Gündem

Devlet ve deprem

Yazan: Mustafa Alp Dağıstanlı

Bu yazı üç sene önce, İzmir’deki bir dizi depremden sonra yazıldı. Bu depremlerden sonra okullar tatil edilmişti. Şimdi de Denizli’deki bir dizi depremden sonra okullar tatil edildi. Bu, okulların çürük olduğunun göstergesi.

21.10.2005

AKP hükümeti “medeniyyetler buluşmasını sağlamak” için Avrupa Birliği ile uyum çerçevesinde “devrim niteliğinde reformlar” yapadursun, ölüm tehlikesi altında yaşamaktan kurtulabilmiş değiliz ve devlet de, hükümet de, herhangi başka bir kuruluş da hayatımızı kurtarmak için bir şey yapmıyor.

İzmir’de son günlerde meydana gelen depremlerden sonra okulların tatil edilmesinin anlamı nedir? Nedir? Ben söyleyeyim: Devlet, okul binalarının sağlam olduğundan emin değil. Daha doğrusu, sağlam olmadığından emin. Sağlam olmadığından ben de eminim zaten, siz de emin olun.

Okullar ve hastaneler, normal olarak, öbür binalardan, en azından konutlardan daha sağlam, depreme daha dayanıklı yapılmak zorundadır. Bu ülkenin yasalarında, yönetmeliklerinde, şartnamelerinde de böyle yazar zaten. Ama uygulama hiç de öyle değil. (AB’nin o “devrim niteliğindeki reformların” uygulamalarını görmek istemesini yadırgıyor musunuz siz?)

Yani, eğer ertesi gün de depremlerin devam etmesi ihtimali varsa, normalde, çocukları okula göndermek, evlerinde tutmaktan daha emniyetli olmalıydı, ama değil.

Denebilir ki, bir paniğe yol açmamak için çocukların evlerinde kalması uygun görüldü. Bu da saçma. İnsan daha sağlam olması gereken bir yerde mi paniğe kapılır, depreme dayanacağından emin olmadığı bir binada mı?
Gerçeği görelim: Çocuklarımızı her Allahın günü ölüm tehlikesine gönderiyoruz. Okullarımızın kapısına da, trafo binalarına ve yüksek gerilim hatlarına iliştirdiğimiz gibi kurukafa resimleri raptetmeli ve “Yaklaşma!” uyarısı asmalıyız.
Bu durum sadece İzmir için geçerli değil. Bütün Türkiye’de durum budur. 1999 Gölcük depreminden sonra okulların sağlamlığı için bir tarama ve sağlamlaştırma (!!??) yapılmıştı. Bu işlem güven uyandırmış mıydı sizde? Bende uyandırmamıştı.

Size 1 Mayıs 2003’teki Bingöl depremini hatırlatırım. Çeltiksuyu Yatılı Bölge İlköğretim Okulu’nda 115 çocuk ölmüştü bu depremde. Depremden hemen sonra İstanbul Teknik Üniversitesi raporundan iki cümleyi herkesin gözüne sokmak istiyorum: “Tümüyle çöken bu yapı, eski bir alüvyon üzerinde yer almaktadır. Yıkılan binanın betonu içerisinde çapı 20 cm’ye varan tanelerin bulunması, betonun standartlara uygun olmadığını açık biçimde gözler önüne sermektedir.”

Gözler önüne sermektedir tabii, ama herkes görmezden gelmeyi sürdürüyor. İzmir depreminden beri en az üç televizyon kanalında Deprem Konseyi Başkanı Prof. Dr. Haluk Eyidoğan’ı dinledim. Adam, ısrarla, ama çaresiz bir şekilde, gözler önündeki bu gerçeğe kimsenin aldırış etmediğini anlatmaya çalışıyordu. Sorular hep fayların, genellikle de meydana gelmesi mutlak olan Marmara depremini (ısrarla “İstanbul depremi” diyordu spikerler) üretecek fayların teknik ayrıntılarıyla ilgiliydi. Depremden sonra Kandilli’nin düzenlediği basın toplantısında da manzara aynıydı.

Duyan da, bu toplumun bilim ve bilimsel düşünce manyağı olduğunu sanır. Böyle olsaydı yıllardır Nobel bilim ödüllerini götürüyor olurduk, di mi? Ama bir yandan da “Güneş tutulması, ay tutulması depremi tetikliyor mu?” soruları yağıyordu. Bilimadamları, yıllardır, tutulmalarla depremler arasında bilimsel bir bağlantı bulunamadığını tekrarlayıp duruyor, ama nafile.

Prof. Eyidoğan da, öbür bilimadamları da, akıl ve izan da şunu diyor: “Tamam, fayın özelliklerini öğrenin, ama buna takılmayın; bu konudaki çalışmalar ve tartışmalar bilimadamları arasında sürüyor zaten, biz üzerimize düşeni yapıyoruz. Ve söylüyoruz işte, şu veya şu büyüklükte bir deprem mutlaka olacak. Buna karşı hangi tedbirleri alacağımızı, kentlerimizi nasıl planlı, yapılarımızı nasıl sağlam yapacağımızı konuşalım, talep edelim, tedbir alındı mı alınmadı mı, denetleyelim.”

Herkes bu noktadan kaçıyor. Gölcük depreminden sonra sık sık söylendi, deprem değil, depreme uygun olmayan, yanlış zeminde yapılmış çürük binalar öldürür, diye. Ama biz bu konuda bir arpa boyu yol alamadık. O depremden sonra konuştuğum birçok bilimadamı, Aykut Barka da, Celal Şengör de, Tuncay Taymaz da aynı şeyi söylemişti: “Gölcük depremi sadece bir kişiyi öldürdü: deprem sırasında dışarıda tam da yerin yarıldığı yerde sandalyede oturan ve o yarığa düşen Ford fabrikasının talihsiz bekçisini. Geri kalan binlerce insanı çürük binalar ve tabii o binalarda sorumluluğu olanlar (yerel yönetimler, hükümetler, mühendisler, müteahhitler, vatandaşlar, herkes yani) öldürdü.

Bu yazıyı yazmadan önce bir jeofizik profesörü ve 30 yıllık bir inşaat mühendisiyle konuştum. Anlattıkları şeyler tam bir felaket manzarası. Otuzbin kişinin öldüğü Gölcük depreminden bu yana altı yıl geçti; bu süre zarfında hiçbir şey yapılmış değil.

Geçen yıl bir deprem şurası toplandı, iyi kötü bazı kararlar alındı. Gelgelelim, hiçbiri uygulanmış değil.
İmar yasası hala çıkarılabilmiş değil. Çünkü herkesi memnun eden bir yasa çıkarmaya çalışıyor hükümet. Herkesi memnun eden bir yasanın zırnık kadar değeri yoktur. Herkesi memnun eden imar yasası herkesi öldürür.

Afet yönetimi yasası yok.

Kat mülkiyeti yasasının mutlaka yenilenmesi gerekiyor, ama hala bekleniyor.

Yapı denetimi yasası eksik.

Acil durum yönetimi genel müdürlüğünün yeniden yapılandırılması, şart ama ipe un seriliyor.

Doğal afet sigortası yasası yeniden düzenlenmeli… ama işte meli, malı…

Hiçbir alanda olmadığı gibi, deprem ve binalar konusunda da doğrudürüst bir denetim mekanizması yok. Biliyor musunuz ki, çocuklarınızı gönderdiğiniz okulların binaları denetime tabi tutulmamış. Hastaneler de öyle. Toplukonut İdaresi’nin yaptığı binalar da. Ha, tabii, kağıt üzerinde Bayındırlık müdürlükleri bu inşaatları denetlemekle yükümlü, ama ne bilimadamları, ne de inşaat mühendisleri böyle bir denetim olduğunu düşünüyor.

Gölcük depreminden sonra özel denetim şirketleri kurulması yönünde bir kanun çıkarıldı. İyi de, nasıl işliyor acaba, uygulama nasıl? Söyleyeyim: Bir kere, sadece 19 ili kapsıyor bu yasa. Neredeyse tamamı deprem bölgesi olan Türkiye’nin sadece 19 ilini. Bingöl, bu iller içinde yok mesela. Yine çok meşhur bir deprem bölgesi olan Afyon da yok. Nasıl?

Bir de denetim olan yerlere bakalım. Şu anda 460 kadar yapı denetim firması ve buralarda çalışan 8-10 bin mühendis var. Bazı firmaların üzerinde üç, dört milyon metrekarelik iş var. Bazan bir mühendis 30 bin metrekarelik işe bakıyor. Üstesinden layıkıyla nasıl gelebildikleri çok büyük bir soru işareti, hatta kurukafa işareti.

Bazı mühendisler, mühendislik belgelerini bu firmalara kiralıyor (ayda 500 milyon liraya) ve onlar adına bu firmalar imza atıyor. 40-50 işte imzası bulunan, ama bundan haberdar olmayan mühendisler var.

Beş yüz metrekarelik bir yapıyı denetlemek için 12 yıllık inşaat mühendisi olmak gerekiyor, ama mesela İş Bankası kulelerini mesela inşaat fakültesinden yeni mezun bir mühendis yapabilir. Yetkinlik sistemi kurulmamış.
Başka bir şey: İnşaat firmaları, yapı denetim firmalarına yapım maliyetinin yüzde 2.57’si kadar ödeme yapmak zorunda. Yapım süresi uzadıkça bu oran artıyor. İnşaat firmaları tabii ki bu payı vermek istemiyor. Yarı yarıya indirim yapıyorlar. Tabii, siz payınızdan ve ilkelerinizden ödün vermemekte ısrar edebilirsiniz. Evet, tabii, kağıt üzerinde devlet memuru gibi görünüyorsunuz ve bakanlığa karşı sorumlusunuz, ama uygulama öyle değil. Fiiliyatta sonuç olarak mal sahibine karşı sorumlusunuz, onunla sözleşme yapıyorsunuz. Dolayısıyla, mal sahibini memnun edemezseniz, sözleşmenize son verilebilir.

Ayrıca, zorluk çıkarmayacak anlaşmalı denetim firmaları var. Bir de, özellikle büyük inşaat firmalarının kendi yapı denetim firmaları var. Kağıt üstünde, tabii ki, olamaz böyle bir şey. Ama uygulama başka. (AB’nin “devrim niteliğindeki reformları”ın uygulamasını görmek istemesini hala yadırgıyor musunuz siz? Ve siz neden uygulamayı görmek istemiyorsunuz?!!)

Benim konuştuğum inşaat mühendisi şunu söylüyor: “Aslında yüzde 2.57’lik pay inşaat firmaları için ihmal edilebilecek bir yük. Asıl yük, layıkıyla yapılan denetimin inşaat firmalarının beton, demir gibi malzemeyle oynama marjını daraltması, iş güvenliği, sigorta ve ısı yalıtımı gibi konularda firmaları “rahatsız” etmesi.

Dolayısıyla, denetimin de denetlenmesi gerekiyor. Bu konuda devletten ve siyasilerden bizi korumasını bekleyemeyeceğimizi öğrenmiş olmalıyız. Kitlesel ölümler bile bize bunu öğretmediyse ne öğretecek?
Medya, aslında, bir denetim mekanizmasıdır, ama onun da işini yapmadığını öğrenmiş olmalıyız. Deprem ya da başka bir felaket olduğunda konuyla ligileniyormuş gibi yapması bizi yanıltmasın. İnşaat sektörü Türkiye’nin her zaman en canlı sektörüdür ve medya işini layıkıyla yapsa onları fena halde rahatsız eder. Medyanın da, imar yasası gibi herkesi memnun eder bir durumda olması isteniyor. Dolayısıyla, medyanın da kapısına bir kurukafa işareti yapıştırmak gerekir.

İş üstümüze kalıyor demektir ve doğrusu da budur zaten. Bütün dünyada devlet de, hükümet de, siyasiler de terbiyeye muhtaçtır. Türkiye’de ise haddinden fazla geçerlidir bu durum. Devleti ve siyaseti terbiye edecek olan da toplumdur. Toplum kendini göstermelidir. Devlet çocuklarımızı düşünmüyor. Çocuklarımıza bizim sahip çıkmamız gerekiyor.
Okullarımızın sağlamlığından emin olmayı talep etmekle başlayalım. Herkes, çocuğunu gönderdiği okulun zemin etüdünü, statik hesaplarını, beton kalitesini müdürden istesin mesela. Vermeye mecburlar. Geçen gün gazetede okudum, Milli Eğitim Bakanlığı, velilerle bir mukavele imzalayacakmış, eğitimin kalitesi için. Nasıl ve ne işe yarayacak anlamadım, ama öncelikle çocuklarımızın can güvenliği için bir mukavele imzalaması gerekmez mi?

Herkes kendi çocuğunun okuduğu binaların elden geçirilmesini talep etsin. Elden geçirecek denetim firmalarının işlerini layıkıyla yaptığını da denetlesin. Çünkü bu iş devlete bırakılamaz. Çünkü devlete güvenemeyiz. Çocuklarımız bunu bilmez; devleti, hükümeti bilmez. Ama analarını, babalarını bilir. Ve çocuklarımız en azından analarına, babalarına güvenme konusunda bir şüphe duymamalıdır.

Çocuğunuzun sizden şüphe duymasını kaldırabilir misiniz? Okullarla başlayalım, sırada evlerimiz var. Başkasını terbiye etmek için bizim terbiye sahibi olmamız gerekiyor. Kendimizden başlayalım.

Okula gidip binayla ilgili bilgileri isteme hakkımız var. Okul yönetimi bu bilgileri vermek zorunda. Tabii böyle bilgiler varsa. Eğer yoksa, ya Eğitim ya da Bayındırlık Bakanlığı’ndan okulla ilgili çalışma yapılmasını isteme hakkımız var ve onlar da bunu yapmakla yükümlü. Çalışma sonucunda okul binasının yeterince sağlam olmadığı ortaya çıkarsa devletin (bakanlıkların) bu ölümcül soruna derhal bir çözüm bulmaları, binaları sağlamlaştırmaları da boyunlarının borcu. Buna mecburlar. Davranın.

Ben oğlumun okuduğu okula gidiyorum. Siz de çocuğunuzun okulunun yolunu tutun.

Yorum yazın