Derleyen Hakan Çönbez
Sıra dışı kariyerinden dolayı “Şeytanın Avukatı” olarak anılan Jacques Verges’in hayatı sonunda belgesel oldu. Sisteme karşı duran ve bugüne kadar Çakal Carlos’tan Miloseviç’e kadar terör ve insanlık suçundan yargılanmış birçok ünlü ismin avukatlığını yapan Verges’in belgeseli Fransız yönetmen Barbet Scroeder tarafından çekildi. Bu yılki Cannes Film Festivali’nde özel seçim filmlerden biriydi.”L’avocat de la terreur“(Terörün Avukatı) adlı belgesel, yaşayan gerçek kahramanının öyküsü… Yönetmen Barbet Scroeder, belgeselde Verges’in sekiz yıl ortadan kaybolduktan sonraki dönüşünü anlatıyor.
Bütün dünya tarafından kesin suçlu olarak algılanan ve hiçkimsenin savunmasını yapmak istemediği davaları alan Verges, davalarını “Kopuş Savunması”yla temellendiriyor. Peki nedir bu kopuş savunması?
Tayland’da Fransız bir babadan ve Vietnamlı bir anneden dünyaya gelen Verges, Hint Okyanusu’nda, Madagaskar’ın doğusunda Fransa’ya ait küçük bir ada olan La Reunion’da büyüdü. Fransız avukat 22 yıl önce bir söyleşide, savunduğu kopuş savunmasından söz etmişti. 1985’te gazeteci Vivet Kanetti’ye savunmasını şöyle anlatıyor Verges: “Kopuş savunmasında, sanık Sokrates gibi yapar, farklılığını öne sürer. Sokrates döneminde, biliyoruz ki bu tür davalar sanığın felaketiyle sonuçlanırdı. Ama o günden bugüne çok şey değişti. Bugün hiçbir önemli olay yoktur ki Pekin’de geçmiş olup Paris’te yankılanmasın, yorumlanmasın. Çünkü eğer sanık (fikri olarak) teslim olmamışsa, farklılığını öne sürüyorsa, dünyadaki bütün dostlarını etrafında toplar ama bu örgütlenme onu kurtarmaya her zaman yetmez.”
Empati kurmak
İlk okunduğunda gerçekten anlaşılması zor gibi görünen bu yöntemi Verges “aslında herkes bir açıdan haklıdır” varsayımına dayandırıyor: Bize, sistemin dışına çıkarak kaçırdığımız şeyleri göstermeye çalışıyor. Özellikle davasını aldığı insanları özenle seçiyor. Bu insanlar çoğunlukla bütün dünyanın katil olarak bildiği kişiler. Böylelikle zeki bir manevrayla medyayı, yani sürekli eleştirdiği sistemin en büyük güçlerinden birini kendi yanına çekiyor ve kendi felsefesiyle müşterilerini savunuyor.
Kesin bir karara varmadan önce empati kurmamızı, kendimizi suçlu kişinin yerine koymamızı istiyor. Bir anlamda “siz olsaydınız ne yapardınız” sorusunu soruyor ve bununla birlikte iki hakikatten bahsediyor. Tek doğru ya da tek yanlış olmadığını söylemek istiyor. Buna göre, bizim doğrumuz karşı tarafın doğrusu olmak zorunda değil ya da tam tersine bize yanlış gelen karşı tarafa yanlış gelmek zorunda değil, ama karşı taraf yanlış olduğunu kabul etmiyor diye onların hata yaptığını varsaymamız da doğru değil…
“Suçlu denen bir insanı savunabilmek için, sizin de tutkuyla yaşamanız gerekir. Eğer tutkuyla sevebilmekten acizseniz, karısını öldürmüş bir adamı nasıl savunabilirsiniz?“ diyen Verges, tutkuyla sevebilen biri olduğunu söylüyor. Ayrıca, savunmasının temelinin insanları anlamaya dayandığını da şu sözlerle ifade ediyor:
”Büyük bir dolandırıcının yakalanmadan önceki hayatıyla ilgilenmiyorsanız, onu nasıl anlayabilirsiniz? Hayatınız boyunca küçük bir esnafın hayatıyla ilgilenmemişseniz, onu nasıl savunacaksınız?”
Verges bu felsefesini ilk kez Cezayir’in Fransızlara karşı yürüttüğü özgürlük mücadelesinde tutuklanan Cezayirlilerin davasında uyguladı. Bugüne kadar Filistin Kurtuluş Örgütü ve Kızıl Ordu Fraksiyonu militanlarını, eski Nazi subayı Klaus Barbie’yi, Çakal Carlos’u, Miloseviç’i savunmuştu. Çakal Carlos’un ve sevgilisinin avukatlığını üstlendiği sıralarda Carlos’un sevgilisini elinden almakla suçlandı.