Genel

Dice Kayek ve Paris

Yazan: HaberVs

Bilge Egemenbegemen@medyakronik.comFotoğraflar: Eric FaconGece bütün karanlığıyla gelip de gökyüzüne kurulduğunda daha da romantik olur bu şehir. Lakabını boşuna “ışıklar şehri” takmamışlar. Kafanızı nereye çevirip baksanız bir tablo çıkar karşınıza. Sonra bir tane daha. Bir tane daha. Bakmaya doyamazsınız. Şaşırırsınız, kıskanırsınız, karışık bir sürü duygu yaşarsınız. Sonunda bari en azından birkaç günlüğüne buraya ait olmaya çalışırsınız. […]

Bilge Egemen
begemen@medyakronik.com
Fotoğraflar: Eric Facon

Gece bütün karanlığıyla gelip de gökyüzüne kurulduğunda daha da romantik olur bu şehir. Lakabını boşuna “ışıklar şehri” takmamışlar. Kafanızı nereye çevirip baksanız bir tablo çıkar karşınıza. Sonra bir tane daha. Bir tane daha. Bakmaya doyamazsınız. Şaşırırsınız, kıskanırsınız, karışık bir sürü duygu yaşarsınız. Sonunda bari en azından birkaç günlüğüne buraya ait olmaya çalışırsınız.

Çıkıp en ince damarlarında yürürsünüz. Sokak, sokak. Haritasız ve kilometrelerce. Sonra o meşhur cafe’lerinden birine oturup söylersiniz kendinize buzlu bir kahve. Fakat heyhat ne yaparsanız yapın, olmaz işte! Yüzünüzdeki şaşkınlık ve yalnızlık ele verir sizi işte. Bir türlü Parisli olamazsınız. Öyle kolay kolay Parisliymiş gibi yapamazsınız.

Paris uyanıktır! Yılda 30 milyondan fazla turiste alışıktır. Bir türlü almaz içine sizi. Yapar size 3 günlük hevesli yabancı muamelesi. Fakat elbet vardır zincirleri kırıp, duvardan atlamanın bir yolu.

Bulursanız kendinize iki gerçek Parisli, işte o zaman çıkarırsınız Paris’in çırılçıplak röntgenini. Açılır önünüzde kapılar ve girersiniz içeri…

Tabii “Parisli” olmanın yüz bin farklı karşılığı vardır. Aynı apartmanda oturan iki komşunun bile Parisleri birbiriyle alakasızdır. 40 yıl boyunca kesişmez hayatları. Ne dinledikleri müzikleri, ne de içip, eğlendikleri mekânları. Biri ak sever, diğeri kara. İki renk arasında da milyonlarca farklı ton vardır. Adresleri çok benzerdir zarfların üzerinde, ama yaşadıkları hayatlar Asya ve Amerika gibi uzaktır birbirine.

Dice Kayek’in Paris ve Parisliliği bir “romantik komedi” filminin seti gibi. Ya da Cosmopolitan ve benzeri dergilerin kadınlara kâğıt üzerinde sunduğu o hayatın, ete kemiğe bürünmüş hali. Bu hayatın merkezinde moda duruyor. Üzerinden parfüm kokuları fışkırıyor. Fondaysa, şık restoranlar, lezzetli yemekler, her an bir sanatçı ya da ünlüye rastlayabileceğiniz cafe’ler, hep bir ağızdan Fransızca çene yarıştıran kadınlar ve kahkahaları ve tıkır tıkır öten topuklu ayakkabıları figüranlık yapıyor.

Sanki bu film setinde bir sabah aniden birisinin yüzünde bir sivilce patlak verse krizlerin en alası çıkabilir. Dünya yerinden hop oturup, hop kalkabilir.

Tabii adı Dice, soyadı Kayek olan bir insanoğlu yaşamıyor yeryüzünde. Bu Bursalı Ayşe ve Ece Ege kız kardeşlerin yarattığı marka. Ama işte Dice Kayek diye biliniyorlar Tokyo’dan New York’a kadar modayı takip eden insanların dünyasında.

Ece çocukken eline kâğıt, kalemi alır babasının talebi doğrultusunda karşıdaki manavın tezgâhını çizermiş. Niyeti jemoloji okumakmış. Aslında insanlar seçimler yaptığını sanırmış ama bal gibi de yanılırmış.
Ece:“Kader işte. Bir tanıdık ‘gel burada moda oku’ dedi, geldim.” Belli ki ailesinin de hali vakti yerindeymiş. Yollamışlar onu Paris’e. Bu işin dünyadaki küt küt atan kalbine.

Derken okul bitip memlekete geri dönme zamanı geldiğinde, “Hop” demiş kendi kendine. “Ben nereye dönüyorum? Madem moda tasarımı okudum, o zaman bu işin merkezinde kalıp burada başarmalıyım.”

“Peki işe nereden, nasıl başladın?”
Ece:“Herkes bilir! Artık aynı şeyleri anlatmaktan fenalık geçireceğim… Beyaz poplin gömleklerle…”

Her sabah evden çıktıklarında uğradıkları bir dergici var. Uğruyorlar çünkü yeni sayısı çıkmış Fransız moda dergilerinden mutlaka birkaç tanesini satın alıyorlar. Bu dergilerde tasarımlarıyla ya da kendileriyle yapılan röportajlarla yer aldıkları için.

Artık hikâyelerini anlata anlata sıkılmışlar. Neyse beyaz gömlek işi öyle pek tutmamış. Bu arada Ece Paris’te kalmaya karar verince zaten tekstille uğraşan ablası Ayşe de yanına taşınmış. Belli ki hırslılar. Kafalarına taktıkları her şeyi yaparlar. Adlarını ilk kez son anda katıldıkları Paris’teki Pret a Porte Moda Fuarı’nda duyurmuşlar. Sonrasında adları hızla yayılmış. Dünyada birçok önemli mağaza giysilerini satmaya, ünlüler de almaya başlamış. Şöhretleri Güney Kore kadınlarına kadar ulaşmış. Uma Thurman oynadığı bir filmde Dice Kayek elbisesini kendine kostüm yapmış. Cameron Diaz İtalya’daki mağazadan kendisine elbiseler satın almış.

Evleri, mağazaları, sevdikleri mekânlar genellikle pahalı markaların bulunduğu lüks ve şık Saint Germain’de. Uzak semtlere işleri hiç düşmüyor.

“Eh madem hayatımızı merak ettiniz. Buyurun takılın peşimize. İşte rutin bir günümüz sizlere…”

Evlerinden çıkıyorlar… Yürüyerek yakındaki bol bol moda kitapları satan, kitapçıya uğruyorlar. 6. yüzyılda yapılmaya başlanmış, mimarisini sevdikleri, St-Germain-des-Pres Kilisesi’nin yanından geçip, sanatçı ve entelektüellerin durağı meşhur Cafe de Flore’da kahvaltılarını yapıyorlar. Ece, hep önden gidiyor. Saatte 180 kilometre hızla yürüyor. Ayşe sürekli ona yetişmeye çalışıyor. “Yavaş ol biraz” uyarıları işe yaramıyor.

Tasarımlar Ece’nin kafasında çiziliyor. Sonra çizimleriyle önce kâğıt, sonra da defilelerde top modellerin üzerinde hayat bulup, canlanıyor. Ayşe’yse üretimden, pazarlamaya, defile organizasyonundan, kullanılacak manken seçimine kadar yarattıkları markanın her kademesinde işleri yönetiyor.

Birinin telefonu susuyor. Diğerininki çalıyor. Telefonla yürüye-konuşa, dünyaca ünlü say say bitmez en pahalı markaların vitrinlerine baka baka, eleştire-beğene, yine mahallelerindeki “Dice Kayek” mağazasına varıyorlar.

“En sevdiğiniz tasarımcılar kim?”
Ece:“Dice Kayek.”
Ayşe:“Bir tane adsız boş etiketle çıkan bir tasarımcı var. Kim olduğunu kimse bilmiyor. Onu da beğeniyoruz.”

Bütün günlerini öyle mağazada müşteri bekleyerek geçirmediklerini takdir ve tahmin edersiniz. Buraya sadece şöyle bir uğruyorlar. Zamanlarının büyük bir bölümü atölyeleri ve showroom’larında geçiyor. Orası da hiçbir egzoz dumanının yakınından geçmediği baharda yeni açmış bir papatya gibi. Yerde tek bir iplik parçası yok. Ne istersen dök. Ve yala. Şıkır şıkır. Havalı.

Öğle yemeklerini genellikle, -11 yıllık bir zaman diliminde-, La Bocca’da (İtalyan) yiyorlar. Bardaki adam onları öperek karşılıyor. Adam yakışıklı olmasına yakışıklı. Ama daha önceleri Isabella Adjani’nin oğlu duruyormuş onun yerinde. Burası kadınların istilasına uğruyormuş.

İşte saçlarını kestirdikleri kuaför (ki bir ara Kuzu Kuzu albümü için Tarkan’a imaj yaparlarken onun saçlarını da burada kestirtmişler), dağ çileklerini aldıkları manav, en sevdikleri Kraliçe Elizabeth’in ve Chirac’ın da alışveriş yaptığı pastane (Stohrer)…

Paris’in hani neredeyse parfümle özdeşleşmesinin nedenlerinden biri Kral 15. Louis. Modern parfüm tarihi 17. yüzyılda onunla başlamış. Sarayı, “koku sarayı” adıyla anılırmış. Bu şahane kokular sayesinde saraydaki herkes yıkanmadan mutlu mutlu yaşarmış.

Bir sonraki durak Palais Royal’deki Serge Lutens adlı parfümcü. Parfümlerini buradan alıyorlar. Burası küreselleşmiş, dört diyarda zincir dükkânlar açmış bir parfümcü değil. Yeryüzünde tek. Seri üretimler yapmıyor. Tam da herkes gibi kokmak istemeyenler için. Bir şişe ortalama 850 Euro. Parfüm isimleri de enteresan. Mesela “Rahat Lokum”. İçinde “sultan”, “Türk” gibi kelimelerin geçtiği parfümler de var. Serge Lutens Osmanlı hayranıymış.

Parfümcüyle aynı sırada eski elbiseler satan bir mağaza (Joyce) var. Burada 1800’lü yılların sonlarından kalma dantellerle işlenmiş, zarif gecelikler ya da iççamaşırları bile bulunuyor. 1920’lerden, 40 ve 50’lilerden elbiseler, tuvaletler gırla. Dünyanın farklı ülkelerinden özenle toplanmışlar. Ayşe ve Ece Ege bu dükkânda saatler geçiriyor. Elbiseleri deniyorlar, fotoğraflarını çekiyorlar. Onlar için her bir parça seyrine doyum olmaz bir antika.

Tabii başarılı olmak için tasarımların yaratıcı olması çok önemli. Ama sektör ne olursa olsun, artık tek bir Allah’ın kulu kalmamış bu dünyada basın ve halkla ilişkiler işinin önemini hissetmeyen. Onlar da önemsiyor. Bu işlerini yürüten Catherine Miran’ın ofisine sık sık uğruyorlar. Burası tam bir kadınlar cenneti. Dice Kayek’in yeni kreasyonları, fotoğraf çekimleri buradan dünyanın dört bir yanındaki dergi ve gazetelere servis ediliyor. Son moda çekimlerini Mardin’de yapmışlar. Ofiste Mardin hayranlığı yürümüş gitmiş.

Cıvıl cıvıl, fıkır fıkırlar. Neşeleri, bastıkları kaldırım taşlarını fokurdatıyor. Fakat bu hikâye için, kendilerini ve onların Paris’ini çekmekte olan Amerikalı görüntü yönetmeninin işi biraz zor. Paxton Winters’la Ece Ege arasında sürekli şöyle diyaloglar gelişiyor:

Ece:Arkadan çekme!
Pax: …….
Ece:Bu binayı niye öyle çektin de böyle çekmedin?
Pax: Gel sana ne çektiğimi göstereyim.
Ece:Sokağı buradan çeksene…
Pax:Ters ışık!

Kendisi başlı başına bir portre konusu, deve kervanlarıyla Çin’den (İpek Yolu-Son Kervan) Türkiye’ye iki yılda develerle yürüyerek gelen ve yönetmen olarak çektiği bu belgeseli birçok ülkede gösterilen, ödüller alan, başka bir uzun metraj filmi Los Angeles Film Festivali’nden ödülle dönen Pax, sabırlı.

Sık sık mola verip, çektiklerini gösteriyor. Ters ışık, geniş açı v.s. teknik bilgiler veriyor. Fakat heyhat sonunda dayanamayıp, yine önden önden yürüyen Ece’nin arkasından sesleniyor:

Pax:Ece bu üstündeki eteğin dikişleri…
Ece: Ne var, ne olmuş?
Pax: Olmamış. Bir dahaki sefere böyle dikme!”
Ece gülümsüyor.
Tamam, yaptığı işi yani moda tasarımını çok seviyor. Kraliçe Elizabeth’i tepeden tırnağa giydirmek istiyor. Ama şimdiki aklıyla 18 yaşına dönseymiş, sinemayla ilgili bir bölüm seçermiş. Bir film çekmek istiyor. Ya da en azından şöyle güzel bir filmin kostümlerini tasarlamayı.

Ayşe ve Ece Ege’nin Paris şifresi işte böyle kırıldı. Fonda sürekli olarak “Dolce Vita”ya atıfta bulunan neşeli müzikler vardı. Tek bir sivilce baş göstermedi. Çirkinliklerin olmadığı tatlı hayat, tek bir frikik vermedi. Kalan 363 günlerini kimse bilemez.
Bu onların sadece iki günlük Paris’iydi.
http://www.cnnturk.com/VIDEO/index.asp?pn=1&prid=977

Yorum yazın