini? Gülünç bir iddia olmaz mı bu? Ya da acıklı?

Ama gene de üşenmeyip şunca satırı karalamış birisi olarak, en azından kuru lakırdıyı eksik bırakmamak adına kendi kendime şu soruyu sorup gene kendim yanıtlayayım:

Soru: Sayın Şen, Cumhuriyet gazetesindeki değişimi nasıl yorumluyorsunuz?

Cevap: Değişim mi? Ne değişimi?

Ben de çok sevmiştim

Bu hakirin Cumhuriyet’te gözlemleyebildiği tek değişim, yayın hayatının on yıllık bir döneminde kısmen de olsa çok sesliliği deneyen bir gazetenin tekrar eski haline rücu etmiş olmasıdır.

İnanmak istemeyen gene inanmayabilir; Ben (de) Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim.

Biz, bir avuç ehemmiyetsiz ecir, sosyalizmle Kemalizm arasındaki farkı pek anlayamadan, inançla, özveriyle, ‘benim gazetem’ diyerek çalışmıştık orada. 16 yıl önceki o bilinen şirket içi kapışma olmasa, belki hálá emeğimizin karşılığınıalıp almadığımızı sorgulamadan, hatta İlhan Abi’mizin nasıl bir adam olduğuna hiç kafa yormadan, iyi bir şey yaptığımıza inanarak orada çalışıyor olacaktık.

Ne var ki ‘Cumhuriyet hariç her şey değişir’ kozmik yasası uyarınca, gün oldu biz değiştik. Daha doğrusu hayatı ve Cumhuriyet’i algılayış biçimimiz değişti.

O halimizle sindiremedi bizi Cumhuriyet. Onca yıl emek verdiğimiz gazetemiz, daha sonra bizi en çok aşağılayan, en çok hedef gösteren gazete oldu. İlhan Abi’min dilinde üstü kapalı bir küfüre dönüştü ‘Hızlı Gazeteci’ sıfatı.

Bir zamanlar Hepimizin Cumhuriyeti idi o gazete. Şimdi ise sadece İlhan Abi’nin Cumhuriyet’i.

Yorum yazın