Medya

Editörümüz Somali’den bildiriyor

Yazan: Mustafa Alp Dağıstanlı

Afrika Boynuzu’ndaki açlık trajedisi, küresel güç Türkiye’nin ve Türk gazeteciliğinin küresel tavrını bir kez daha gözler önüne nasıl serdi?

Birkaç gündür bizim bütün gazetelerimizde birinci sayfalardan duyurulan büyük bir mesele var: Somali açlığın pençesinde. Okuduklarımdan anladığım kadarıyla, üstelik sakınabileceğimiz bir açlıkmış bu. Kısa bir derleme yapayım isterseniz:

Afrika Boynuzu’ndaki bu açlık yüzünden kamplara sığınan insanların “iklim”, “kuraklık” veya “çevre” mültecileri oldukları söyleniyor. Bölgeye yardım ulaştırmaya çalışan uluslararası kuruluşlara göre, o topraklar, üzerinde yaşayan insanları artık besleyemez durumda.

Elli yıl kadar önce bölgede her 10 yılda bir kuraklık görülürmüş. Şimdi daha kısa sürede geliyor ve daha uzun sürüyor. 1970’lerde her 7 yılda bir kuraklık oluyormuş. 1980’lerde her beş yılda bire, 1990’larda ise iki veya üç yılda bire düşmüş. 2000’den bu yana üç büyük kuraklık ve birkaç yağışsız dönem yaşanmış.

Gazetelerimizin çevre editörlerinin bölgeye gidip meseleyi derininden takip ettiğini söylememe gerek yok, ama bir editörümüzün felaketin en etkili olduğu Kenya-Etyopya sınırında tanıştığı veteriner Leina Mpoke, “Hiç şüphe yok ki şimdi daha sıcak ve daha kuru” demiş.

Burada bir parantez açmama izin verin. Dünyanın en büyük 17 ekonomisi arasına giren, 2023’te de inşallah ilk 10’a gireceğinden emin olduğumuz yurdumuzu sadece böyle ekonomik başarılarla ölçmek haksızlık olur. Bu ekonomik atılımın nasıl bir topyekun toplumsal olgunluk ve gelişmişlik düzeyiyle donatılmış olduğunu gazeteciliğimizin yüksek standartları da gösteriyor. Darbe söylentilerinin, yolsuzlukların cesaretle üzerine giden bir medyamız var. “Yorum serbest, ama hakikatler kutsaldır” şiarını ilke edinmiş, kalite peşinde yorulmak nedir bilmeden koşan gazetelerimiz, televizyon kanallarımız var. Uluslararası kuruluşların raporlarından da görülebileceği gibi, fikir özgürlüğünün alabildiğine açık olduğu, yasalarında bu konuda engel olabilecek tek bir madde bırakmayan bir ülkede yaşıyoruz.

Başka bir ülkede olsa başına bin türlü çorap örülecek, mantıklı, adil ve sağlam hiçbir mesnet gösterilmeden suçlanıp hapislerde aylarca, hatta yıllarca çile dolduracak Ahmet Şık gibi bir gazeteciye ödül üzerine ödül veren gazetecilik örgütlerimiz, hatta çabalarından ötürü onu ödüllendiren bir hükümetimiz var. Artık bir bölgesel güç olmayı da aşıp küresel güç mertebesine yükselen Türkiyemizin bu konumuna yaraşır şekilde sadece çevremizdeki sorunlar hakkında değil, küresel sorunlar hakkında da okurlarını/seyircilerini haberle, analizle, yorumla, özel dosyalarla besleyen medyamız var.

Bildiğiniz şeyleri söylemekten yoruldum ama gazeteciliğimize ve demokrasimize haksızlık etmemek için bir örnek daha sunmama izin verin lütfen.

İleri olmayan demokrasinin kepazeliği: Murdochgate

Bizim gibi bir gazetecilik geleneği maalesef olmayan, demokrasi konusunda da hâlâ özlenen seviyeyi yakalayamamış olan Britanya’da telefon dinleme skandalıyla ortaya dökülen medya-polis-hükümet kepazeliğini (Murdochgate) muhakkak izlemişsinizdir. Gazetelerimiz -ve tabii televizyonlarımız da- bu konuda da küresel bir aktöre yaraşır bir yayıncılık sergiledi. Gayet iyi yazılmış haberlerin ötesinde, derin analizler, kendi tecrübemizden İngiliz medyasının da faydalanmasını kolaylıkla sağlayabilecek yorumlar, hatta çözüm önerileri okudum, seyrettim. En azından 8 yorum/analiz yazısını şahane buldum. Britanya gibi bir ülkedeki böyle bir meseleye bu kadar yer ayırmanın yersiz olduğunu söyleyen birkaç köşe yazarı çıkmadı değil, fakat onlar da şu haklı gerekçeyle derhal susturuldu: Bu sadece Britanya’ya has bir mesele değil, başka ülkelerde de benzer durumlar var ve bu krizden onlar da dersler çıkarmalıdır. Ne yazık ki herkes bizim düzeyimizde değil henüz, dolayısıyla, birikimimizi, tecrübemizi aktarmamız sadece İngiliz medyasının değil, tüm Avrupa medyasının kendine çekidüzen vermesi bakımından önemlidir. Aynı zamanda, bizim gazetecilik ilkelerimizin ve kalite arayışını sürdürme inatçılığımızın nasıl kıskançça korunması gerektiğini gösterdiği için de kıymetlidir.

Şimdi Britanya’nın demokrasi kuraklığından Somali’deki gerçek kuraklığa gönül rahatlığıyla geçebilirim.

Gazetelerimizin gayet isabetli bir şekilde işaret ettiği üzre iklim değişikliği Afrika’nın bu bölgesini ileride daha da yaşanmaz hale getirecek. Ama bu krizi iklim değişikliğine veya kuraklığa bağlamak yanlış. Bu, tamamen kestirilebilir, geleneksel, insan yapımı bir felaketten başka bir şey değil. Sadece göç eden insanların ve neredeyse kameraların önünde ölen çocukların sayısı biraz yeni, o kadar.

Bu yıl açlık tehdidiyle karşı karşıya olan 10 milyon insan, son dört kuraklık döneminde ancak gıda programlarıyla büyük ölçüde hayatta kalmayı başarmış olan aynı 10 milyon insan.

Aynı kuraklık, aynı insanlar

Televizyonlarımızda gördüğümüz kuraklıktan kaçan Somalililer, BM’nin uyarısına göre, 2008’de altıda biri açlıktan ölme riskiyle karşı karşıya kalan aynı insanlar. BM Dünya Gıda Programı Başkanı Josette Sheeran (dünyayla bu kadar yakından ilgili bir Türkiye ve onun gayet iyi yetişmiş insanları dururken neden bu örgütlerin başında hep batılılar var, anlayamıyorum ya!), bu hafta 300 milyon dolarlık acil yardım talep etti –aynı 2008’de, “sessiz bir tsunami [açlık] oluşuyor” dediği zamandaki gibi. (Bakın nasıl yakından takip ediyor gazetecilerimiz meseleyi; o-onu-dedi-bu-bunu-dedi gazeteciliğinden, mikrofon-tutucu-muhabirlikten nasıl kaçınıyorlar.) Ve o zaman acil duruma cevap vermekte yavaş davranan hükümetler şimdi de yardım etmekte gönülsüz.

Aslına bakarsanız, kriz beklenmiyor değildi. Bu yılın başlarında Kenya ve Etiyopya’ya yağmur düşmedi; Somali’ye de iki yıldır neredeyse hiç yağmadı. Yardım kuruluşları ve hükümetler neredeyse bir yıldır bu vakitte gıdanın tükeneceğini biliyordu. Gelgelelim, küresel insani yardım mekanizması ancak şimdi, çocuklar ölmeye başlayınca ve hayvanlar ölünce hareke geçti; televizyon şovlarıyla, yardım çağrılarıyla ve meşhur insanlarıyla. Neden daha erken harekete geçmediler peki? Çünkü bir felakete adam gibi hazırlanmak aylar alıyor.

Fikir özgürlüğü ve bağımsız medyanın iflah olmaz savunucusu!

Aynı 2008’deki gibi, Somali’deki savaş, şu andaki berbat durumun baş sorumlusu. Denizaşırı Kalkınma Enstitüsü’nden (küresel güç ve Osmanlı’nın torunları olduğumuz için işte böyle kurumlarımız var bizim) Simon Levine”in söylediği gibi: “Savaşlar birçok insanı doğrudan doğruya öldürmüyor, milyonları aslında başedebilecekleri çeşitli sorunlara karşısında zaaf içinde bırakarak öldürüyor.” Bu durumda, insanlar her şeylerini kaybediyor ve otlaklarını da yitiriyorlar. Bu arada şunu da hatırlamalı ki, Somali, ABD önderliğindeki “teröre karşı savaş”la bir savaş alanı haline getirildi. Bu bizim suçumuz. (İşte görüyorsunuz, özeleştiri kültürümüzün de ne kadar yerleşik olduğunu. Gazetelerimizin her satır arasından sızıyor. Kendi tarihleriyle hâlâ yüzleşemeyen ülkelerin medyamıza yüklenmesinden daha normal ne olabilir ki! Allahtan, fikir özgürlüğünün, bağımsız medyanın önemini müdrik bir başbakanımız var da, çeşitli uluslararası toplantılarda gerekenlerin ağzının payını layıkıyla veriyor.)

Fakat daha sinsi bir savaş da sürüyor bölgede. Bu savaş, hükümetler ve iş dünyası tarafından göçebe çobanlara karşı veriliyor. Çobanlar, Uganda, Kenya ve Etiyopya hükümetleri tarafından yıllardır marjinalize ediliyor ve gadre uğruyordu; şimdi de geniş ölçekli tarımla, ulusal parkların genişlemesiyle daha da büyük bir tehlikeye maruz kalıyorlar. Lusaka, Nairobi ve Addis’deki politikacılar için bu insanların hayat tarzı arkaik ve demode. Ulusal kalkınmanın dışında oldukları söyleniyor. Böylece, politikacılar, kurak dönem otlaklarının yok olmasını veya çayırlıklara giden geleneksel rotaların kesilmesini pek umursamıyorlar. Bununla birlikte, uluslararası araştırmalar gösteriyor ki, göçebe çobanlar, Avustralya ve Amerika’daki “modern” büyük çiftliklerden daha kaliteli ve daha çok et üretiyor, hektar başına daha çok gelir elde ediyorlar.

Bölgenin açlık çeken insanlarına –hükümetlerin şimdi yapması gereken gibi— para vermektense, Britanya, AB, ABD ve Japonya, daha sıcak, daha kurak şartlarla başedebilsinler diye insanlara yardım etmeli. Daha iyi pompalar ve kuyularla, hayvanları daha iyi aşılamayla, eğitim yardımıyla, gıda nakliyesi yardımıyla insanlar tekrar iyi yaşayabilir. (Türkiye bunları zaten yaptığı için adı geçmiyor burada, aman yanlış anlaşılmasın.)

Bu acil durum batıya 400 milyon dolara patlayacak. Bu para, acil yardım ve insanları ancak açlıktan ölmekten kurtaracak gıda programı yerine uzun dönemli kalkınmaya ayrılsa bu trajediden kaçınılabilir. Bununla birlikte, neredeyse kesinlikle biliyoruz ki, dünya bir veya iki yıl içinde yine aynı yerde olacak. Ama bir dahaki sefer bir mazeret olmayacak.

Şike “gelirleriyle” aç doyurmak

Türkiye’de gazeteciliğin geldiği yeri gösterme bakımından aktardım size bu bilgileri. Ve duydum ki, tarihimizin ve kültürümüzün ve siyasi ve insani gelişmişlik düzeyimizin bir nişanesi olarak sadece hükümetimiz değil, özel sektörümüz, dünyanın en en zengin 100, 500 kişisi arasındaki 20’ye yakın insanımız hemen harekete geçmiş ve bu acil durum için gerekli 400 milyon doların neredeyse yarısını ceplerinden çıkarmaya karar vermiş bile. Bir ilginç öneri de şimdi adını hatırlamadığım bir köşe yazarından gelmiş: şikeye bulaşmış kulüplere kesilecek sıkı para cezası Afrika Boynuzu’ndaki açlığa karşı galip gelmek üzere kullanılsınmış. Bir gazetemiz de yardım kampanyası başlatmış, okurlarına çağrı yapıyor.

Bu arada, yazıya katkıda bulunanları belirtmeliyim: Hikayeyi, belki de dünyanın en iyi gazetesi (İstanbul’da yayınlanan) Guardian’ın çevre editörü John Vidal yazdı (Famine we could avoid)

Yorum serbest, hakikatler kutsaldır” sözü de Guardian’ın efsanevi editörü, dünyanın en önemli gazetecilerinden –tabii ki bir Türk, Karamanlı—Charles Prestwich Scott’ın.

Yorum yazın