Genel

MHP’de neler oluyor?

Yazan: HaberVs

MHP’deki halkçı dönüşüm M. Naci Bostancı, Zaman, 30/01/2008 Bizde milliyetçi çizginin bir siyaset olarak ortaya çıkışında Osmanlı’nın son dönem şartlarının ne kadar önemli rol oynadığını biliyoruz. Tasfiye sürecinde olan imparatorlukta, toplumu bir arada tutacak çeşitli eksenler tartışılmış, Osmanlıcılık, İslamcılık telaffuz edilmiş, nihayet yıkıntıdan kalanı kurtarmak için milliyetçilik baskın bir şekilde öne çıkmıştı. Bunlar iç gelişmeler. […]

MHP’deki halkçı dönüşüm

M. Naci Bostancı, Zaman, 30/01/2008

Bizde milliyetçi çizginin bir siyaset olarak ortaya çıkışında Osmanlı’nın son dönem şartlarının ne kadar önemli rol oynadığını biliyoruz. Tasfiye sürecinde olan imparatorlukta, toplumu bir arada tutacak çeşitli eksenler tartışılmış, Osmanlıcılık, İslamcılık telaffuz edilmiş, nihayet yıkıntıdan kalanı kurtarmak için milliyetçilik baskın bir şekilde öne çıkmıştı.

Bunlar iç gelişmeler. Uluslararası alanda ise 19. yüzyılda genel olarak milliyetçi fikirler yükseliş halindeydi. Avrupa’da milli devletler egemen siyasi yapılar haline geliyor, imparatorluklar için tehlike çanları çalıyordu. Nitekim aynı trendler Osmanlı ile birlikte Avusturya-Macaristan ve Rusya imparatorluklarının da sonunu getirmişti.

19. yüzyılda henüz “halk” kavramının siyasette temel belirleyen olduğu söylenemez. Halkın bir gerçeklik olarak varlığından ziyade romantik bir halk fikri mevcuttur. Rusya’da 19. yüzyılın ikinci yarısında parlayan Narodnik hareket (Halkın Dostları), halka gitmeyi, halk gibi yaşamayı bir ideal olarak sunmuş, ancak bu işi gerçekleştirecek aydınların onlara mihmandarlık etmelerini de ihmal etmemişti. Narodnik hareketin içinde Alexandre Herzen, Lev Tolstoy, Lenin’in teröre başvuran ağabeyi -ki sonradan idam edilmiştir- gibi esasen aynı siyasal safta toparlanamayacak insanlar vardı. Zaten “halka gitme” meselesi, halkın bir siyasal fail olarak öne çıkmasına paralel çeşitli isim ve kılıklar altında gittikçe belirgin hale gelecek, farklı siyasal eğilimler bu işi önemseyecekti. Osmanlı’nın son döneminde, özellikle I. ve II. Meşrutiyetlerin “seçim”i esas alması, padişahın yetkilerinin Meclis, yani halkın temsilcileri lehine kısıtlanması fikirlerini de halkın siyasetteki yükselişi olarak görmek mümkündür. Aynı tarihlerde, 1909-1914 yılları arasında İstanbul matbuatından Tanin gazetesinin Ahmet Şerif vasıtasıyla Anadolu’nun görünümünü okuyucularına sunması bir tesadüf değildir. Cumhuriyet döneminde halka çok önemli bir vurgu vardır. Kurulan partinin adı Cumhuriyet Halk Partisi’dir, bütün halk onun doğal üyesi addedilir, 1924 Anayasası’nda hâkimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğu belirtildikten sonra bu hâkimiyetin TBMM aracılığı ile kullanılacağı belirtilir. 1946’daki çok partili hayata kadar halkın bu sistemin omurgası olduğu söylenemez. Halka yönelik tüm bu vurgular, sistemin meşruiyetini sağlamak kadar geleceğe yönelik bir niyet ve yaklaşımın da ifadesi olarak görülmelidir. Nitekim şu veya bu nedenle de olsa çok partili hayata geçilmiş, halk, siyasal iktidarları hem belirleyen, hem de onları iktidar makamından geri çağırabilen bir kuvvet haline gelmiştir.

Milliyetçi siyasetin yakın tarihi

Türkiye’de 19. yüzyılın sonlarına doğru güç kazanan milliyetçiliğin halk temelli bir hareket olduğu söylenemez. Bu hem halkın genel manada önem kazanmamış olmasından, hem de milliyetçiliğin kendisini ortaya koyuş biçiminden kaynaklanır. Milliyetçiliğe ilişkin pratiğin bize gösterdiği, milli devlete yönelik aşamalarda halkın işin en başında bir fail değil vesayet edilmesi gereken bir varlık olarak ele alındığıdır. Üç aşama etrafında toparlanabilecek süreçte, önce bir grup milliyetçi aydın ortaya çıkmakta, bunlar, kendiliğinden millet olan ancak bunun farkında bulunmayan halkı kendisi için millet haline getirmeyi ödev bellemektedirler. Nihayet milli devletin özellikle eğitim ve askerlik gibi iki önemli vasfını kullanarak (sonradan buna devletin tüm ideolojik aygıtları eklendi), halkı bir millete dönüştürmek hedeflenmektedir.

Osmanlı’dan günümüze ulaşan milliyetçi çizginin siyasette farklı karşılıkları olmuştur. Cumhuriyetin kurucu partisi CHP’nin altı okundan birisi milliyetçilikti, TCF ve CSF gibi partiler de milliyetçiliği dikkate aldılar. Çok partili hayattan sonra on yıl iktidar olan DP’nin milliyetçiliğinden şüphe etmek mümkün değildir. 60 ihtilalinden sonra kurulan ve çeşitli aralıklarla uzun yıllar iktidar koltuğunda oturan Adalet Partisi de milliyetçiliği hiçbir zaman ihmal etmemiştir. Yetmişlerde merkez sağın çevresinde ortaya çıkan iki partiden birisi olan MHP, kendisini doğrudan doğruya milliyetçiliğin adresi olarak ilan etti. 1969 Adana kongresinden sonra parti bayrağının üç hilal olarak değiştirilmesi, ihtilalin kudretli albayı Alparslan Türkeş’in bu partinin genel başkanı olarak milliyetçiliğe özel bir vurgu yapan konuşmaları ve yazıları bu iddiayı tahkim eden ideolojik içerik olarak tarihteki yerlerini aldılar. Ancak, merkez sağda milliyetçiliğin ana damardan ayrılışı, kendi partisiyle buluşması AP’nin milliyetçi söylemini bir kenara bırakmasına sebep olmadı, aksine bu vurgu biraz daha güçlendi. Öte yandan yine merkez sağın ana damarından ayrılan bir başka siyasi çizgi, MSP tarafından temsil edilen İslamcı-muhafazakâr eğilim, milliyetçilik karşısında eklektik bir konumda yer alıyordu. Bir yandan kimi milliyetçi eğilimler, özellikle MHP tarafından temsil edilen biçimi “kavmiyetçilik” olarak eleştiriliyor, İslam’ın kavmiyetçiliği reddettiğine vurgu yapılıyor, diğer yandan ise “milli görüş” denilerek, “milletimizin İslam tarihinde oynadığı özel rolden” bahsedilerek, milliyetçi coğrafyanın o geniş düzlüğünde bir başka mevzide yer alınıyordu.

Yetmişlerin başında MHP tarafından temsil edilen milliyetçiliğin bazı karakteristiklerini şu şekilde sıralamak mümkündür: Bunlardan birincisi, her milliyetçi ideoloji gibi milletin kadim geçmişine yönelik güçlü bir ilgi, tarihin en eski zamanlarına ulaşan bir anlatı ile milleti sahihleştirme girişimi ve bu dönemi bir tür altın çağ gibi anlatan söylem. Nitekim bu dönemdeki kimi resimler, semboller, mottolar, ağırlıklı olarak eski zamanlara ait efsanelerin ve kurmacaların ne kadar öne çıktığını gösterir. Ötüken yaylalarında eski zaman kıyafetleri içindeki börklü, uzun saçlı, elinde mızrağı ile yiğitçe duran bahadır, ya da yine aynı kıyafetler içindeki son derece çekici genç kız -bu kızın Batılı estetik ölçülere uygun figürü ayrı bir bahis-, Türklerin Ergenekon’dan çıkışına yol gösteren bozkurt tabloları, kılıçlar, kalkanlar, zırhlar vs… Yine o tarihlerde dilden dile dolaşan Kürşad efsanesi -yeni doğan çocuklara isim olarak Kürşad’ın konulması-, “En üstün ırk Türk’ün ırkı/Çin sarayın bastı kırkı” gibi sloganların her yerde yazılması… Güncel siyasi gelişmeler değerlendirilirken Kültigin anıtlarının, Bilge Tonyukuk’un sözlerinin bir dipnot olarak verilmesi: Çinlilerin ipeklilerine kanarak özlerini yitiren Türklerin hazin durumu üzerinden yeniden aynı hatalara düşülmemesi uyarısı. Bu dönemin MHP’si, tıpkı Cumhuriyeti kuran kadro gibi Osmanlı dönemine biraz mesafeli ve soğuk bakmaktadır. Yine de bu tarihin baştan çıkartıcı zaferlerinin, haşmetli zamanlarının milliyetçi söylemin içinde kendine bir yer bulduğunu görebiliriz. İstanbul’un fethinin kutlanması, Fatih kadar Yavuz’a, Kanuni’ye, nihayet II. Abdülhamid’e gösterilen özel ilgi gibi… Dolayısıyla yetmişlerin başındaki MHP’nin tarihsel hafızası daha çok bin yıl öncesinin dönemlerine yoğunlaşmış, anakronik bir hafızadır.

İkincisi, bu tarihsel hafızaya bağlı olarak, belli belirsiz bir halk/millet ayrımının ortaya çıkmasıdır. Halk, bugünkü insanlardır, tarihten, geçmişlerinden, özlerinden kopmuşlardır, ancak bizim halkımızdır ve yeniden tarihle buluşturularak, tıpkı Mete’nin çocuklarına verdiği “birlik olun” öğüdünde olduğu gibi bir arada geleceğe yürümelidirler. Ancak bu geleceğe yürümek aynı zamanda geçmişe yürümek olacak, tarihle buluşularak yeniden millet olunacaktır. Peki bu nasıl gerçekleşecektir? Bu, MHP’nin iktidar olup milliyetçi Türkiye’yi kurduğu bir zamanda, devlet marifetiyle halk dönüştürülüp millet haline getirilerek başarılacaktır.

Başörtüsü ve AKP-MHP
M. Naci Bostancı, Zaman, 23/01/2008

Başörtüsü tartışması yeniden alevlendi. Başbakan’ın Madrid’de dile getirdiği “Başörtüsü siyasal sembol olsa ne olur?” sorusu çok yeni bir politik yaklaşım olarak değerlendirildi, manşetlere çıktı. Oysa bu görüş çeşitli mekânlarda dile getirilmiş, bol bol tartışılmıştı.

Siyasal sembol mü, değil mi tartışmasının en başında halletmek zorunda olduğu ama asla halledemeyeceği konu neyin siyasal olduğudur. Bir başkası ise başörtüsü takanların “tek bir kategoride” toplanıp toplanamayacağıdır. “Başörtülüler siyasal bir sembol olarak bunu takmaktadırlar” önermesi ise, Konyalılar, Kayserililer, İstanbullular diye başlayan ve bir özelliği öne çıkartan genelleyici önermelerden farklı değildir. Paul Hazard, aydınlanma dönemini anlattığı “Batı Düşüncesinde Büyük Değişme” kitabında 17. yüzyılda milletlere ait bu genellemelerden bir hayli örnek verir: Hollandalılar tüccardır, İsviçreliler savaşçıdır vs. Hazard her ne kadar sonraki asırlarda bu tür genellemelerin aşıldığını ima etse de, görüldüğü gibi benzerleri bugün de var olmaya devam ediyor.

Başörtüsü tartışmalarının uzun tarihi bugün fazlasıyla şartlı reflekslerin ortaya konduğu bir ortam üretti. Başörtüsüne yönelik odaklanma, onun çevresinde, arka planında neler olup bittiğine ilişkin hususları karanlıkta bırakıyor. Başörtüsünün kendi başına siyasal anlamı ayrı bir konu, ilgili bağlam alabildiğine hırpalanmış durumda. Bu hırpalamada politikanın da payı var elbette. Politika denilince ondaki nice niteliklerinden ikisini hatırlamakta fayda var. Bunlardan birincisi, toplumsal sorunları bir müzakere marifetiyle çözmeye yönelik yaklaşım -ki bu modern-demokratik toplumun olmazsa olmaz kuralı-, ikincisi ise, bir hayat tarzı tasavvuru üzerinden ideolojik kırmızıçizgiler oluşturarak, başkalarının hayatına müdahale etme eğiliminin politik dili. Burada elmayla armut karışmaya başlıyor. Demokratik toplumların temel varsayımlarından birisi bireyin reşitliği. Ancak hayat tarzı üzerinden başkalarının hayatına müdahale, onları “zararlı” ya da “zavallı” kategorilerinden birisine veya her ikisine birden yerleştirerek toplum dışına itme girişimleri her şeyden önce bu temel varsayımla uzlaşmıyor. Tabi işin içine “hayat tarzı” ve bunun otoriter eğilimli politik dili girdiğinde, hem ortalık savaş alanına dönüyor, hem de seçici algı sebebiyle hayatın birebir görünümü yerine tuhaf bir pornografi oluşuyor. Belediye otobüsüne binen kişi orada “insanlar” değil “başörtülü olanlar ve olmayanlar” görmeye başlıyor. Kamusal mekânlarda başı örtülü olmak, bir kimliğin anlaşılması bakımından adeta tek başına bir yeterlilik unsuru olarak değerlendiriliyor. Başınız mı örtülü, o zaman siz tüm varlığı şeffaf bir şekilde görülebilir birisi oluyorsunuz. Ne düşündüğünüz, ne okuduğunuz, neler yaşadığınız gibi asgari bir tanıdıklık için gerekli olan bilgilere ihtiyaç duyulmuyor.

Örtülü gerçek

Geçtiğimiz aylarda “Hazar Eğitim, Kültür ve Dayanışma Derneği” başörtüsünün arka planına ilişkin olarak bir saha araştırması gerçekleştirmişti. Oradaki veriler “Örtülü Gerçeğin” ne olduğuna, yerleşik klişelerin ne kadar dışında bulunduğuna dair birçok veriyle doluydu. Bunlardan birkaçını burada paylaşmakta fayda var. Saha çalışması 1112 başörtülü insanla ve Türkiye’yi temsil edici bir örneklem üzerinden gerçekleştirilmişti. 18-29 yaş grubunun denekler içindeki payı %60’tı. Ankete katılanların %57’si bekârdı. Yaş grupları dikkate alındığında bekârlık yaş ortalamasının bir hayli yüksek olduğu görülür. Ellerinde hiçbir veri olmadan başörtüsü takanları köy-kasaba kültürüne aitmiş gibi takdim eden anlayışı nakzeden bir veri. Çünkü geç evlenme önemli ölçüde şehirleşmeyle ilgili. Esasen deneklerin üçte ikisi üniversite mezunu olarak görülüyor. Üniversite bir aydınlanma kurumu olduğuna göre, başörtüsü takanların bu aydınlanmadan mahrum kaldıkları düşünülemez. Eğer eğitimle birey olma, bilinçlenme, kendi hayatı üzerinde söz sahibi olma gibi nitelikler arasında bağ kuruyorsak, başörtüsü takanlar açısından hiçbir problem gözükmüyor. Milli gelirin beş bin dolar olarak ifade edildiği ülkemizde, başörtüsü takanların yıllık gelirleri on beş bin doları geçiyor. Demek ki toplumsal kesim olarak da orta sınıflarda yer alıyorlar. Seçici algıları, şartlı refleksleri bir an unutacak olursak, “orta sınıf” kategorisinin bir ülkedeki “güven ve istikrar” için taşıdığı olumlu anlamın Aristo’dan beri ne çok vurgulandığını da hatırlayabiliriz. Kendilerine ulaşılan bu insanların yarısı çalışma hayatında. Eğitim ve büro işleri ağırlığı teşkil ediyor. Çalışamayanlara nedenleri sorulduğunda, öğrenci olanlarının dışındakiler, başörtüsü engelini dile getiriyorlar. Yani başörtülü hiç kimse çıkıp erkekle kadın arasında baştan dağıtılmış işbölümü üzerinden “kadının yeri evidir” demiyor.

Bir başka ilginç sonuç, liseden sonra başörtüsü takanların oranının %21 çıkması. Oysa genel kanaat, başörtüsünün bir politik bilinçlenme ile paralel ortaya çıktığı, dolayısıyla büyük çoğunluğun üniversite sıralarında başörtüsü takmaya başladıkları şeklindedir. Sert bir şekilde başörtüsü yasağıyla karşılaşanların %40’ı her halükarda başlarını örterken, %55’i sınırlı bir esneklikle başlarını örtmeye devam etmişler. %20’lik bir kesim ise üniversite sıralarına ancak peruk takarak oturabilmiş. Şüphesiz bizim burada birer cümle ile ifade ettiğimiz durumların o insanların kimliğinde yarattığı etki, sosyal ilişkilerine yansıyışı çok farklı. Herhalde başın örtülmesi açılması ve sonra yeniden örtülmesi arasındaki kesit bir roman ağırlığında o insanların hayatlarında yer buluyordur. Nihayet başörtüsü söz konusu olduğunda kimileri Suudi Arabistan, İran gibi ülkeleri zikrederek oraya gidilmesi tavsiyesinde bulunurlar. Başörtüsü takanların büyük bir çoğunluğu herhangi bir nedenle Türkiye’yi terk etmek niyetinde değiller. Mecbur kalındığında tercih edecekleri alternatif ise genellikle AB ülkeleri… Çünkü en önemli kriter “haklar ve özgürlükler”. Mecbur kalırsa gideceği ülkeyi İran olarak telaffuz edenlerin oranı sadece %7,5.

MHP’nin önerisi genişletilmeli

İşin arka planından bazı kesitler bunlar. Şimdi AKP ve MHP türban sorununun çözümü için bir müzakere içindeler. Bu çok önemli ve hayırlı bir gelişme. Bu sorun sürekli ülkenin gündeminde yer alıp tartışıldıkça daha bir kördüğüme dönüşme istidadına sahip. Bundan Türkiye’deki siyaset zarar görüyor, herkesin hayatını ilgilendiren temel konular başörtüsünün gölgesinde kalıyor, en önemlisi de bu yüzden birçok insan mağdur oluyor, örseleniyor, ülkeye katkı yapabileceklerken kendi dertleriyle uğraşmak, içlerine kapanmak zorunda kalıyorlar. Kim bu insanlar, sadece AKP’liler MHP’liler mi? Hayır, her çevreden insanlar, en önemlisi parti aidiyetlerinin ötesinde bu ülkeye ait olduklarının daha kuvvetle altının çizilmesi gereken insanlar. Başörtüsüne karşı olup onlara en uzak mesafede duranların bile, “Bizim insanlarımız” demeleri gereken insanlar. MHP Cumhurbaşkanlığı seçiminde önemli bir rol üstlenmiş, entrikacı siyasete prim vermemişti. Türkiye’deki iktidar/muhalefet ilişkilerine bakıldığında hep bir simetri bekleyenleri, muhalefeti iktidarın negatifi olarak tanımlayanları şaşırtan MHP’nin bu siyasetini sürdüreceği anlaşılıyor. Türban çıkışı da bu mahiyette bir adım. Partilere oy verenlerin çizdiği bir toplumsal kadastro var. Bir de bu tür konularda şekillenen farklı bir kadastro. Bu ikisi örtüşmez. Toplumun gündemindeki temel sorunlar konusunda fazlasıyla parti asabiyesini esas alan yaklaşımların bazen o parti tabanında yer alan insanlar bakımından dahi hoş görülmeyeceğini, daha esnek ve kucaklayıcı, siyasal kaygıları çözümün önüne değil arkasına koyan yaklaşımın çok daha büyük bir sempati ile karşılanacağını unutmamak gerekiyor. AKP ile MHP’nin olumlu, sorunu çözmeye yönelik müzakerelerinin bu defa işe yarayacağını ümit etmek gerekiyor. Eğer şimdi de başörtüsü sorunu çözülemezse, ne zaman ve kim tarafından bu gerçekleştirilecektir? Zaman kendiliğinden çare doğurmaz, çareyi ancak failler sağlayabilir.

301 kere maşallah
Perihan Mağden, Radikal, 12/02/2008

Elimde değil: içim sızlıyordu Üniversite Kapıları’ndan başları örtülü diye çevrilen kızlarımızı gördükçe.
Peruk takmak zorunda kalmaları; insanlığıma dokunuyordu. Kadınlığıma dokunuyordu, analığıma dokunuyordu.
Yüzde 1’miymiş neymiş, başları örtülü diye üniversitelerde okuyamayan kızlarımızın oranı.
Hakkın oranı olmaz! Yoksulluk nedeniyle, aile baskısı nedeniyle, sistemin eleyici niteliği nedeniyle okuyamayan kızlarımız da içimi sızlatır. İsteyip okuyamayan herkes! Başı bağlı olduğu için gönderilen/kapılardan çevrilen/peruk takma aşağılamasına maruz bırakılan ‘azıcık’ sayıdaki (diyelim ‘bilimsel gerçek’ bu olsun) kızlarımız da. Sızlatır yüreğimi. Elimde değil. Hem burası: İç Sızlatma Ülkesi!
Ama nasıl hakkın oranı olmaz ise, sırası da olmaz. Olmamalı.
“Benim özgürlüğüm seninkini döver.
Sonra da yer, bitirir”- olmamalı.

… Türbanla elleşmek, eyleşmek, uğraşmak tüm siyasi görüşlere yarar.
MHP, tabanının coğrafyasını belirler.
AKP, tabanını tatmin eder. Vaatlerini Yerine Getirmiş Parti statüsüyle kendini (fırsat bu fırsat) taltif eder.
CHP, darbe çağrıcılığı hastalığına ivme kazandırır. ‘Asarız! Keseriz!’e kadar işi tırmandırır.
Kimlikler kararır: akla gri daha belirginleşir. Bütün Büyük Siyasi Partiler kimlik kazanır.
AK Parti, Türk Ordusu’nun hık deyicisinin mık deyicisi olma statüsünden, bu sayede uzaklaşır. Bir nebze.
MHP bile öyle. MHP’nin emekli askerleri bünyesinde arzu etmediğine dair bildirisini göz ardı etmeyelim. Yani artık MHP, Hıncal Uluç’un Aslan Amcası’nın partisi değil. H. Uluç da (o müthiş politika bilgibilmemnesiyle) ‘Ellerim kırılsaydı da, oylarımı bu partiye vermeseydim keşke’ çizgisinde.
Yani Türban Meselesi herkese yarar. Herkese fayda getirir. Bu arenada herkes oportünist mi oportünisttir.

MHP’nin çelişkisi
Mümtaz’er Türköne, Zaman, 24/01/2008

İki hususu aynı anda teslim etmeliyiz: MHP başörtüsü yasağının kaldırılması konusunda yapıcı ve iyi niyetli bir yaklaşım sergiliyor. Ama aynı MHP’nin bulduğu çare sorunu çözmüyor. O zaman MHP’nin çözüme odaklı samimî yaklaşımına güvenerek, önerdikleri formülün neden çare olmadığını tartışmamız gerekiyor.

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin dün Meclis Grubu’nda başörtüsü sorunundan hareketle yaptığı konuşma, siyasetin yapısal sorunlarına dair bir demokrasi manifestosu niteliği taşıyan, büyük kısmı gündelik endişelerden uzak siyaset üstü bir belge niteliğini haizdi. MHP lideri, siyasetin sorun çözmeye odaklı ortak zeminini, kuvvetli bir sağduyu ile tahkim etmeyi hedefliyor. Konuşmanın içinde bilgece tasarlanmış, iyiniyetle yan yana getirilmiş köşe taşları devlet adamlığını da içeren siyaset üstü bir perspektifle ortak paydaların oldukça geniş kesişme alanlarını gösteriyor. MHP demokrasi dışı iktidar arayışlarını mahkûm ediyor; ve karşısında olacağını belirtiyor. Son günlerin başörtüsü sorunu tartışmalarında, kendisini yasama organının amiri gibi gören yargı temsilcilerine anayasayı ve hukuku hatırlatıyor. Rejim tartışmaları üzerinden yürütülen siyasî rekabete karşı çıkıyor. En önemlisi laiklik prensibine çok doğru, yapıcı ve tartışmaları sona erdirici bir tanımlama getiriyor. MHP lideri bu yapıcı tanımlamayı, laiklik prensibi ile din ve vicdan özgürlüğü arasında kurduğu mantığı çok kuvvetli bir denkleme dayandırıyor: İkisi ancak birbirini tamamladığı ölçüde, birbirinden güç aldığı takdirde değerli. Bahçeli, çok açık bir ifade ile, din ve vicdan özgürlüğüne saygı göstermeyen, bu özgürlükler için gerekli ortamı ve şartları hazırlamayan bir devletin laik ve demokratik olamayacağını belirterek, tartışmalara son noktayı koyuyor. MHP lideri, laiklik ilkesinin “gerginlik ve çekişme” konusu olmaktan çıkartılması için “devlet kurumları”nı da ikaz etmeyi ihmal etmiyor. Perspektif gerçekten ikna edici, inandırıcı hatta büyüleyici; ama başörtüsü sorununa getirilen çözüm dağın fare doğurmasına benziyor.

Başörtüsü yasağını, bir daha geri gelmeyecek şekilde ortadan kaldırmak isteyenlerin formülden önce yönteme dair bir prensipte anlaşmaları gerekir. Bu prensip, yasak konulmasını Anayasa’nın amir hükmü ile engellemek. Yasak yargının eseri olduğuna göre ve hâlâ karşımızda yargı kararlarının Anayasa’nın da üzerinde olduğunu iddia eden yüksek yargı temsilcileri durduğuna göre bu prensip lüzumlu. MHP, Anayasa’da düzenleme yapma prensibini kabul ediyor; ama “yasağı yasaklayacak amir hüküm” konusunda nihaî çözümün uzağında duruyor. Dünkü konuşmasında Bahçeli, önerdikleri değişiklikten sonra kılık kıyafeti düzenleyecek bir yasa çıkacağını, kendisi söylüyor. O zaman sorun, çıkacak olan bu yasanın -MHP’nin önerdiği 10. madde değişikliğinden sonra- Anayasa’ya aykırı bulunmaması. MHP önerdiği formülün içinde “aykırı bulunmamanın garantisi”ni veremiyor. MHP’nin bulduğu çözüm, sorunu ortadan kaldırmıyor.

MHP’nin 10. maddeye eklediği “her türlü kamu hizmetinin sunulmasında ve bu hizmetlerden yararlanılmasında” ibaresi, Anayasa’da var olan ve hemen öncesinde gelen “Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde” ibaresine “işlem”in yanında “eylem”i eklemiş oluyor. Bir kere başörtüsü yasağı bir “eylem” değil bir “idarî işlem”. Bazı öğretim üyeleri, derslerine başörtülü öğrencileri almazlarsa; bu bir eylemdir. Bunu ortadan kaldırmak için işlem, özellikle düzenleyici bir işlem yapılır. Ama başörtüsü yasağında sorun “eylem” değil ki! İkinci olarak kamu makamlarını “hizmetin sunulmasında” eşit davranmaya zorlayabilirsiniz; ama “bu hizmetlerden yararlanılmasında” eşitliğin sağlanması kamu makamlarının sorumluluğu dışında, yararlananlara ait bir hak değil mi? Şu örnek düşülen yanlışı gösterecek: Sağlık sektöründe acil vakalarda ambulans hizmeti, kamu kurumunun herkese eşit olarak sunduğu bir hizmet. Eşit olarak sunulan bu hizmetten yararlanmak, kamu makamının sorumluluğu değil, o hizmete ihtiyacı olanın hakkı. Devlete düşen, hizmeti eşit olarak sunmak; yararlanmak benim ihtiyaca dayalı bir tercihim. Yararlanmayı da eşitlemeye kalkar, bunu kamunun sorumluluğu olarak ilan edersek; ortaya her şeye burnunu sokan bir devlet çıkmaz mı?

Yorum yazın