Alper Görmüş
Artık AK Parti’yi kapatmaya gerek yok
Başlıkta “hakikaten” diye de eklemeli miydim? Çünkü herhangi bir “sanat” yapmadan söylüyorum; Anayasa Mahkemesi’nin türban kararından sonra buna gerek kalmadı, bence parti kapatılmayacak.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ile Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) ortaklaşa hazırlayıp TBMM’de kabul ettikleri anayasa değişiklikleriyle ilgili olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) Anayasa Mahkemesi’nde açtığı iptal davasında mahkemeden “iptal” kararı çıktı.
Bu sonuç, bilelim ki gönlünden “iptal” geçen çevrelerin bile beklemediği bir sonuçtu. Peki, beklenen neydi? Beklenenle ortaya çıkan arasındaki farkı ve bunun ne anlama geldiğini daha iyi anlayabilmek için, karardan önce mahkemenin önünde bulunan seçeneklere bir göz atalım.
Birinci seçenek: Mahkeme, anayasanın ilgili maddesinde açıkça belirtildiği gibi (148. madde: “Anayasa Mahkemesi, anayasa değişikliklerini sadece şekil bakımından inceler ve denetler”) konuyu esastan karara bağlama yetkisi olmadığı gerekçesiyle “iptal talebinin reddine” karar verir. (Hatırlayın, raportörün tavsiyesi de bu doğrultudaydı.)
İkinci seçenek: Önüne gelen anayasa değişikliği ile anayasanın “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddeleri arasında ilişki kurar ve 148. maddeye aldırmaksızın anayasa değişikliklerini CHP’nin talebi doğrultusunda iptal eder; ki kararla bu seçenek gerçekleşmiş oldu.
Üçüncü seçenek: Mahkeme, anayasa değişikliklerini iptal etmez, fakat “yorumlu ret”le bu değişikliklerin hiçbir sonuç doğurmayacağını hükme bağlar, sonuçta başörtüsünün üniversitelerdeki varlığına ilişkin eski uygulama devam eder.
“İptal” demek, savaş ilanı demek!
Üniversitelerde başörtüsü yasağının devamını isteyenler “gerçekçi”; yasağın kaldırılmasını isteyenler de “kötümser” bir bakışla en güçlü ihtimalin üçüncü ihtimal olduğunda birleşiyorlardı. Bu durumda mahkeme, daha önce aldığı ve “içtihad” haline gelen bir kararına dayanmış olacak, hukuken çok da fazla yıpranmayacaktı.
Mahkemenin “iptal” kararı almasının hukuk çerçevesinde savunulması ise imkânsız gibiydi. Özellikle 148. maddenin varlığı bunu mümkün kılmıyordu. Öte yandan, değişiklikleri “Anayasanın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddelerini işaret ederek iptal etmenin türban kararını çok aşan başka bir anlamı vardı. Bu anlam, doğrudan doğruya “egemenliğin kullanımı” ile ilgiliydi.
Başta, İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Serap Yazıcı olmak üzere bu yolda görüş beyan edenler, bu görüşlerini (mealen) şöyle temellendiriyorlardı:
“Anayasanın sözü edilen maddelerinde devletin temel kuralları sıralanırken sadece ‘laiklik’ sayılmıyor, ‘demokratik, sosyal ve hukuk devleti’ niteliklerine de işaret ediliyor. Bu durumda, bu yeni ‘içtihad’la yani, anayasada yapılabilecek her değişiklik, devletin ya ‘laik’, ya ‘demokratik’, ya ‘sosyal’ ya da ‘hukuk devleti’ olma nitelikleriyle bağlantılandırılarak Anayasa Mahkemesi tarafından reddedilebilir.”
Sözün kısası, bu son karar, gerçekten de bir “jüristokrasi” hamlesi gibi görünüyor.
Kapatmaya neden gerek yok?
Yargıtay Başsavcısı’nın Anayasa Mahkemesi’nde açtığı kapatma davasının içerde ve dışarıda yol açtığı tepkiler ve muhtemel bir kapatmanın telafisi imkânsız zararları üzerinde herkes gibi Anayasa Mahkemesi yargıçlarının da düşündüğü açık.
Ben düne kadar, sonuçları ne olursa olsun, dava bir kez açıldıktan sonra kapatma kararının mukadder olduğuna inananlardandım. Çünkü bu durumda AK Parti güçlü bir “Gördüğünüz gibi, partimizin ‘laikliğe karşı faaliyetlerin odağı’ haline geldiği suçlaması Anayasa Mahkemesi tarafından da kabul görmedi” propagandası yürütecek, parti daha da güçlenecekti. Böyle bir siyasi ortamda, iktidar partisinin başta anayasa olmak üzere bütün yasalarda demokrasi temelinde değişikliklere gidecek, bu da Türkiye’deki statükoculuğun tasfiyesi yönünde radikal bir adım olacaktı.
Fakat dünden itibaren durum değişmiş durumda. Anayasa Mahkemesi’nin yarattığı yeni içtihatla bunların hiçbiri yapılamaz. Parti hayatiyetini sürdürse bile, ilaveten sözünü ettiğim değişikliklere niyet etse bile sonuç değişmez. AK Parti, boynuna asılı durumda bir “demokrasi davulu”yla dolaşmaya devam eder. Fakat hiç ses vermeyen bir davuldur bu, çünkü elinde tokmak yoktur.
Böyle bir partinin hiçbir “zararı” olmaz. Ayrıca unutmamak lazım: Türkiye’nin önümüzdeki dönemde yaşayacağı iktisadi zorlukların faturasını “şeriatçı parti”ye kesmek de hiç fena olmaz.
Buraya yazıyorum, günü geldiğinde konuşuruz: Mahkeme, türban kararıyla “bundan böyle egemenliği paylaşacağız” mesajı verdi. Devamı, kapatma davasına ilişkin kararında şöyle gelecek: “Seni kapatmıyorum ama, önceki mesajımı da unutma, artık egemenliği birlikte kullanacağız! Seni kapatmıyorum ama yaramazlık yok! Öyle anayasa değişikliği, reformlar, demokrasinin yaygınlaştırılması falan, bunları unut! Cici çocuk ol!”