Genel

Cumhuriyet ve kalkınma

Yazan: Meltem Ürüt

Türkiye’nin ve dünyanın bugün en sıkıntılı meselelerinden biri ekonomi. Cumhuriyet’in kurucuları tarafından geliştirilen “kalkınma projesi”nin etkisiyle “kalkınma” terimini sadece ekonomik büyüme için kullanılır hale geldik. Peki, Cumhuriyet’in kalkınma projesi neydi? Ekonomik olarak ne kadar büyüdük ne kadar kalkındık? 1920’lerin Türkiye’sinden 80 sonrası gelişen küreselleşme hedeflerine, IMF ve Dünya Bankası’nın uygulamalarından günümüz hükümetinin ekonomi politikalarına Cumhuriyet’in […]

Türkiye’nin ve dünyanın bugün en sıkıntılı meselelerinden biri ekonomi. Cumhuriyet’in kurucuları tarafından geliştirilen “kalkınma projesi”nin etkisiyle “kalkınma” terimini sadece ekonomik büyüme için kullanılır hale geldik. Peki, Cumhuriyet’in kalkınma projesi neydi? Ekonomik olarak ne kadar büyüdük ne kadar kalkındık? 1920’lerin Türkiye’sinden 80 sonrası gelişen küreselleşme hedeflerine, IMF ve Dünya Bankası’nın uygulamalarından günümüz hükümetinin ekonomi politikalarına Cumhuriyet’in “kalkınma” projesini Gülten Kazgan ve Fikret Başkaya yorumluyor.

“Osmanlı’nın yaşadığı ekonomik açmazı Türkiye bugün yaşıyor gibi”


Gülten Kazgan (Akademisyen):

Cumhuriyet kurulduğunda nasıl bir anlayış içinde olacağı belliydi. Bağımsızlık bir hedefti. Bu bağımsızlık için ödenecek önemli bir fiyat, Osmanlı borçlarının ödenmesinin taahhüdüydü. Bununla birlikte Cumhuriyet daha ilan edilmeden önce, Şubat ayında İzmir İktisat Kongresi toplandı. Ekonomiye ne kadar önem verildiği de bu bağlamda ortaya çıktı.
Cumhuriyetin ilanından sonra 1920’li yıllardan itibaren ne yazık ki dünya ekonomisinde tarım fiyatları giderek düşmeye başladı. Oysa Osmanlı’nın da Cumhuriyet’in de ihracatı tümüyle tarım ürünlerinden ibaretti. Nitekim 28’de başlaması gereken borç ödemeleri 32’ye ertelendi. Ama yapılan büyük ekonomi politikası dönüşmeleriyle Türkiye 32’den itibaren Osmanlı borçları ödenebildi düzenli olarak. Hem de aynı zamanda Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı sayesinde sanayileşmenin yoluna girildi. Bu olağanüstü bir başarı.

Bugünkü Türkiye, 80’li yılların ekonomi politikalarının ürünü”

70’li yılların sonuna kadar giden süreçte Türkiye, 78’de çok ciddi bir krize girdi. Ve ondan sonra küreselleşme programını IMF, Dünya Bankası dayatmalarıyla kabullenmek zorunda kaldı. Bugünkü Türkiye, 80’li yıllarda kabullenilen ekonomi politikaları programının ürünü oldu. Bu programın kime getirileri oldu? Özel sanayi gelişti. Özel kesim gelişti. Ama götürüleri de çok oldu.

290 milyar dolara yakın dış borç var”

Bu 2000’li yıllar Türkiye’sinde o getirilerle götürüleri karşılaştırıp görebiliyorsunuz. Dış borçlar göklere tırmandı. 2008 yılı son ayları itibarıyla Türkiye’nin 290 milyar dolara yakın dış borcu var. Bu çok büyük bir rakam. Osmanlı’nın yaşadığı açmazı Türkiye geldiği noktada yaşıyor gibi.

IMF programlarında sanayi açısından büyük darbeler yedik”

Ayrıca IMF programlarında sanayi açısından büyük darbeler yedik. Çünkü gözü kapalı, akıldışı özelleştirmeler yapıldı. Özelleştirme diye birçok önemli sanayi tesisinin kapanmasına tanık olduk. Bunlar Anadolu’ya refah götüren tesislerdi. Bir kısmı özelleştirildi. Ama özelleştirildikten sonra da kapatılanlar oldu.
Türkiye’nin uzun süre IMF, Dünya Bankası programlarıyla yaşaması bir boyutta 80’li yıllarda bir takım olumlu etkiler yarattı. Ancak sonraki süreçte yaşanan üst üste krizler, IMF ve Dünya Bankası programlarını uygulayacak nitelikte hükümetlerin iktidara gelmesi, Türkiye’yi 2008 itibarıyla çok önemli bir açmaz noktaya getirdi. Bu açmaz da büyük boyuttaki dış borç ve temel kurumların sanayide kısmen yok edilmiş olması. Onca vergiyle hatta bir kısmı da dış borç alınarak yapılan bu tesislerin kapısına kilit vurulması akıldışı bir olay. Ama bu maalesef 2000’li yılların ürünü oldu.
2008 yılı itibarıyla toplam cari işlem açığı beklentisi yıl bittiğinde 50 milyar dolar. Bu müthiş bir rakam, olacak şey değil. Türkiye’nin 100 küsur milyar dolar ihracatı var o ihracatın da yarısı belki daha fazlası ithalat. Böyle çarpık bir ekonomi oluştu.

Akıllıca bir programla ekonomi rayına oturtulmalı”

2008 yılı itibarıyla ben Türkiye’yi çok ciddi riskli bir noktada görüyorum. Ancak hükümet kendi yaptığı akıllıca bir programla ekonomiyi rayına oturtabilirse bu kriz badiresini nispeten kolay atlatabilir. Böyle bir program aynı zamanda herkese ilan edilmeli. Ondan sonra bu programı ciddi biçimde uygulamaya geçmeli. Bu programda eğer dış borcu nasıl daha çok arttırırız ve işleri bir yıl daha sürdürürüz kafasıyla giderlerse, bir iki yıl sonra bu yine Türkiye’nin defalarca katlanmış sorunlarla karşı karşıya kalması demek olur.

“Yaratıcı bir ütopyaya ihtiyacımız var”


Fikret Başkaya (Akademisyen-Yazar):

Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde ortaya çıkan muhalefet harekeleri, devleti ve toplumu dönüştürmek, yeni bir şey yapmak gibi bir amaca ve perspektife sahip değillerdi. Yegâne kaygıları ve amaçları devleti kurtarmak, yaşatmaktı. Onlar için hiçbir zaman yeni bir toplum düzeni kurmak gibi halisane kaygılar söz konusu değildi. Bu yüzden 1908’de iktidara gelen, 1923’de de devletin adını “cumhuriyet” olarak değiştirenlerin kalkınmadan çok devleti takviye etmek gibi bir amaçları vardı. Netice itibariyle o işi başardılar.

Kalkınma kavramı zaten o dönemlerin bir kavramı değildi. Kavram, sömürgeciliğin tasfiye sürecine girdiği, İkinci Emperyalistler arası savaş sonrasının, dekolonizasyon döneminin bir kavramı, yeni sömürgeciliğin ideolojik bir aracıydı. Gerçek dünya’da reel bir karşılığı yoktu.

Kalkınma zehirli bir kavramdır, bir tuzaktır”

Cumhuriyet muasır medeniyet seviyesini yakalama perspektifini esas alıyordu ki, bu o dönemin emperyalist devletleri gibi olmak demek. Fakat böyle bir perspektif saçma ve geçerli kapitalist, emperyalist egemenlik koşullarında muasır medeniyet seviyesine ulaşma da kalkınma da asla mümkün değil. Zira gerçek dünyada kalkınma diye bir şey yok. Söz konusu olan sermayenin büyümesi, sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesinden ibarettir. Kalkınma zehirli bir kavramdır, bir tuzaktır.

1980 sonrasında rejim bütünüyle yeniden kompradorlaştı”

Cumhuriyet döneminde yaratılan altyapının ve kurulan sanayinin elbette bugüne yansıyan olumlu katkıları var. Cumhuriyetin ilk iki on yılı kapitalizmin yapısal kriz dönemine rastlamıştı. O dönemde emperyalizme ilişkiler zayıflamıştı. Öylesi dönemler içe dönük, görece özerk bir toplumsal-ekonomik modele imkân verir. 1945–50 sonrasında durum değişti ve Türkiye emperyalizmle daha yoğun bir bütünleşme, etkinlenme sürecine girdi. 1980 sonrasında da artık rejim bütünüyle yeniden kompradorlaştı.

Cumhuriyetin başlarındaki durumla bugünkü durum arasında çok büyük farklar var. Türkiye 1920’li ve 1930’lu yıllarda kendi çabasıyla ayakta kalmaya ve bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Ve elbette dünyadaki ekonomik krizin olumsuzluklarını da yaşayarak. 1980 sonrasında durum radikal olarak değişti. Türkiye neoliberal küreselleşmeye teslim oldu. Artık ekonomik-sosyal politikalar içerinin ihtiyacına göre değil, dışarının ihtiyacına göre belirleniyor ki, buna yeniden kompradorlaşma diyorum. Ülkenin doğal ve beşeri kaynaklarının hoyratça yağmalanması bir başarı öyküsü olarak sunuluyor.

Yaratıcı bir ütopyaya ihtiyacımız var, zira kalkınma diye bir şey yok”

Vakitlice bu gidiş durdurulup, yeni bir rotaya girilmezse durum daha da vahim bir hal alacak. Fakat bunun için kendinden menkul saf bilim sayılan iktisat teorisine dayalı neoliberal, ultraliberal saçmalıklarla hesaplaşmaya, bilinci özgürleştirmeye, yaratıcı bir ütopyaya ihtiyacımız var. Zira kalkınma diye bir şey yok.

Yorum yazın