Medya

Finkel: ‘Şık’ın Gülen cemaatini eleştirme hakkını savunmalıydık’

Yazan: Gökhan Tan
Gökhan Tan

Marko Paşa, Ahmet Şık hakkındaki yazısı nedeniyle Today's Zaman'dan kovulan gazeteci Andrew Finkel'la Türkiye basını üzerine konuştu.*

Serbest gazeteci Andrew Finkel 1989’dan beri The Daily Telegraph, The Times, The Economist, Time, The Guardian, The New York Times ve CNN gibi yayın organlarının Türkiye temsilciliğini yürüttü ya da bu yayınlara katkıda bulundu.  Ancak okurların Finkel’e aşinalığı daha çok, Türkiye basınında 1990’lardan sonra yazdığı köşe yazıları ve hakkında yazılanlara dayanıyor.

“Hakkında yazılanlar” bölümü, geçtiğimiz Nisan’da yeni bir dönemece girdi. Çünkü Ahmet Şık’ın kitabı hakkındaki köşe yazısı “gazetenin editoryal çizgisine uymadığı” gerekçesi ile kuruluşundan beri görev aldığı Today’s Zaman'dan uzaklaştırıldı. Finkel “Türkçe” yazmaya Taraf gazetesinde devam ediyor.

Andrew Finkel’la sadece Today’s Zaman'dan uzaklaştırılma sürecini değil, Türkiye basınının güncel fotoğrafı üzerine konuştuk.

Kırmızı çizgiyi geçmek

Bu konu çok çiğnendi ama konuşacağımız konu için uygun bir başlangıç:  Today’s Zaman gazetesinden ayrılmanıza neden olan süreç  Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmasıyla başlıyor. Diğer taraftan Türkiye basınının sorunları Şık ve Şener’den ibaret değil; onlar tutuklanmadan önce de basın üzerinde gözle görülür bir baskı vardı ve onlarca gazeteci de hapisteydi. Şık ve Şener’in sizin için farkı neydi, neden bu konuda yazdınız?

Benim için değil, gazete için bir farkı vardı. Şık ve Şener tutuklanmasını doğru bulmadığım ve hakkında yazdığım ilk insanlar değildi. 1998’de Sabah’ta yazarken de ordunun zoruyla işimden kovulmuştum. Today’s Zaman sanırım, kendi gazetemi eleştiriyor olmamı sevmedi. Demek ki bir noktaya kadar özgürdüm. İyi bir gazeteciyseniz ince kırmızı çizgileri bilirsiniz ama “bu çizgiler bana işlemez” dersiniz. Kırmızı çizgiyi keşfedene kadar yazmayı sürdürdüm. Ve o çizgiyi geçtiğimde kovuldum. Bence gazete yönünü ciddi şekilde yitirmiş durumda.

Yani gazetenin kesin bir çizgisi olduğunu kabul ediyor ve bunu yitirdiğini mi söylüyorsunuz?
Ben Gülen cemaatinin bir üyesi değildim ve elbette o gazetede çalışma nedenim de bu değildi. Benim gibi başkaları da vardı. Gazete cemaate ait olsa da herkese açık bir platform olduğu anlayışı vardı. Demokrasi kültürünü benimsemiş, söylecek ilginç şeyleri olan, başkalarının fikirlerine saygılı, makul insanlar…

Buna inanıyordunuz yani?
Evet, gazetede yazmaya tam da bu nedenlerle başlamıştım. Ama bir noktadan sonra bahsettiğim bu alanın daralmaya başladığını gördüm.

“Gazete AKP'nin bir yayın organı haline gelmişti”

İstanbul’un gazdan boğulduğu 2008 1 Mayıs’ında sayfalarca haber yapmasına rağmen ana gazete Zaman’ın tek bir gaz fotoğrafı koymadığını hatırlıyorum örneğin. Yani sizin “içeriden” söylediklerinizle gazeteye yansıyan şey çok farklı görünmüyor?
Söylediğim gibi, başta yapılan hataları tekrar etmedi ve mesafe kaydetti. Fakat 2011 seçimleri yaklaştığında, ki Ahmet Şık’ın tutuklanması da bu döneme denk gelir, gazete objektifliğini yitirdi. Adeta AKP’nin parti organı haline geldi.

Bir taraftan yazma özgürlüğünün kısıtlandığına dair ilk günlerden beri deneyimleriniz olduğunu, diğer taraftan da son raddede şaşırdığınızı söylüyorsunuz. Bu çelişik bir durum değil mi?
Bence fark var. Köşemde ne istediysem onu yazdım. Kimse bana ne yazıp yazamayacağımı söylemedi. Ergenekon’un gerçek olmayan (fiction) bir şey olmadığına ben de inanmıyorum. Ama “her TC vatandaşının Ergenekon üyesi olduğu komplosuna” da inanmıyorum. Gazete bana karışmadı. Sonlara doğru gazetenin kendi ideolojik ajandası uğruna kendi prensiplerini çiğnediğini gördüm. Ergenekon davasına objektif bakamamaya başladı. Herkes ordunun siyasetten uzak durmasını istiyor fakat bunu demokratik yollarla ve adaletli bir şekilde yapmak zorundasınız. Demokrasi getirmek için, antidemokrdatik yollara başvurursanız siz de lekelenirsiniz.

“Şık'ı hayatımda görmedim, okumadım dahi…”

Tekrar Ahmet Şık ve Nedim Şener’e dönmek istiyorum…
Bakın size bir şey söyleyeceğim: Nedim’i hayatımda bir kez gördüm ve güzel bir diyaloğumuz oldu. Ahmet’i ise hiç görmedim. Bırakın görmeyi yazdığı tek bir kelimeyi bile okumuş değilim.  O yazıyı [Finkel’in sansüre uğrayan ilk yazısı] Ahmet Şık’la “bir aşk yaşadığım” için yazmadım. Ben kendi gazetemi korumaya çalıştım. Savunduğum şey, Ahmet’in Gülen cemaatine hakaret ettiğine dair bir kanıt olmadığıydı. Buna mahkeme karar verirdi. En önemli nokta şu: Gazete olarak biz, Ahmet Şık’ın Gülen cemaatini eleştirme hakkını savunmalıydık. Çünkü bu hakkı savunmazsak demokratik bir kurum olarak nitelenemezdik. Ve Ahmet Şık’ın hapse girmesi bizi mutlu ediyorsa, gazetede yazan birçok insanın yaptığı gibi, demokratik bir duruş sergilemiyoruz demektir. Söylediğim şey buydu ve işimi de bunu söylediğim için kaybettim. Gülen cemaatiyle gazete dışında bir ilişkim yok, kim olduklarını, ne istediklerini bile bilmiyorum. Benim sorunum çalıştığım gazeteyleydi.

Yazılarınızda “Gülen’in de bu durumdan hoşlanmadığını sanıyorum” diyorsunuz. Peki sizce söylediğiniz “sapma” Gülen’e rağmen mi oldu?
Dürüst olmak gerekirse bu beni ilgilendirmiyor. Bir odanın tabanını içeri doğru boyamaya başlarsanız en sonunda kendinizi köşeye sıkıştırırsınız ve kapıya ulaşamazsınız. Ben bir yıl önce kovulduğumda gazete hükumet hakkında eleştirel olma yetisini yitirmişti. Hangi parti olduğu önemli değil. Bir partiye bağlı olabilirsiniz ama onun hakkında hâlâ eleştirel olabilirsiniz.  Bu gazete içinde eleştirel sesler de vardı. Ama bu sesi kaybetti. Kendinizi bir partiye bağlarsanız, bu parti gücünü kaybettiğinde ne yaparsınız? Bana anlamsız geliyor.

“Hürriyet, yalan söyleyen Altaylı'yı kovmalıydı”

Bir örnek daha vereyim. 1998’de Sabah’tan Milli Güvenlik Konseyi’nin talebiyle kovuldum. O zaman Hürriyet’te yazan Fatih Altaylı, CNN’de yayınlanan bir kaydı gerekçe göstererek tarihçi olan eşimin bir arşivden belgesel çaldığını iddia etti. Bunu niye yaptı? Belki birisi ondan bunu talep etti? Belki Ergenekon tarzı bir yapı basını bu yönde kullanmak istedi? Peki karşılık olarak Fatih Altaylı’nın hapse girmesini mi talep etmeliyim? Hayır. Biz onun mahkemede hesap vermesini ve gerçek olmayan iddiası için tazminat ödemesini talep ettik. Ve kazandık. Bu parayla da sağlık ocağı için jenaratör aldık. Altaylı şimdi hapiste değil, olmasını da istemem. Büyük bir gazetenin editörü. Ama gazetecilik gereği Hürriyet yalan söyleyen bir yazarını kovmalıydı ama yapmadı.

Hayatınızı idame ettirmek için Türkiye basınında çalışmak zorunda mısınız?
Hayır, değilim. Ama burada yaşıyorum. Fatih Altaylı’nın benim hakkında söylediği şeylerden biri “her fırsatta Türk sırtına hançer atan biri” olduğumdu. Tam tersine. Ben söyleyeceğim şeyi hem yurt dışındaki yayınlarda, hem de Türkiye basınında yazıyorum. Benim ne söylediğimi merak eden varsa hem Türkçe hem de İngilizce okuyabilir.

Hikâyeniz Türkiye basınında başka isimleri de andırıyor. 90’lardan başlayarak “sol basının” önemli isimlerini muhafazar gazetelerde yazarken, “taraf değiştirirken” gördük. Sizce o isimler de benzer sıkıntıları yaşıyorlar mı?
Bana Türkiye’de mükemmel bir gazete gösterin. Böyle bir gazete var mı? Ayrıca yaşamak için yazmak zorundasınız.  Türkiyeli bir gazeteciyseniz Türkiye’de yazmak zorundasınız. Ya da mesleği bırakmak durumundasınız. Tercih meselesi.

Yani onların da bir takım sıkıntıları olduğunu biliyorsunuz?
Kovulduğumda bana çok naif olduğumu söylediler, “Zaten ne bekliyordun ki?” dediler.

Tam da bunu soruyorum

Kimin için yazabilirim? Bana mutlaka yazmam gereken bir gazete söyle.

“Düşmanını hapse attırmak için adaleti yönderdirmek…”

Türkiye’de demokratik olmayan güçlerle mücadele eden –basın da dahil- çevrelerin de demokratik olmayan yöntemlere başvurmasını eleştirmiştiniz.  Nedir bu demokratik olmayan yöntemler?
Haber peşinde koşmak yerine, hükûmete komplo için uğraşırsanız… Düşmanını hapse attırmak için adaleti yönlendirmeye kalkarsanız bu artidemokratik bir eylemdir… 

Adaletin belli güçler tarafından yönlendirilmek istendiğine mi inanıyorsunuz?
Bilmiyorum. Şık ve Şener’in neden hapis’te olduğunu anlamıyorum. “Neden?” sorusunu cevaplayamıyorsanız bir sorun vardır. Diyelim ki Şık Pentagon’dan gelen bir “emir”le içeri alındı. Ama gerekçesi nedir? Kitabını henüz yayınlamamıştı bile? Dünyadaki en iyi gazeteci olmayabilir ama ben burada bir adalet görmüyorum.

“Türkiye'de iyi bir gazete göremiyorum”

Türkiye’de gazetelerin gazeteciliğe dönebileceğine inanıyor musunuz?
Hâlâ çok iyi gazeteciler var…

Çoğu işsiz…  
Sorun şu ki ben Türkiye’de iyi bir gazete göremiyorum. Bunun nedeni de iyi bir patron olmaması. Bence asıl sorun gazete sahipleri.

Peki gazeteciler bu mesleği korumak için yeterince çaba harcıyor mu?
Yozlaşmış bir sistem içinde çalışıyorsanız siz de bir yere kadar bunun parçası olmuş demeksiniz. Bu sistem içerisinde gazetecilerin iyi iş yapmaya dair bir takım yetilerini yitirmeleri de doğal.

Bu konuda aklıma gelen örneklerden biri de Yavuz Baydar. Baydar Milliyet’te okur temsilcisi iken gazeteyi eleştiren bir şey yazdığı için işinden kovuldu. Yani işini yaparken kovuldu. Eleştirmemeyi tercih edebilirdi ama yapmadı.

Baydar Milliyet’teki deneyiminden ders almış olmalı ki aynı görevi Sabah’ta da üstleniyor ama gazetesini eleştirmiyor.
Bu konuda bilgi sahibi değilim. Burada önemli nokta şu: Gazeteler daha cesur olmalı. Gazeteciyi korumak gibi bir sorumlulukları var. Şimdi Taraf için yazıyorum. Gazetenin yaptığı herşeyi onayladığımı söyleyemem. Fakat Taraf hakkında hoşuma giden şey, yaptıkları şeyi doğru olduğuna inanıyorlar.

Sahibi gazetecilerin olduğu bağımsız bir gazetenin Türkiye’de yaşama şansı var mı?
Bence kimse bu soruyu sormuyor.  Kimse de iyi bir gazete olmasını beklemiyor. Bu konuda beklenti neredeyse hiç yok ve sorun da bu. “Marka” güvenilirliği ve kaliteyi temsil eder. The New York Times’da yazan birşeye neden güveniyorsun? Çünkü biriyi haberi yazıyor, diğeri onu kontrol ediyor, bir diğeri haberi yazan kişiyi sorguluyor… İnsanlar bu habere inanıyor. Gazetenin var olma nedeni budur. Ama haber doğru değilse bu gazeteciler kovulur. Türkiye’de bu olmuyor. İnsanların güveneceği bir “marka” olması lazım.

“İsa ve müritleri”

Başbakan’ın uçağında çekilen gazetecilerin Erdoğan’la toplu fotoğrafı eleştiriyorsunuz. “Bu fotoğraf Türkiye basınının durumunu özetliyor” diyorsunuz. Neden?
O fotoğrafta köşe yazarları ve gazete sahipleri var. Bu fotoğraf bana bir Ortaçağ resmini hatırlatıyor.  Hz. İsa’nın etrafındaki bir küme gibi. Başbakan mavi bir tişört giymiş ve üzerinde ceket yok. Çok rahat görünüyor. Ama etrafındakiler kravatlı ve çok formaller. Işık Başbakan’ın üzerinde ve çevresindekiler gazeteciden çok müritleri andırıyor. Vücut dilleri herşeyi söylüyor. Kendimi iyi bir gazeteci olarak görmem. Ama iyi gazeteciler berbat (awful) insanlardır; yaklaşmaya korkarsın. Kimseye arkadaşça gelmezler.

Hapishanedeki gazetecilerle bitirelim. Bir ülkedeki tutuklu gazeteci sayısıyı o ülkenin demokrasisi için bir gösterge midir?
Sayı önemli değil. 100 ya da daha az. Çünkü söz konusu sadece gazeteciler değil. Örneğin Büşra Ersanlı’nın içeride olması kimse için inandırıcı değil. Gazeteci, öğrenci, akademisyen ya da siyasetçi… Bu bir adaletsizlik, bir hastalık, demokrasiyle alakası olmayan berbat birşey. Hükumet “bu bizim kontrolümüzde olan birşey değil, yargı bağımsız” dedi. Bence bu ortaya sürülebilir bir sav değil. Bu insanlar, bugün, hükumetin politikası nedeniyle içerideler. Hükumet “bu insanlar neden içeride” sorusunu kendisine de sormalı.

“Tutuklu gazeteci sayısı sekiz ya da 100… Sorun bu değil”

Uluslararası gazetecilik örgütleri, basın özgürlüğü hakkında dünya genelinde hazırladıkları raporlarda farklı saiklerle mi haraket ediyorlar? Bulundukları yere göre bazı ülkeleri, örneğin Türkiye’yi kayırıyor olabilir mi? Uluslararası ilgi basın özgürlüğü konusunda bize katkı sağlar mı?
Onlar Tanrı değil, ABD hükûmeti de değil. Sonuçta bir STK. Senin benim gibi adamlar. Hata da yapabilirler. Ama gazeteciliğin güvenli meslek olması için uğraşıyorlar, senin ölmemen ya da tutuklanmaman için. Gazetecileri Koruma Örgütü’nün (CPJ), Türkiye’de 8 gazetecinin tutuklu olduğunu söylemesi Türkiye için zaten yeterince kötü birşey. Hükûmetin de bunu tekrar ediyor olması sürpriz değil. Benim CPJ’e eleştirim, hükûmet kadar sektörü de, medya patronlarını da eleştirmemeleri. Eminim Türkiye’dekiler “CPJ bir Amerikan kuruluşu, Amerika Erdoğan’a yakın ve bu nedenle CPJ Türkiye’yi İran kadar eleştirmiyor” diye düşünüyor. Bu çok saçma. CPJ’i savunmuyorum ama Türkiye değerlendirmesi daha zor bir ülkedir, olan budur.  Tutuklu gazeteci sayısı 8 ya da 100. Bunların hepsini tek tek değerlendirmek gerekir. Durumu açıklamak gerekir. CPJ raporunu yenilemek durumunda; sadece tutuklu gazeteci sayısı açısından değil mesleğin hangi kalitede yapıldığını sorgulamak konusunda.

Söylemek istediğiniz başka birşey var mı?

Hayır. Sanırım yeterince konuştum.

*12 Mart 2012'de -66 yıl sonra- tek baskı yapan ve Birgün gazetesiyle dağıtılan Marko Paşa gazetesinde yer alan röportaj.

Yorum yazın