Genel

Erdoğan: “Varlığım Türk varlığına armağan olsun?”

Yazan: HaberVs

Alper Görmüşagormus@medyakronik.com Aslında “olaylar”ı, Milliyet’ten Fikret Bila’nın, “adının açıklanmasını istemeyen çok önemli bakan”la gerçekleştirdiği söyleşiden başlatacaktım, fakat internette dolaşırken Mehmet Ali Birand’ın bu söyleşiden önceki bir tarihte kaleme aldığı satırları okuyunca vazgeçtim. Cemil Çiçek olduğuna dair neredeyse fikir birliği oluşmuş “adını açıklamak istemeyen bakan”ın “Söylensin, ne yapmamız isteniyor, bilelim ki biz de ona göre davranalım” […]

Alper Görmüş
agormus@medyakronik.com

Aslında “olaylar”ı, Milliyet’ten Fikret Bila’nın, “adının açıklanmasını istemeyen çok önemli bakan”la gerçekleştirdiği söyleşiden başlatacaktım, fakat internette dolaşırken Mehmet Ali Birand’ın bu söyleşiden önceki bir tarihte kaleme aldığı satırları okuyunca vazgeçtim. Cemil Çiçek olduğuna dair neredeyse fikir birliği oluşmuş “adını açıklamak istemeyen bakan”ın “Söylensin, ne yapmamız isteniyor, bilelim ki biz de ona göre davranalım” yollu açıklaması, sanki Birand’ın o yazısından yola çıkılarak yapılmış gibiydi çünkü. Şöyleydi Birand’ın satırları (Posta, 18 Nisan):

AKP, türban adımını atarak Ulusalcıları tahrik etti. Yani ilk eşik aşılmış oldu. Şimdi Ulusalcılar tüm nükleer silahlarını AKP’ye yöneltmiş durumda.
AKP türban konusunda geri adım atmadığı veya örneğin, bazı bakanlarını değiştirerek, kamuoyundaki bilinen kuşku ve kaygıları gidermek için bir iyiniyet gösterisinde bulunmadığı, başka bir deyişle, atacağı adımlar konusunda kesin kararlı, geri dönme niyetinde olmadığını gösterirse, Ulusalcılar nükleer füzelerini ateşleyecekler. (…) AKP tutum değiştirmezse, Türkiye’yi imha stratejisi devreye sokulacak ve düğmeye basılacak.”

Ne kadar ilginç! Söz konusu bakan da zaten tam bu iki noktada “bir şeyler” yapmaya hazır olduklarını açıklamıştı kamuoyuna… Yani, “Türbanın ilk ve orta öğretim kurumlarında kullanılamayacağına ilişkin güvence verilmesi” ve “bazı bakanların, özellikle de Milli Eğitim Bakanı’nın değiştirilmesinin düşünülebileceği…”
Bakana göre, AK Parti’nin kapatılmasının önüne geçebilmek için başka neler yapılabileceğini de konuşmaya hazırdı parti. Hayır, kendisi için bir şey istemiyordu AK Parti, sadece, partinin kapatılması durumunda ülkenin ekonomik krize girmesinden ve “Güneydoğu’nun kaybedilmesinden” korkuyordu.

Hükümet içinden doğrudan bilgi alabildiği bilinen gazeteci Fehmi Koru’nun sözleri, bu çıkışın tahmin edilenden çok daha ciddi, üzerinde düşünülmüş bir çıkış olduğunu gösterir nitelikteydi:

Bu açıklamanın bir ‘deneme balonu’ olarak Ak Parti içerisinde üstlenilen bir görev gereği yapılıp yapılmadığını merak ediyorsunuzdur sanıyorum. Doğrusu ben de meraklardayım. Öyle ya, hükümette çok etkili bir koltukta oturan bakan böylesine bir çıkışı partisinin yönetimine haber vermeden yapmış olabilir mi? Bana sanki yapamazmış gibi geliyor. Haberleri olmasaydı Başbakan Tayyip Erdoğan veya onun adına konuşabilecek bir parti yetkilisi, mesela Dengir Mir Mehmet Fırat, derhal açıklama yapardı. Yapmadılar.” (Yeni Şafak, 30 Nisan).
Bütün bu “tuhaf” gelişmelerin ardından, AK Parti’yi ve Erdoğan’ı iyi tanıyan iki gazeteciden çok ilginç iki yorum geldi.

İki çıkmaz yol: Ver kurtul, vur kurtul!

Bunlardan biri Vatan gazetesi yazarı Ruşen Çakır’dı. Çakır’a göre, Erdoğan, ne yapsalar kapatılmayı engelleyemeyecekleri sonucuna varmıştı. Çakır, Erdoğan’a yakın kaynakların sözleriyle desteklediği analizinde, Erdoğan’ın “vatan için” kendi kariyerinden vazgeçmeye karar verdiğini tespit ediyordu (Vatan, 1 Mayıs).
“AKP ’de kriz yönetiminin tek sorumlusunun Erdoğan olduğunu biliyoruz. Anladığım kadarıyla Başbakan ne ‘vurarak’, ne de ‘vererek’ kurtulmasının mümkün olmadığı sonucuna vardı. ‘Vurması’ durumunda gerilimin daha da tırmanacağını; ‘vermesi’ durumundaysa, bunun bir zaaf görüntüsü yaratacağını ve vermenin de bir sonu olmayabileceğini gördü. Diyelim ki pazarlığa razı oldu, kiminle masaya oturacaktı? Diyelim ki Baykal ile oturdu. Ona ‘Kabinede kimleri istemiyorsunuz?’ diye sorduğunda ‘Sizi’ cevabını alsa ne yapabilecekti?

Yazının başında değindiğim Erdoğan’a yakın isim, daha önceki Anayasa ’yı değiştirme tartışmalarının ‘kendine güvensizlik’ imajı yarattığını söyledi ve şöyle devam etti: ‘Halbuki Başbakan ek süre istemediğini söyleyerek kendine ne kadar güvendiğini de göstermiş oldu.’

Eğer Erdoğan sahiden davanın bir an önce sonuçlanmasını istiyorsa -ki öyle gözüküyor- ve yine eğer Erdoğan davanın ucundan kapatma ve siyasi yasak çıkmaması konusunda fazla ümitli değilse niye bu kadar acele ediyor? Kaynağım buna çok açık ve kesin bir cevap verdi: ‘Çünkü Türkiye ’nin en az bedelle bu krizden çıkmasını arzuluyor.’ Bu, AKP liderinin ülke çıkarları uğruna birtakım şeylerden fedakârlık etmeye, siyasi kariyerini riske atmaya hazır olduğu anlamına gelir. Çok kişi bu tespitle alay edebilir ancak kendisini yıllardır izlemeye çalışan bir gazeteci olarak AKP liderinin sahiden böylesi bir ruh hali içinde olmasının kuvvetle muhtemel olduğunu düşünüyorum.

Bu noktada aklıma hep Erdoğan’ın da ilk günlerde kullandığı ‘giyotine kafasını uzatma’ benzetmesi geliyor. Erdoğan ne düşünür bilmem ama şu haliyle AKP liderinin kafasını giyotine uzatmakta olduğunu söylemek çok abartılı olmayacaktır.”

19 Mayıs’ta ne olacak?

Bugünkü Sabah’ta (2 Mayıs) genel yayın yönetmeni Ergun Babahan, 29 Nisan’da Referans gazetesinde yayımlanmış, tartıştığımız konu açısından çok önemli bir yazıya dikkat çekiyor:

Referans gazetesi yazarı Nuray Başaran, Ankara’da çok çeşitli kesimlerle ilişkisiyle havayı iyi koklayan biridir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nı dava sonrası konuşturmayı başarmıştı. Önceki gün ilginç bir yazı yazdı. Başbakan Erdoğan’ın 19 Mayıs’ta Samsun’a gideceği ve orada çok önemli mesajlar vereceği iddiasında Başaran. Şu satırları da ilginç: ‘İşte şimdi sokaktaki popülist değişimlerin dışında, TSK’nın ve başbakanlığın, önceliği Türkiye olan yeni formülasyonlar geliştirmesi zamanıdır. Burada ideolojik yaklaşımlar ve sen-ben kavgası söz konusu olmayacaktır.’”

Babahan’ın sözünü ettiği yazının tümünü okuyunca, Başaran’ın, aslında “içeriden” bilgi alarak kaleme aldığı yazısına, ancak bu kadarına icazet aldığı için “tahmin” süsü verdiğini sezmemek mümkün değil.
Şu satırlar da ona ait:

Herkes şaşırabilir ama yakında Başbakan ve TSK aynı dili kullanırsa biz şaşırmayacağız. Çünkü Türkiye’nin ve yarınlarımızın ihtiyacı budur. Normalleşme de bunu gerektirir. Bir büyük uzlaşma ve tabiri caizse bir yeniden Misak -ı Milliye büyük ihtiyaç vardır. Bu konuda konulacak bir gard durum söz konusu değildir ve olmamalıdır. Çünkü böyle bir durum olursa, nakavt olacak ülkedir.
“O halde yönetici siyasası, askeri bürokrasisi ve basınıyla bir büyük uzlaşının ilk adımının atılması bir ihtiyaçtır. Ve bu ilk adımı atmak başbakan olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın görevidir. Bu bir taviz değildir. Olsa olsa ülke hatırına bir fedakârlıktır. Bu büyük uzlaşmanın ilk başlangıcı, neden 19 Mayıs olmasın? Başbakan Erdoğan’ın Çanakkale’yi kutlama coşkusunun aynısını 19 Mayıs’ta duymak, belki Türkiye’nin yarın ne olacak sorusunun cevabının bir müjdesidir?…”
AK Parti’nin tavrı galiba kesinleşmiş durumda… Hasan Cemal’in “Kafanı giyotine uzatma” feryadını dinlememeye karar vermiş görünüyorlar… Kelle gitmezse teşekkür edecekler, giderse “vatan sağolsun” diyecekler.

Yorum yazın