Yorum Analiz Görüş

Muhafazakâr kuşatmaya liberal destek

Yazan: Ayşe Çavdar

Kerameti kendinden menkul Abant Toplantıları’nın 18.’si bu yıl Kürtlerin denetimindeki Kuzey Irak’ın Erbil kentinde yapıldı. “Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak” başlığıyla 2 gün süren toplantılara yine bir çok gediklisi katıldı. Oturumlar boyunca “Karşılıklı Bağımlılık”, “Medyanın İlişkilerde Rolü” ve “Ortadoğu’daki Sorunların Çözüm Yolları” gibi başlıklar ele alındı. Toplantılar sonunda okunan “Abant Platformu Sonuç Değerlendirmesi”nde karşılıklı ilişkilerin […]

Kerameti kendinden menkul Abant Toplantıları’nın 18.’si bu yıl Kürtlerin denetimindeki Kuzey Irak’ın Erbil kentinde yapıldı. “Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak” başlığıyla 2 gün süren toplantılara yine bir çok gediklisi katıldı. Oturumlar boyunca “Karşılıklı Bağımlılık”, “Medyanın İlişkilerde Rolü” ve “Ortadoğu’daki Sorunların Çözüm Yolları” gibi başlıklar ele alındı. Toplantılar sonunda okunan “Abant Platformu Sonuç Değerlendirmesi”nde karşılıklı ilişkilerin geliştirilmesi ve başlayan diyalog sürecinin devam ettirilmesi ve genişlemesinin gerekliliği; ilişkilerin gelişmesinin hem taraflara hem de bölgeye de barış ve istikrar getireceği vurgulandı. Fetullah Gülen grubuna bağlı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından yıllardır organize edilen toplantılara ve benzer etkinliklere bugüne dek cemaatin fikirleriyle uzaktan yakından ilgisi bulunmayan çok sayıda isim katıldı ya da katılıyor. AylıkExspress dergisinin 2009 Ocak sayısında Abant Toplantıları ile ilgili gazeteci Ayşe Çavdar’ın ve derginin 2008 Kasım sayısında da, cemaatin ilk yayın organı olanSızıntı dergisinin 30. yılı nedeniyle feminist hareketin ileri gelenlerinden Handan Koç’un yazılarına sizler için yer verdik.


Ayşe Çavdar

“Türkiye’de liberalizm bir Faust öyküsü oldu.” Sosyal antropolog Aykan Erdemir’in Goethe’nin ünlü “ruh satma” eserini hatırlayıp hatırlatması boşuna değil. “Türkiye’de Farklı Olmak –Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” başlıklı araştırma küçük bir kıyamet kopardı. Araştırma, Türkiye’de AKP’nin iktidarında muhafazakârlığın hangi kanallarda derinleştiğine dikkat çekiyor, muhafazakârların düşüncelerini ve hayat tarzlarını paylaşmayanlara karşı baskıcı ve ayrımcı davrandıklarını ortaya koyuyordu. Bugüne kadar dindarların, örneğin başörtülü kesimlerin uğradığı ayrımcılıkları dile getiren araştırmalarıyla defalarca gündeme gelen Binnaz Toprak, hiç alışık olmadığı üzere muhafazakâr ve liberal kalemler tarafından topa tutuldu. Örneğin Şahin Alpay, HaberTürk’te Binnaz Toprak’ı bilimsel metodolojiden uzak bir araştırma yapmakla eleştirdi. Ayşe Buğra’nın verdiği metodoloji dersinin ardından üzerine bir ağırlık çökse de, iddiasını Zaman’daki yazısında tekrarlamayı tercih etti. Emre Aköz, Sabah’taki köşesinde Toprak’ı “bilim kisvesi altında gazetecilik” yapmakla eleştirdi. Hatta, Perihan Mağden, Ayşe Arman’la Binnaz Toprak’ı aynı kefeye koydu Radikal’de. Gökhan Özgün, Taraf’taki köşesinden Toprak’ı “cemaat düşmanı”, dahası “özel harpçi” olmakla suçladı.

“Dolaylı iktidar sorumluğu”

Muhafazakârların feryad ü figanını anladık da, liberallere ne oldu? Tanıl Bora’nın “dolaylı iktidar sorumluluğu” dediği şey tam da bu herhalde. Tabii bir de iklim faktörü var. Geriye bakınca, bu ideolojik iklimin oluşumunu Abant Toplantıları’nda görmek mümkün. 28 Şubat’ı takip eden günlerde Abant’ta alevlenen birlik ateşinden kimi münevverler doğrudan, kimileri de dolaylı feyz aldı. Gülen cemaatinin iktisadî ve ideolojik işbilirliliği, bu feyzi, prestij ve statü de sağlar hale getirdi. Ve neticede bu iklim oluştu. Bu, öyle bir ideolojik hegemonya ki, Faust’vari uzlaşmalar yaratmakta üstüne yok. Toplumu usul usul kuşatan muhafazakârlığı sergileyen “Türkiye’de Farklı Olmak” araştırmasına ateş püsküren “serbest radikaller” yaptıkları uzlaşmanın gereğini yerine getiriyor. Dolayısıyla, bu “tarihî uzlaşma”nın kökenlerine ve bugün geldiği noktaya yakından bakmakta fayda var…

Gülen’den Marx analizi

Mete Tunçay, 25 Mart 1974’te, Yeni Halkçı’da yayınlanan “Bilineceği Bilmek, inanılacağa inanmak” başlıklı yazısında sağcıların Marksistlerin dinle kurduğu ilişkiyi birbirleriyle paradoks oluşturan iki şekilde eleştirdiğini söylemişti: “Dinlerine bağlı aşağı sınıfların karşısına geçince ‘Marksizm din düşmanıdır’ derler; dinleri hor görmeyi öğrenmiş ‘aydın’ların karşısında ise Marksizm’in bir din olduğunu söylerler.”
Tunçay’ın ifade ettiği paradoksun en kâmil örneklerinden biri herhalde Fethullah Gülen’dir. İşte bir örnek: Gülen, “Maddecilik Fikri İflas Etmiştir” başlıklı, 26 Mart 2007 tarihli yazısının bir iki paragrafında materyalizmi irdeledikten sonra, Marx’ın onu nasıl tarihsel materyalizme tercüme ettiğini anlatıyor: “Marks’a göre her şey bir bakıma maddenin hasılıdır. ‘Bir insan, iktisadî durumunu düzenlerse her türlü huzur ve saadet arkadan gelir’ demektedir. Ortaya attığı fikirler herkes tarafından hüsnü kabul görmemiş, hem Müslümanlar, hem Batılı düşünürler, hem de pek çok milliyetçi tarafından daha o zaman cerh edilmiştir. Aynı zamanda onun düşüncelerinin menba ve menşe itibarıyla madde olarak çok eski maddiye fikrine dayalı olduğu, tekâmül ve içtimaî hayat mevzuunda Hegel’in düşüncelerini alt üst ederek papağan gibi onun sözlerini tekrar ettiği dile getirilmiştir.”

Marx’ın iktisadî hareketler konusunda “doğruya yakın şeyler” söylediğini kabul eden Gülen, şerhini de esirgemiyor: “Bu kadar mecruh bir adamın, –affedersiniz– atmasyon bir sözünün her şeyden önce hüccet kabul edilmesi garip değil mi!..”
26 Mayıs 2006’da aynı sitede yayınlanan ve Bakara Suresi’nin 78. ayetini tefsir eden kısa yazısında ise Marksizmi ve komünizmi kapitalizmle aynı kefeye koyup şöyle diyor: “(Bunların) temelinde esası dinden kaçışa dayanan hep bu kuruntu, ütopya ve kehanetler vardır. Şimdi, eğer bir toplumda aydın doğru tespitte bulunamıyor, yarı münevver ve gafil kitleler de bu türlü tutarsız kehanetler arkasından koşuyorsa, topyekûn bir millet hiç olmazların ağında yok olmaya namzet demektir.”

Yükte hafif, pahada ağır halkla ilişkiler

Bu alıntıların nedeni, Gülen’in Marksist olmadığını ispat etmek değil elbette. Marksizme “cerh edilmiş” (yaralanmış) bir düşünce gözüyle baktığı için “Hoca Efendi”yi eleştirmek de bir o kadar absürd olur. Gülen’in bu cümleleri “dinlerine bağlı aşağı sınıflara” hitaben söylediğini kestirmek zor değil. Tunçay, 2003’teki “Savaş ve Demokrasi” konulu Abant Platformu’nun açılışında yaptığı konuşmada Karl Marx’a gönderme yaparak Irak Savaşı babında “yoksa orada öngörüldüğü gibi kapitalizmden barbarlık çağına mı geçtik?” diye sorarken “Hoca Efendi” bu paragrafları yazmamıştı henüz. Tunçay’ın, Fethullah Gülen’in onursal başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın (GYV) ev sahipliğinde yapılan bu toplantının açılış konuşmasında Marx’a gönderme yapmasının ardında belirgin bir hınzırlık aramak istiyor gönül. Lâkin, GYV’nin, Tunçay gibi nicelerini Abant’ta ağırlayıp Gülen cemaati için yükte hafif, pahada ağır bir halkla ilişkiler kampanyası düzenlemesinin ardındaki hınzırlık son tahlilde Tunçay’ınkini sollamış görünüyor.

1994’te, RP yükselir, dönemin aydın ve gazetecileri o güne kadar büyük oranda görmezlikten geldikleri, yeterince enteresan bulmadıkları kocaman bir kalabalığı yakın takibe alırken başlatmıştı Gülen bu halkla ilişkiler hareketini. Önce GYV’yi kurmuş, tanıtım kokteylinde ilk kez medya karşısına çıkarak vakfı onurlandırmıştı. 1980’lerden bu yana çığ gibi büyüyen cemaatin görünmezlik politikası böylece değişmiş oldu. GYV’nin işlevi, “Gülen’in onursal başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı…” diye başlayıp hemen her kesimce saygınlığı tescillenmiş bir dizi ismin listelendiği haberlerin basında yer alacağı türden faaliyetler gerçekleştirmekti. İftar davetlerine laik, solcu, liberal, hatta Kemalist ünlüleri çağırarak, “hoşgörü ödülleri” vererek bu işlevi lâyıkıyla yerine getirdi. RP’nin soluğu 28 Şubat’ta kesildiğinde, Gülen Cemaati’nin elinde yüklüce bir halkla ilişkiler materyali çoktan birikmişti. Yılda iki kez düzenlenen Abant Toplantıları bu materyalin konsolidasyonu görünümündeydi. Cemaat adeta “entelektüel hayatta ben de varım” diyerek, çoktan güçlendiği ekonomi ve bürokrasideki varlığına meşruiyet üretiyordu. Bu da, dokunulunca hemen her kesimden çeşitli tonlarda “ah”lar çıkmasına sebep olan konuları “cesurca” tartışarak, yani risk alarak mümkündü. Cemaat, Abant Toplantıları sayesinde bu riski liberallerle paylaşmış ve bir taşla bir sürü kuş vurmuş oluyordu.

Pazarlama stratejisi

Abant Toplantılarının ilk ikisi, 28 Şubat süreci devam etmekteyken, 1998 ve 1999 yıllarında gerçekleşti. Konu “akıl ve vahy” arasındaki ilişkilerdi. ilk toplantının sonuç bildirisinde “bu iki kavramın sanıldığından daha uyumlu olduğu” görüşüne varıldı: “islâm düşünce tarihinde aklın önemini küçümseyen bazı anlayışlar olmasına rağmen hakim çizgi, vahy ile akıl arasında bir zıtlık bulunmadığıdır. Her mümin aklını kullanmak zorundadır. Hiçbir fert veya zümre dinin anlaşılması ve yorumlanması hususunda ilâhî bir yetkiye sahip olduğu iddiasında bulunamaz.”

Bu cümlelerle akıl sahipleri iman sahiplerine, iman sahipleri de akıl sahiplerine pazarlanıyordu. Aslında cemaatin bundan sonraki varlık sebebi, örneğin AKP’nin doğumunda ebe olarak hazır bulunması, tam da 80’lerde temelleri atılmaya başlanıp ‘90’larda olgunlaştırılan bu pazarlama stratejisinin bir sonucuydu. Bildirinin üçüncü maddesinde ise “hakimiyet” kavramının islâm Dünyası’nda yarattığı kargaşadan söz ediliyor ve Kur’an’da ifade edilen “Allah hakimiyeti” ile “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi arasında bir çelişki bulunmadığı da söyleniyordu: “Hakimiyet milletindir ifadesi, ‘hakimiyet bir ferdin, sınıfın, zümrenin tabiî veya ilâhî hakkı değildir’ anlamına gelir; siyasî mânâda ‘millî irade’yi esas almak ve onun üstünde bir güç tanımamak demektir.” Devamında, yerinde bir tespitle “devletin metafizik ve siyasî anlamda kutsallığı bulunmayan beşerî bir kurum” olduğu vurgulanıyor, Türkiye’deki sıkıntının devletin vatandaşların yaşam tarzına müdahalesinden kaynaklandığı ifade ediliyordu. Çare, demokrasiydi.

Söylenenlerde bir yanlışlık yoktu, bunlar zaten genel kabul gören ilkelerdi, lâkin bu ilkelerin “Fethullah Gülen’in onursal başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın düzenlediği Abant Toplantısı’ndan sonuç bildirgesi olarak çıkması elbette ezber bozan bir nitelikteydi. Bildirinin altında imzası bulunanlar arasında ilâhiyatçıların, Gülen cemaatine çeşitli mesafelerdeki gazetecilerin yanısıra, “Dünyada ve Türkiye’de Laiklik Komisyonu” olarak bir araya gelen ekipteki Cüneyt Ülsever, Mehmet Ali Kılıçbay ve Yargıtay başkanlığı yapan Sami Selçuk da vardı.

Gülen destekli barışma toplantıları

Bu ilk toplantı yeterli görülmemiş olacak ki, “Din, Devlet ve Toplum” başlığı altında aşağı yukarı benzer konuların tartışıldığı bir toplantı daha yapıldı. Katılımcı listesi zenginleşmiş, “dışarlıklı” kontenjanında Gündüz Aktan, Toktamış Ateş, Ruşen Çakır, Avni Özgürel, Elizabeth Özdalga yerlerini almışlardı. Katılımcı listesini mühim kılan, islâm’ın yeni siyasal ve dahi iktisadî hallerini çeşitli düzeydeki çalışmalarına, yazılarına konu edinenlerle, Gülen gibi birinin takipçileriyle asla ve kat’a yan yana oturamayacakları düşünülenleri kapsamasıydı. Toplantıların amacı, 28 Şubat’ta birbirine darılan dindarlarla devleti barıştırmaktı. Abant Toplantıları tek başına bunun için yeterli olamazdı elbette. Benzer onlarca çabayla devlet ve dindarlar o denli barıştılar ki, arkasındaki Gülen desteğiyle birlikte AKP’ye herhangi bir alternatif düşünülemez olundu. Şimdi belki de “akıl ve vahy” değilse bile, “vahy ve siyaset” ikilisinin yeniden düşünülmesinin vakti geldi. Ancak ne liberaller, ne de muhafazakârlar böylesi bir açılıma sıcak bakabilecekmiş gibi görünüyor.

Çifte standart baskı anlayışı

Binnaz Toprak ve ekibinin (İrfan Bozan, Tan Morgül, Nedim Şener) yaptıkları araştırma, muhafazakâr kesimlerin kendilerinden olmayanlara karşı baskılarını iktidarda olmanın da getirdiği bir özgüvenle artırdıklarını ortaya koyuyor. Ancak yaşam tarzına bu direkt müdahaleler, nedense, dindarlara olan baskı kadar acıtıcı bulunmuyor. Makûl hararette dindarlık ikinci bildiride ilâhiyatçıların vurucu cümlesi, “Vahy ile akıl arasında bir uzlaşmazlık olduğunun kabul edilmesi halinde din ile ilim, devlet ile din ve hatta hayat ile din arasında gerginlik doğar” şeklindeydi. Böyle bir uzlaşıyı varsaymanın hayatî önemi vurgulanıyor, bu varsayım adeta dayatılıyordu. Din-devlet ilişkileri babında ise konunun küresel-tarihsel çerçevesi kısaca çizildikten sonra, islâm ve cumhuriyetin değerlerinin örtüştüğü ifade ediliyordu. Kısaca, devletten dinle kurduğu ilişkiyi rasyonel ve insancıl bir zemine oturtması talep ediliyordu. Haksız bir talep değildi. Dile getirildiği anda, cemaatin, yeni savuşturulmuş bir irtica tehdidinin ardından, sağduyulu kalabalıklara –daha çok orta sınıflara– makûl hararette bir “dindarlık” çerçevesi sunmasının zeminini oluşturdu. Aradan geçen zaman ve edinilen iktidar deneyimiyle bu yeni “dindarlık” çerçevesinin makûl olma özelliğini hızla yitirmeye başladığını Binnaz Toprak’ın araştırmasıyla görmüş olduk. Zaten ortaya çıkan “dindarlar baskıcı değildir demiyoruz, ama onlara da baskı uygulanıyor” şeklindeki itiraz da bu kaybı telafi etmeyi amaçlıyor.

Bush’un akıl hocası da davetliydi

Abant Toplantılarının üçüncüsü, “Demokratik Hukuk Devleti” başlığı altında, 2000 yılının temmuzunda yapıldı. Katılımcı listesi daha da zenginleşmişti. İkinci toplantıya kıdemlilerden Bülent Arınç’la (başkaları da var aslında, ama en kıdemlisi) katılan bugünkü AKP ekibi, üçüncüye Abdullah Gül’ü ve Cemil Çiçek’i de gönderdi. 2001’deki “Çoğulculuk ve Toplumsal Uzlaşma” toplantısı en renkli buluşmalardan biriydi. Katılımcılar arasında Mete Tunçay, Ali Yaşar Sarıbay, Davut Dursun, ilber Ortaylı, Kemal Karpat ve Hrant Dink ilk göze çarpanlardı. 2004’teki yedinci Abant Toplantısı, Washington’da, John Hopkins Üniversitesi’nde yapıldı, konu “islâm, Laiklik ve Demokrasi: Türk Tecrübesi” idi. Açılış konuşmasını “tarihin sonu” tezinin sahibi, Bush yönetiminin akıl hocalarından Francis Fukuyama yaptı. Oysa Washington, 2003’te yapılan ve Irak sorununa eğilinen “Savaş ve Demokrasi” toplantısı için daha uygun bir adresti. Washington’da yapılan toplantıya katılmayan Gülen, esenlik mesajları göndermekle yetindi. Fukuyama ise açılış konuşmasını yapıp basın için gereken görüntüleri verdikten sonra salondan ayrıldı.

Cemaatin “devrimci” açılımları

Sekizinci toplantı Brüksel’de, dokuzuncusu Paris’te, müslüman Türkiye’yle AB arasında sıcak ilişkiler kurmak hevesiyle yapıldı. Onbirinci ve onikinci toplantılarda Türkiye ve Ortadoğu’nun birbirlerine karşılıklı olarak ne ifade ettikleri tartışıldı. Onüçüncü toplantı tek kelimeyle “devrimci” bir öz taşıyordu. Gülen Cemaati, Aleviliği konuşacaktı. Tahmin edilebileceği üzere, ilk kez sert bir muhalefetle karşılaştı. Bu toplantı, bugün AKP’nin “siyasî talepte bulunmayacaksan, ibadethanen benden” şeklinde özetlenebilecek Alevi açılımının temelini oluşturdu. Toplantıdan ortak bir deklarasyon çıkmadı. Zaten tartışmaları uzattığı için deklarasyonlar terkedilmiş, asgari müştereklerden mürekkep niyet mektupları dönemine geçilmişti. Bu toplantıdan o da çıkamadı ve bir “değerlendirme metni”yle yetinildi. Aleviler, özetle, “Gülen Cemaati hangi gerekçeyle bizim sorunlarımızı bizsiz konuşuyor” diye dile getirdiler tepkilerini.Toplantıya katılan ve Alevilerle Sünniler arasındaki sorunların yapay çatışmalardan çıktığını söyleyen Alevi Federasyonları Başkanı Doğan Bermek bile, konuşmaların çok yüzeysel olduğunu söyledi. Mete Tunçay, toplantıya yönelik eleştirilere, kantarın topuzunu kaçırdığını düşündüğü Akşam yazarı Bülent Şanlıkan’a yazdığı bir mektupla cevap verdi: “Abant Platformu Fethullah Hoca’nın gölgesinde çalışan, hükümet yandaşı bir oluşum değildir; tümüyle özerktir. Yapacağı toplantıların konularını ve katılımcılarını kendi yönetim kurulu belirlemektedir. Bu kurul üyeleri de, Sünni müslüman müminlerden ibaret olmayıp, aralarında–benim gibi– bilinemezci (agnostik) olanlar da bulunmaktadır.”

“Tek Türkiye”

Müteakip toplantılarda platform önce yeni anayasayı, bir kez daha AB’yi ve nihayet 2008 yılında da Kürt sorununu tartıştı. “Kürt Sorunu: Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak” başlıklı toplantının aslında Mart 2008’de, Diyarbakır’da yapılması planlanıyordu. Ancak güvenlik nedeniyle temmuzda Abant’ta gerçekleştirildi. Zira Diyarbakır Demokratik Halk inisiyatifi “Hiçbir onurlu Kürtün Abant Platformu benzeri tartışmalara katılmaması gerektiğini bir kez daha belirtiyoruz. Bunu organize eden kesimleri de uyarıyor ve Diyarbakır’a gelmemeleri gerektiğini hatırlatıyoruz” şeklinde bir açıklama yayınladı. Tunçay’ın açtığı toplantıda konuşma yapanlar arasında Eser Karakaş, Mehmet Altan, Ahmet Altan, Haşim Haşimi, Abdülmelik Fırat, Sedat Yurttaş, Kemal Sayar, Naci Bostancı, Ümit Fırat, Levent Köker, Soli Özel, Ayhan Aktar, Cengiz Çandar, Mustafa Akyol ilk dikkati çekenlerdi. Toplantının sonuç bildirisi tek kelimeyle genelgeçerdi. Ama cemaatin Kuzey Irak’ta kolej ve üniversite kurma çabalarının orta yerinde böyle bir konuyu kendi halince tartıştırması, tepkiyi de, sansasyonu da körükledi. Bildirgede, özetle, Türkiye’nin demokratikleşmesi, Güneydoğu Anadolu’ya bir miktar yatırım yapılması, anadilde eğitim vb. hakların tanınması halinde, zaten Türkiye’yi bölmek istemeyen Kürtlerin uysallaşacakları iddia ediliyordu.

Hedef Diyarbakır’ı fethetmek

Aslına bakılırsa, bildiri metninin en anlamlı cümlesi “Kimsenin elinde kitlelerin vekaleti yoktur. Bu nedenle bir toplum adına konuşmayı, bir temsil niteliği öne sürmeyi çözümü zorlaştıran bir üslûp ve muhakeme tarzı olarak görüyoruz” şeklindeydi ve açıkça etkinliğin Diyarbakır’da yapılmasını engelleyen ADHİ’yi hedefliyordu. (Bu cümlenin örneğin Abant Platformu’nun kimi hangi hakla temsil ettiğini sorunsallaştırmaya giriş babında kurulmaması hayli üzücü.) GYV, Diyarbakır düşünden vazgeçmedi. 13 Eylül’de toplantının sonuç bildirisinin tartışılacağı ve Diyarbakırlı “elitlerin” katılacağı bir başka toplantı düzenlemek için uğraş verdi. Çağrı, Diyarbakır Ticaret Odası Başkanı Mehmet Kaya, Diyarbakır Ticaret Borsası Başkanı Fahrettin Akyıl, Diyarbakır Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği Başkanı Alican Ebadinoğlu, Diyarbakır Sanayici ve İşadamları Derneği Başkanı Raif Türk, Güneydoğu Sanayicileri ve işadamları Derneği Başkanı Şahismail Bedirhanoğlu tarafından yapıldı. işler yolunda giderse Abant Platformu’nu temsilen Ankara ve istanbul’dan da katılım olacaktı. Lâkin Diyarbakır Demokratik Halk inisiyatifi bir açıklama daha yaptı ve toplantı yine iptal edildi. Kürt sorununun Diyarbakır’da tartışılamaması, Abant Platformu’nun hangi çevrelerde, ne ölçüde meşru sayıldığı sorusunu getirdi akla.

Aleviler de, Kürtler de yaşadıkları sorunları Gülen Cemaati’nin onlardan bağımsız bir şekilde tartışmasına itiraz ettiler. Bu itirazları değerlendiren Nasuhi Güngör, Abant Toplantılarının aldığı tepkinin muhtemel sebeplerine dikkat çekti:
“Abant Platformu, GYV bünyesinde faaliyet gösteriyor. Vakfın Fethullah Gülen’e yakınlığı da malûm. Bu arada Gülen Cemaati’nin geçen yıl Kurban Bayramı’nda Güneydoğu’da geniş çaplı bir yardım organizasyonu gerçekleştirdiğini, yine aynı grubun Güneydoğu’da çok sayıda okul açtığını da not edelim…Farklı çevrelerden katılım sağlansa da, Abant Platformu’nun attığı adımlar, Gülen Cemaati’yle birlikte değerlendiriliyor. Cemaatin Kürt sorununa yönelik geliştirdiği ilginin gün geçtikçe arttığını rahatça söyleyebiliriz. Üstelik bu ilgi, Kuzey Irak’a açılan çok sayıda Türk okuluyla birlikte sınırın ötesine geçmiş durumda. Meseleyi en uç sınırlarda tartışan, bunun için pek çok tehdidi ve riski göze alan bir gayret var ortada. Ama bir o kadar can sıkıcı işler de var. Bunları değerlendirmeden resmin tamamını görmek zor. Mesela, geçen yıl itibariyle Samanyolu televizyonunda yayına giren ve ‘Tek Türkiye’ adıyla izlenme rekorları kıran diziye ne demeli? Kışkırtıcı ve aşağılayıcı bir üslûpla köhne bir sağcılığın tezlerini ekrana taşıyan bu dizinin hangi akla hizmet ettiğini anlamak gerçekten zor. Acaba Abant toplantısında ‘Tek Türkiye’nin herhangi bir bölümü seyredilseydi, katılımcıların tepkisi nasıl olurdu?” (26 Eylül
2008, Star)

Güngör’ün sözünü ettiği “Tek Türkiye” adlı dizinin hikâyesi bir Kürt köyünde geçiyor ve Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyelerinden Orhan Tekelioğlu’nun dediği üzere, Gülen Cemaati’nin Kürt sorunu için nasıl bir çözüm önerdiğini ortaya koyuyor: “Bir imam, bir doktor ve bir öğretmen, birer karikatürden ibaret PKK’lılardan köyü koruyup onlara şefkat göstererek pekâlâ bu sorunu çözebilirler.” Kürt sorununun yoksulluktan, eğitimsizlikten ve sağlık hizmetlerinin götürülememesinden çıktığını varsayan bu çözüm, Güngör’ün söylediği üzere, hayli sığ bir sağcılık barındırıyor.

“Deniz Gezmiş de burada olurdu”

Bu küçük örnek ve Gülen’in Marksizm eleştirisi değil ama, o eleştiriyi yaparken kullandığı dil, Abant’ta yaratılan diyalog ortamının hangi açılardan sorgulanması gerektiğini ortaya koyuyor. Zira GYV adına, Gülen tarafından inşa edilen bir bağlamda tarafların birbirlerini anlayıp asgari müştereklerini sıraladıkları bu diyalogdan kimin ne öğrendiği konusunda verilebilecek örnekler düşündürücü. “Dışarlıklı” meşhurların Abant’ın gediklileri haline gelmelerinin, Zaman’da yazmaları nın, STV’de, Mehtap TV’de programlara çıkmalarının Gülen Cemaati’ni dönüştürmekten ziyade, “dışarlıklıları” dönüştürmeye yaradığını görmek için müneccim olmaya gerek yok. Örneğin Şahin Alpay, “Benim gibi bir süre Marksizmi yeryüzünde cenneti kurmanın anahtarı sananlar, ‘din halkın afyonudur’ formülünün her şeyi açıkladığına inandık. Din toplumun afyonu değil, olsa olsa harcıdır” şeklindeki günah çıkarmayı andıran cümlelerini neden Gülen’in yemek masasına saklıyor, hatta artık hayatta olmayan biri adına konuşup “Deniz Gezmiş yaşasaydı, bugün bizden farklı düşünmez, o da bu masada olurdu” diyebiliyor?
Bekir Coşkun, “Zaten gözü sulu biri olarak, Fethullah Gülen’in niye çok ağladığını şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Belki de sihirli iki kelimede –hoşgörü ve barış– düğümlenen ulusumuzun geleceği, sicim sicim gözyaşlarıyla çözülebilir. Bence asıl, akıllı islâm akılsızına başkaldırmalıdır”demek ihtiyacını neden onunla tanıştıktan sonra hissediyor?

Tartışmaların ev sahibi Gülen’mi olmalı?

Mete Tunçay neden Abant Platformu’na başkanlık ediyor? Cengiz Çandar, Altan kardeşler, Toktamış Ateş, akla gelen ve gelmeyen bütün o “dışarlıklılar” neden Türkiye’nin çeşitli türden sorunlarını Gülen’in kurguladığı bir bağlamda tartışmak durumundalar? Bütün bunlara verilecek en kestirme cevap, Fethullah Gülen’in ABD’nin öngördüğü Büyük Ortadoğu Projesi’nin vazgeçilmezi “ılımlı islâm” modelinin taşıyıcısı, Abant Platformu gibi oluşumların da bu türden arayışlara payandalık ettiği olurdu herhalde. Keşke bu kadar basit olsaydı. Tanıl Bora, bu türden temsil ve işbirliklerinin temelinde çok daha derin bir şeyler yatabileceğine işaret ediyor. Birikim dergisinin Ekim 2008 sayısındaki “Sol, Liberalizm ve Sinizm” başlıklı yazısında çeşitli türden aydın tiplemelerinin 1990’lardaki değişim çizgisini açıklarken şunları söylüyor: “…‘Türk liberallerinin’ şeditliğinde, gerek Yeni Sağ çağırın global eklemlenmesi içinde, gerekse Türkiye’deki ‘statüko karşıtlığı’ bağlamında ANAP ve AKP (buna Gülen Cemaati’ni eklememek için hiçbir sebep yok) hükümetlerine hayırhâh yaklaşmalarının ve angaje olmalarının payını da aramalıyız. Dolaylı iktidar ‘sorumluluğu’, tutarlılığın müşkülleşmesi pahasına, tutumları kemikleştiri(yor.”

Umulmayan ittifaklar

Bora’dan yola çıkarak söz konusu aydınların, kendilerinde gördükleri “dolaylı iktidar sorumluluğu” ile toplumda arabulucu, tarafları birbirleriyle kaynaştırıcı, birbirlerinin değerlerine saygılı kılıcı bir işlev, dolayısıyla bir tür “sosyal sorumluluk projesi” bağlamında kendilerinden umulmayan ittifaklar içine girdiklerini söyleyebiliriz. Bu ittifakların ne tür işlevler görebileceği noktasında ise Bora’nın işaret ettiği bir dönüşüm sürecinin dinamiklerini bulmak mümkün:
“Liberal aydın (ve yarı aydın) türü, bir zamandır, sol ve milliyetçi-muhafazakâr muhitlerin köşe bucağındaki fideliklerden daha geniş bir üreme alanı bulmaya başladı. Bu, orta sınıfların kültür iklimindeki değişimle ilgilidir. Bu sosyal profil, onyıllardır şu veya bu biçimde solun kültürel ve politik etkisi altındaydı. Sola belirli bir ilgiyle, sempatiyle, en azından hayırhâh bakardı… Yeni bir aydın zümresi kendisine alan açma mücadelesindedir ve o alan, esas itibarıyla solun zilyedliğindeki arazide açılacaktır.”

Tarihî uzlaşma

“Dışarlıklı” ve “köklü” isimlerin verdiği hizmetin önemi de, söz konusu “yeni aydın zümresi”nin kendisine alan açma mücadelesi babında hayli mühim bir işlev görüyor. “Dışarlıklı”, “köklü” ve söylediklerinin doğruluğundan ancak şartlar bizi çok zorlarsa şüphe duyabileceğimiz aydınlar, 1990’larda ilk örneklerini Ali Bulaç, Mustafa islamoğlu, Ahmet Taşgetiren gibi isimlerle gördüğümüz, sonrasında yüzlercesi ortaya çıkan bu “yeni aydın”ların masalarında oturarak onları “tanıdıklarını” ortaya koymuş oluyorlar. Bu durum, yenilere, aydın piyasasına girerken sağlam referans çerçevelerine oturma kolaylığı sağlıyor. Bunun da bir sakıncası olmayabilir. Ama böylesi bir işlev “köklü” ve “dışarlıklılara” kendilerinden alınan referanslarla ne yapıldığını ciddi anlamda takip etme sorumluluğu da yüklemeli, değil mi? Abant Platformu’nda geniş bir kesime hoşgörüden, barıştan, karşılıklı anlayıştan, anadilde eğitimden, kültürel haklardan, demokrasiden bahseden metinlere “dışarlıklı” hocalarıyla birlikte imza atan “yeni aydınlar”, yalnızca kendilerine ayrılmış mecralarda “yaşasın eski tas, eski hamam” diyorlarsa, ortada bir yanlışlık yok mu?

Dahası, bu yanlışlıkta “yeni” ve “yerli”lerin sözlerine varlıklarıyla referans ve (özellikle orta sınışarın gözünde) meşruiyet sağlayan “dışarlıklılar”ın da sorumlulukları olduğu söylenemez mi? Peki dışarlıklıların bu toplantılardan nasıl bir beklentileri var? Bu beklentilerin akçalı ya da akçasız karşılıkları konusunda bir fikrim yok. Aydınlar da herkes kadar serbest piyasa koşulları altında yaşıyorlar. Dışarlıklıların huzurunda günah çıkarmalarını Gülen’in nasıl yorumladığına gelince… Sızıntı’nın Eylül ‘92 sayısında yayınladığı yazıda diyor ki:
“Evet, herkes, her şey ve hatta materyalistler bile bugün Allah’a yöneliyorlar. Düne kadar her şeyi maddede arayan, mânâ ve rûha karşı bütün bütün kapalı, Marksizmin başka hiçbir alternatife tahammülü olmayan sofuları bile, bu cebrî yönelişten kendilerini alamıyorlar. Evet, daha düne kadar, madde ve onun mahdût dünyası dışında hiçbir şey tanımayan bir kısım pozitivist kafalar bile bugün, uykularındaki hırıltıların ritmini değiştirip daha mûnis, daha yumuşak sesler çıkarmaya başladılar. Evet, artık, maddeciler arasında dahi, genç-ihtiyar, bilgili-bilgisiz, halk-düşünce insanı, dünya kadar dini merak eden var…”

Belki de sadece meraktandı. Başlangıçta cemaate kendi çalışma alanlarının heyecan verici, kafesinden yeni çıkan bir antropolojik kobay gözüyle baktılar. Sonra alıştılar. Onlara başka hiçbir kesimin göstermediği kayıtsız-şartsız saygıyla yaklaşan gençlerin “munis” bakışlarını, karşılarında heyecandan titreyen seslerini, diklenmeyen delikanlılıklarını sevdiler… Kim bilir neler vardı ardında bu sürecin? Ama artık bunlar önemli değil. Önemli olan, “dışarlıklıların” Fethullah Gülen’le ve AKP’yle yaptıkları “tarihsel uzlaşma” nın, kendi söylemlerinin meşruiyetini ne şekilde etkilediğinin farkına varmaları gerektiği. “Tarihsel uzlaşma”, italyan Komünist Partisi’nin 1960’lardan sonra geliştirdiği bir stratejiydi. Temelinde Katolik halkla onun dilinde konuşma ihtiyacı yatıyordu. Hatırlarsınız, 1990’ların ortalarında RP, 2002’de ise AKP için aslında solun temsil etmesi gereken düşünceleri dillendirdikleri söylenirdi. AKP’nin RP çizgisinden koparken Abant’tan ilham aldığını söylemek yanlış olmaz. Çünkü partinin kurgulayıcılarının birçoğu bu toplantıların doğal müdavimleri durumundaydılar. Kendilerinin olmayan bir sosyeteye takdimleri de Abant’ta gerçekleşti. Abant’ın işlevi, “dışarlıklılar” açısından arkasında geniş bir halk desteği bulunan (şu anda en yüksek oy oranına AKP sahip, Gülen Cemaati ise memleketin en aktif toplumsal kesimlerini barındırıyor), iktidara yakın, kendilerine saygıyla yaklaşan bu genç ve dinamik, değil milletvekili, başbakan bile olsalar hep “hocası” olarak kalınabilecek insanlarla empati kurmalarına imkân sağlamak oldu. Bu arada, iktidara yakınlığın tadını çıkardılar. AKP’nin Kürt, Alevi vb. sorunlara ilişkin açılımları, Gülen Cemaati’ninkinden daha görünür ve bu yüzden eleştirileri o göğüslüyor. Galiba “dışarlıklılar”ın görünenden yola çıkarak, görünmeyenler konusunda biraz daha titizlenmelerinin vakti geldi. Ya da, AKP’nin tek alternatifinin Ergenekon olduğunu söyleyecek kadar siyasetten ve kendilerinden umudu kestiklerine bakılırsa, onlar için çok geç.

 

Yorum yazın