Spor

Tribündeki felsefe profesörü

Yazan: Gökhan Tan
Gökhan Tan

The Spirit of Adventure kitabının yazarı, hayatı stadyumlarda geçen, Avrupa'nın en genç felsefe profesörü Stephen Mumford'dan futbol “dersleri”…

Nottingham Üniversitesi Beşeri Bilimler Okulu Başkanı Stephen Mumford (44) bir felsefeci. Metafizik alanında Avrupa’nın sayılı bilim insanlarından biri olarak görülüyor. Bu konuda yazdığı beş kitap, İngiltere’nin en genç felsefe profesörü olmasını sağlamış. Ancak Mumford’un felsefeden bile daha eskiye dayanan bir ilgi alanı var: Futbol.

Mumford, bugüne kadar 30 farklı ülkede, 1150 stadyumda, 2000 civarında maç izlemiş. “Spor felsefesi” üzerine makalelerinin yanı sıra, İngiltere’de yayınlanan futbol dergisi Groundtastic’e düzenli yazıyor. 2007/08 futbol sezonunda, 15 farklı ülkenin liginde izlediği 100 karşılaşmayı The Spirit of Adventure adıyla kitaplaştırdı. 2008’de yayınlanan bu kitabın kapağına da, o sezon Beşiktaş İnönü Stadyumu’nun kale arkasından çektiği fotoğrafı koydu.

Mumford’un futbolla ilişkisinin ilginç bir hikâyesi var. Ailesi, onun futbola duyduğu ilgiyi anlamsız buluyor ve maçlara gitmesine karşı çıkıyor. Çünkü 1970’ler İngiltere’sinde futbol izleyicisi olmak, holigan olmakla bir tutuluyor. Üniversite takımında oynuyor. Ama asıl ilgisi tribünlere. O tribünlerin, Thatcher İngiltere’sine karşı başkaldıran azınlık olduğunu düşünüyor. Bu işi daha da ileri götürerek, Kuzey İngiltere’deki amatör Whickham takımının program editörlüğünü yapıyor.

Gelgelelim, özellikle Premier League’in kurulduğu 1992’den beri, İngiletere’deki üst düzey karşılaşmaların izlenemez hale geldiğine inanıyor. Desteklediği Newcastle United’ı bile yıllardır takip etmiyor. “10 yıl önce futbol, İngiltere için önemliydi. Bugün Manchester United’in Çin’deki taraftar sayısının, İngiltere’dekinden daha fazla” diyor. Ve 10 yıl sonra İngiltere’de kimsenin, sadece iki takımın yarıştığı bir ligi takip etmeyeceğini iddia ediyor.

Türk futbolunun büyümesinde de aynı tehlikeyi görüyor. Örneğin, Ali Sami Yen Stadyumu’nun yıkılmasını taraftar ve kulüp için telafi edilemez bir kayıp olarak görüyor. Taraftarın Brezilyalı oyuncu Joao Silva’yı yuhalamasını da, transfer politikasına bağlıyor: “23 yaşındaki birine bu kadar para verirseniz, başka ne türlü davranmasını beklersiniz ki” diyor.

Mumford, Bilgi Üniversitesi Medya ve İletişim Sistemleri Bölümü’nün davetiyle, bir konuşma yapmak için geçtiğimiz hafta geldiği İstanbul’da, Turkcell Süper Ligi’nde oynanan üç karşılaşmayı takip etti. Kasımpaşa Ankaragücü maçında birlikteydik. Spor felsefesi üzerine çalışmanın, İngiltere bilim çevrelerinde hor görüldüğünü söyleyen Mumford, bir gazetecinin kendisiyle maç seyretmesi ve röportaj talep etmesi nedeniyle şaşkın görünüyordu. (Bunu twitter’da yazdığı “It’s a bizzare” yorumuna dayanarak söylüyorum.)

Aşağıdaki söyleşi -Tromsö’de (Norveç) yerel bir gazetenin yaptığı söyleşiyi saymaz isek- Stephen Mumford’la yapılan ilk röportaj.

Neden futbol?
Bana göre bugüne kadar icat edilen en büyük spor. Seyircinin spordan beklentisi coşku ve oyuncunun sadakatidir. Futbol bunun için gerekli herşeyi içeriyor. Özellikle gol anları bunun en yoğun olduğu bölümlerdir. Çünkü bu golün nereden geldiği belli değildir. Bir anda çıkar, gelir. Ama diğer sporlara baktığınızda, sürpriz şansı en yüksek olanı. Örneğin rugby’de, top belli bir hat üzerinde taşınmak durumundadır. Gol olacağını anlarsınız. Ama futbolda, nereden çıktığı belli olmayan bir saniye içinde kaleye girer. Heyecanın yoğun olmasının bir başka nedeni de skorun düşük olmasıdır. Takımınızın altığı ilk gol, aynı zamanda maçın da skoru olabilir. Sürekli sayı yapılan basketbolla kıyasladığınızda, skor arttıkça heyacanın da azaldığını görürsünüz. Başka şeyler de sayabilirim.

Hangisi önce futbol mu, felsefe mi?

Futboldan zevk almaya, bu konuda düşünmeye başladığımda felsefe diye birşeyin varlığından bile haberdar değildim. Çocukluğumdan beri futbola aşığım. Daha sonra felsefe eğitimi aldım ve bu işin felsefesini fark ettim. Ancak spor felsefesi İngiltere’de hâlâ saygı gören bir dal değil. Oxford ya da Cambridge’deki profesörlerler roman üzerine çalışıyorlar ve bunun saygın bir şey olduğunu düşünüyorlar. Gelgelelim dünyaya baktığınızda sporun, felsefeden çok daha önemsenen, büyük etkisi olan bir alan olduğunu görüyorsunuz.

Futbolu icat eden bir ülkeden geliyorsunuz. Bu spora ilginiz aileden mi geliyor?
Babamın futbolla en ufak bir ilgisi yoktu. İlgilendiği tek spor da Formula 1 yarışlarıydı. Futbol oynamak ve seyretmek benim için bir ergenlik başkaldırısıydı. Babam bunu istemedi, vakit kaybı olarak gördü.

”Futbola meraklıyım’ dedim, işe almadılar”

Futbol izleyicisi olmak başkaldırı anlamına mı geliyor?
1970’ler ve 80’lerde İngiltere’de, futbol holiganizimle bir tutulurdu. “Futbol hayranıyım” demek utanç nedeniydi. Gençken yaptığım bir iş görüşmesinde “I’m a footbaal fun” dediğimde beni işe almadılar. Şiddete baş vuran, sarhoş gezen biri olduğumu düşündüler.

Ama köprünün altından çok su geçti, durum artık değişti. Tony Blair, üzerine basa basa Newcastle United taraftarı olduğunu söylüyor. 20 yıl önce bir başbakanın bunu söylemesi mümkün değildi. 44 yıllık hayatımda futbola dair toplumsal algının önemli ölçüde değiştiğini gözlemledim. Politikacılar artık futbolun “cool” bir şey olduğunu düşünüyor. Hoşlanmasalar bile futbolu seviyormuş gibi görünmeyi tercih ediyorlar. Bu onların sıradan insanla paylaşım içinde görünmesini sağlayan araçlardan biri.

Bir sezon boyunca, Whickham Futbol Kulübü’nün program editörlüğünü yapmışsınız. Bunu biraz açar mısınız?
İngiltere’de her futbol karşılaşması öncesinde kulüpler “maç programı” adı verilen küçük bir dergi hazırlar. Takım kadroları, kulüpten haberler, diğer maçların sonuçları, lig sıralaması gibi bilgiler yer alır. 20 kişinin seyrettiği, çok alt düzeydeki karşılaşmalar için bile yapılır bu. Türkiye’de böyle bir kültür yok. İngiltere’nin kuzeyinde, amatör kümede oynayan Whickham takımının karşılaşmasını izleyeme gittiğimde “maç programı var mı” diye sordum. “Yok, sen yapar mısın” dediler. Takım hakkında en ufak bilgim yoktu.

Kulübü, iki kişi çekip çeviriyordu ve hiç bir futbolcu para karşılığında oynamıyordu. Amatör ruhlu, hoş insanlardı. Bu nedenle bir sezon için bu görevi üstlendim. O yıl hiç bilimsel yayın yapamadım. Bugüne kadar yazdıklarım içinde en az bilineni bu programlardır. Her program sadece 20 kopya basılıyor ve 15 peniye satılıyordu. Ama bu işi çok sevdim; yazdığım program o kümede yılın en iyisi seçildi ve 60 sterlin kazandım!

10 yıl sonra kimse Premier League’ı seyretmeyecek”

10 yıldır Premier League’i seyretmediğinizi söylüyorsunuz. Neden?
İnsanlar adil bir yarış görmek istiyor. Premier League’de artık bu yok. Birkaç takım diğerlerinden çok daha zengin olduğunda adalet duygusu ve heyecan da azalıyor. Zengin takımlar tüm iyi oyuncuları alıyor. Everton’dan Manchester United’a transfer olan, ligin şu andaki en iyi oyuncusu Wayne Rooney buna iyi bir örnek. Everton son şampiyonluğunu 1987’de yaşamıştı. Ama bu şartlarda bir daha şampiyon olma şansı yok.

1992’de alınan bir dizi radikal karar, ülke futbolunda derin yaralar açtı. Gişe gelirleri iki takım tarafından paylaşılırken, ev sahibi kulüp tüm gişenin sahibi olmaya başladı. Stadyumu büyük olan kulüplerle diğerlerinin arasındaki uçurum derinleşti. Aynı şekilde televizyon gelirleri de büyük kulüplere akmaya başladı. Başarı, para getiriyor. Kazanan daha çok kazanmaya başlıyor. Küçük takımların tek şansı, zengin birinin kulübü satın almasını beklemek.

Oysa Amerikan Basketbol Ligi NBA’de olduğu gibi “draft” sisteminin uygulanabilir. NBA’de sonuncu olan takım, en iyi genç oyuncuyu alma hakkına sahiptir. Ayın şekilde şampiyon, alt sıralarda kalan takımların almadığı oyuncuları alabilir. NBA’in her yıl farklı şampiyon çıkarması da bu sistemin iyi işlediğini gösterir.

Chelsea ve Manchester’ı yenen bir takım kalmadı. Bu iki takımdan kim diğerini yenerse, şampiyon oluyor. 10 yıl içerisinde kimse Premier League’i seyretmeyecek. İki takımın sadece birbiriyle yarıştığı bir ligle kim ilgilenir ki?

O halde aynı durum Türkiye ligi için de geçerli?

Üç büyük kulüp yerine Bursaspor’un şampiyon olması beni mutlu edecek. Uzun vadede Türk futbolunun selameti için, diğer kulüplerin de hâlâ şansı olduğunu gösterecek.

“İngiltere’de futbol, Margaret Thatcher’e başkaldırının bir sembolüydü”

Futbol üzerine çalışmalarınız ikiye ayrılıyor. Birincisi futbol üzerine felsefi çalışmalar yapmak. İkincisi ise mümkün olduğunca çok seyahat etmek, futbol maceraları yaşamak ve bunları kaydetmek.
Doğrudan ilgili gözükmese de futbol yolculukları yapmak da benim için felsefi bir ifade, bir yaşam biçimi. 1980’lerde düzenli olarak futbol seyretmeye başladığımda, İngiltere’de futbol popüler değildi. Futbol seyircisinin, toplumun genel değerlerini reddeden, kopuk insanlar olduğu düşünülüyordu. Futbol seyretmek adeta “punk” müzik dinlemekle bir tutuluyordu. Bir çeşit karşı kültürdü. Margaret Thatcher 1979’da iktidara geldi ve bu toplumda hızlı bir değişim yarattı. Değişimle birlikte “zengin olmak” öncelikli bir hedef haline geldi. Değişime direnmenin başlıca yollarından biri futboldu. Seyirci sayısı bugüne oranla çok düşüktü. Chelsea maçlarını örneğin, altı ile 10 bin arasında insan izliyordu. Bu küçük kalabalık, değişime karşı duran azınlıktı.

Ben de bu azınlık arasındaydım. Düzenli geliri olan, saygın iş sahibi biriydim. Ama küçük bir emekçi kasabasının, ismi duyulmamış takımını izlemek, 2 sterlinlik bileti satın almak, benim için, ana akıma karşı duruşun bir parçasıydı. Seyahatlerim de böyle başladı. Bu dünyayı keşfetmek için yaptım.

Galatasaray, Ali Sami Yen’i çok arayacak”

Hafta sonu İstanbul’da Turkcell Süper Ligi’nde üç maç izlediniz. İki sezon önce de Türkiye’de maç seyretmiştiniz. Türk seyirci hakkında ne düşünüyorsunuz?

Futbol daima toplumun mikro kosmosu olmuştur. Bir ulusun insanları ve kültürü hakkında fikir sahibi olmak istiyorsanız futbol maçına gidebilirsiniz. Nasıl seviniyorlar, sahaya nasıl tepki veriyorlar, takımlarının yenmesi için ne yapıyorlar? Bu eylemleri, o toplumu anlamak için anlamlı buluyorum.

Örneğin Galatasaray Diyarbakırspor karşılaşmasında, seyirci takımı desteklememe kararı almıştı. Ancak bu karar, numaralı tribünler tarafından bozuldu. Bunlar daha pahalı biletle girilebilen tribünlerdi. Daha ucuz olan kale arkası, takımı destekleyen tribünlere tepki gösterdi. Sınıf çatışmasının stadyumdaki izdüşümü gibiydi. İstanbul’da üç büyükler dışında bir kulübü desteklemenin ayrıcalık olduğunu düşünüyorum. Kasımpaşa maçında bunu gördüm. Kasımpaşa’nın 55 numaralı oyuncusunu (Cenk İşler) beğendim.

Diyarbakır karşılaşması, Galatasaray’ın Ali Sami Yen’deki son maçlarından biriydi…
Futbolun her şeyi büyük olmak zorunda değil. Ali Sami Yen Stadyumu’nu çok sevdim. Kasıcı, dar bir mekan. Koltuklar arasında normal bir insanın bacaklarını sığdırabileceği aralık bile yok. Küçük bir sokağa açılan girişi bulmakta da zorlandım. Ama bunlar, stadyumun karakterine ve sıcaklığına katkıda bulunan öğeler. Modern futbol bu tür stadyumları yıkmak istiyor. Bu durumu futbol mirası için büyük bir kayıp. Aynı şekilde Galatarasay için de. Bunu şimdi göremiyorlar ama yeni stadyumun sahada mücadele eden oyunculara aynı olumlu etkiyi vereceğini sanmıyorum. Ali Sami Yen, tutkulu taraftar için uygun bir değerdi. Yeni stadyumda bunu bulamayacaklar.

“Numaralı tribün, seyirciyi futboldan uzaklaştırıyor”

Ama Türkiye’de oturarak maç seyretmek çok yaygın değildir. En modern stadyumlarda bile oturan sayısı, ayaktakilerden azdır.
Tutkulu taraftar maçı ayakta izler. Ayakta durmak, takımın için bağırmak, şarkı söylemek ve stadyumda bir atmosfer oluşturmak demektir. Eskiden teraslama dediğimiz, koltuk olmayan tribünler daha fazlaydı. Özellikle de kale arkalarında. Bu teraslar taraftara hareket serbestliği, birlikte davranma ve atmoseferi elinde tutma şansı verir. Bu terasların iptal edilmesi de yanlış bir karar. Almanya’da hâlâ, karışıklığa imkan vermeyecek kadar akıllıca tasarlanmış teraslar var. Borussia Dortmund’un stadyumu dünyanın, teraslama yapılmış en büyük tribününe sahip. 80 binlik seyircinin (Westfalenstadion) 25 bini bu tribünde oturur. Ama Premier League ve Birinci Lig’de bu tarz tribün kalmadı. İngiltere’deki stadyum atmosfer hiç de tatmin edici değil.

Son soru. En beğendiğiniz oyuncu?
Her ne kadar İngiltere’de iki ayrı takımda oynaması (Leeds ve Manchester United) tasvip etmeyeceğim bir durum olsa da, bence tüm zamanların en iyi oyuncusu Eric Cantona’dır. Çünkü kendini futbolcu değil, sanatçı olarak görüyordu. Ve sanatını icra etmek için sahadaydı. Leeds’te oynarken, Sheffield United’a yaklaşık 25 metreden bir gol atmıştı. Topu kalecinin üzerinden aşırtmış, tam doksana takmıştı. Eğer top birkaç santim aşağıdan gitse kalecinin parmakları gole engel olacaktı. Birkaç santim yukarıdan gitse, direğe çarpıp dışarı çıkacaktı. Golden sonra Cantona sevinmedi. Olduğu yerde durup seyircilere baktı. “Yarattığım şahasere bakın” demek istiyordu. Değişik takımları destekliyor olabiliriz. Ama hepimiz bu gole şapka çıkarırız. Cantona bunu defalarca yaptı. Şiire meraklı olduğunu, felsefe okuduğunu, resim yaptığı biliyorum. Adeta bir Rönesans adamı. Ama kendini ifade etmek için futbolu seçmişti.

Yorum yazın