Sanat

Kadınım, sömürülmek için varım

Yazan: Melis Ozan

2003 yılında kurulan Filmmor Kadın Kooperatifi sadece kadın katılımcıların yer aldığı ve kadınlar için üretmek, paylaşmak, itiraz etmek ve eyleme geçmek için tasarlanmış bir platform. Altı yıldır yapılan filmler, düzenlenen paneller, söyleşiler, sergiler ve atölyelerle cinsiyetçiliğin önüne geçebildikleri bir dünya düşünün izini sürüyor. Kadınların Medya İzleme Grubu, Anayasa Kadın Platformu gibi çeşitli kadın örgütlerine destek […]

2003 yılında kurulan Filmmor Kadın Kooperatifi sadece kadın katılımcıların yer aldığı ve kadınlar için üretmek, paylaşmak, itiraz etmek ve eyleme geçmek için tasarlanmış bir platform. Altı yıldır yapılan filmler, düzenlenen paneller, söyleşiler, sergiler ve atölyelerle cinsiyetçiliğin önüne geçebildikleri bir dünya düşünün izini sürüyor. Kadınların Medya İzleme Grubu, Anayasa Kadın Platformu gibi çeşitli kadın örgütlerine destek veren Filmmor ekibi, kadınlara kendini ifade etme, yaratma, ayrımcılığa, şiddete ve sömürüye karşı koyma ortamı sunuyor. Bu yılki organizasyon yine kadın yönetmenlerin çektiği film ve belgesellerle sesini duyurmaya devam ediyor.

Bu küçük beden tecavüz edilmek içindir

İngiltere’de Ulusal Sinema Okulu’nda görüntü yönetmenliği ve yönetmenlik eğitimi gören Kim Longinotto’nun çektiği Rough Aunties (Teyzeler) belgeseli Güney Afrika’da tacize, tecavüze, kötü muameleye maruz kalmış kadınlara yardım eden kuruluşları anlatıyor. Beş kadının bir araya gelerek oluşturdukları “Ayıcık Bobi Operasyonu”, tecavüz edilen küçük çocukların yaşadıklarını anlatmalarını ve adaletin yerini bulmasını amaçlıyor. “Ayıcık Bobi” dedikleri ayıların üstünden tecavüz ya da taciz mağduru çocukların nerelerine dokunulduğu, onlara nasıl tecavüz edildiği çocukları zorlamadan anlattırılıyor. Başına gelenleri oyuncak ayının üstüne bantlar yapıştırıp kalemle işaretleyerek gösteren çocuklar, suçlulular yakalanana kadar dernek evinde bakılıyor. Ailelerinin bile sahip çıkmadığı bu çocuklara hem psikolojik destek sağlanıyor hem de hukuksal süreçte yardımcı olunuyor. Polisle birlikte evlere baskınlar düzenleyen bu beş kadın, altı yaşındaki bir kıza tecavüz eden oğlunu koruyan bir annenin “O kıza önce babası tecavüz etti, oğlumu niye tutukluyorsunuz?” sözleriyle karşılaşabiliyor.

Tecavüze uğramış on bir yaşındaki zeka özürlü kızın evine döndüğünün ertesi günü büyükbabası tarafından da tecavüze uğraması Zulu halkının ne kadar yozlaşmış olduğunu düşündürtüyor. “Bir toplumun ruhunu en iyi çocuklarına davranışı yansıtır” diyen Nelson Mandela’nın sözlerini hatırlatan belgesel izleyende bir an Zulu halkını “ötekileştirme” eğilimi yaratıyor. Oysa Güney Afrika’da yaşanan çocuk istismarları Türkiye’dekinden farklı değil. Prof. Dr. Oğuz Polat’ın 23 Nisan: Çocuk Hakları ve Türkiye konulu makalesinde belirttiği gibi “Adalet Bakanlığının son açıkladığı verilere göre Türkiye’de yılda ortalama 7 bin çocuk tecavüz ve tacize uğramaktadır.” Bu oranın istismarı ailesine söyleyebilen ve ailesinin de “kol kırılır yen içinde kalır” düşüncesi gütmeden suç duyurusunda bulunmasıyla tespit edildiğini söylemekte fayda var. Tehdit, zorlama veya utanç duygusuyla kapalı kapılar ardında kalan tecavüzlerin varlığı da unutulmamalı elbette. Vakit Gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez’in on dört yaşındaki bir kızı taciz etmesi nedeniyle yirmi beş yıla kadar hapis istemiyle yargılanması gerekirken “ruh ve beden sağlığı bozulmamıştır” raporu veren Adli Tıp Kurumu’na sahip bir ülkede tecavüzü meşrulaştırırcasına tecavüze uğramış kadın haberlerini gazetelerde dekolteli fotoğraflarıyla görmek de mümkün.

“Selülitleri rahat bırakın!”

“Ben her halimle güzelim” diyen zihne “Sen öyle san, şişko” diyen bir dünyada zayıflama hapları, diyet programları, selülit kremleri, yepyeni estetik yöntemleri pazarlayan bir sektörün içinde dört bir yandan pompalanan mesajlara kulak tıkamak neredeyse imkansız. Daha ince, daha fit, daha güzel, daha çekici olma hayaliyle çıkılan yolda nasıl olmamız, nasıl görünmemiz gerektiğine çoktan karar vermiş bir sistemin içinde sömürüye karşı durmak çok zor. Ruh ve beden sömürüsünün yalnızca fiziksel istismarlarla değil, toplumsal dayatmalarla da yaşandığını hatırlatan yönetmen Aslı Ertürk de Beden-Sonuç İlişkisi adlı kısa belgesel ile zayıflık-şişmanlık, güzellik-çirkinlik olgularını sorguluyor. Güzellik anlayışının kemikleri sayılan modeller, uzun bacaklar, dolgun göğüsler üzerinden tanımlandığı bir dünyada “öteki” olmayı anlatıyor. Belgeselde Kamuran Süren ve tiyatrocu Şeyla Halis normlara göre şişman kabul edilmenin yaşamlarına etkisini paylaşıyorlar. “Bilmem kimin selülitlerini yakaladık diyen magazincilere de sinir oluyorum. Bütün her tarafımı açıp al sana selülit, al sana kalça, al sana göbek demek istiyorum” diyen Halis, “Selülitleri bir rahat bırakın ya!” diye de ekliyor. Pazartesi başlanıp Salı günü biten diyetlerden, içteki boşluğu dolduran yiyeceklerden, beğenilmeme ve onaylanmama duygusundan söz eden iki kadının itirafları yanı sıra yönetmenin “iç sesim” dediği konuşmalar da yer alıyor. Biri şişman diğeri zayıf iki kadının beden parçalarına odaklanarak verilen görüntüler şişman-zayıf çelişkisini ortaya koyuyor. “Zayıflamalıyım ama zayıflayamıyorum” mücadelesini gözler önüne seren yönetmen Ertürk, film sonrası yapılan söyleşide “Ben de bu mücadeleyle nasıl başa çıkacağımı bilemiyorum” diye ekliyor.

Zeynep Köprülü’nün yönettiği üç dakikalık kısa film Ayna’da da yetmişli yaşlarda bir kadının aynayla ilişkisi gösteriliyor. Saçlarını tarayıp makyajını yapıp parfümünü sıkan kadın, hazır olduğuna kanaat getirdiğinde gidip her gün oturduğu koltuğa kurulup televizyonu açıyor. Film aynaların bizi görülmeye hazır olduğumuza ikna etmesi için nelerin gerektiğini sorgulatıp kozmetik sektörüne bağımlılığı irdeliyor.

Ayten Başer’in yönettiği “Dokunma” ve Emel Sarıkaya, Özlay Bülbül ile Burkay Doğan’ın ortak çalışması “Dilber’lerin Düğünü”, erkek egemen toplumda kadın olmayı ve namus kavramını iki farklı bakış açısıyla işliyor. Dokunma filminde erkek eli değen kadının durumu esprili bir dille aktarılırken Dilber’lerin Düğünü, 17 yaşında gerdek gecesi bakire çıkmadığı iddiasıyla öldürülen Dilber’in gerçek hikâyesinden yola çıkılarak toplumun namus algısını ortaya koyuyor.

“Benim gözümde sen bir seks objesisin”

Belmin Söylemez, Berke Baş, Somnur Vardar ve Haşmet Topaloğlu’nun hazırladığı “Bu ne güzel Demokrasi!” adlı belgeselde 22 Temmuz 2007 Genel Seçimler öncesi aday olan kadınların seçim kampanyalarına eşlik ediliyor. İş kadını, profesör, aktivist, eski genelev çalışanı gibi farklı profilleri olan kadınların siyasi karar alma mekanizmalarına katılımları ve çalışmaları gösteriliyor. Bin Umut partisinden Gülten Kışanak giriştiği siyasi mücadeleyi gözler önüne sererken, CHP’den Didem Engin ve Necla Arat’ın, AKP’den Canan Kalsın’ın çalışmaları anlatılıyor. Kadınlarla görüşmeleri ve kadın sorunlarına yönelik ajandaları yanı sıra politik hayatlarında karşılaştıkları engeller sorgulanıyor. Bu dört kadın yanında iki tanesi ise siyasete giren kadınların yaşadığı zorluklardan daha fazlasına tanık oluyor. Dokuz yaşında tecavüze uğramış daha sonra da kocası tarafından satılmış eski genelev çalışanı Ayşe Tükrükçü ve on bir sene seks köleliği yapıp vesikasından kurtulmak isteyen Saliha Ermez bağımsız aday olarak katıldıkları seçim arenasında başta halk olmak üzere birçok engelle karşılaşıyorlar. İstiklal Caddesi’nde kadın haklarını koruyacaklarını, seks işçiliğini önlemek istediklerini anlatan broşürler dağıtırken eski genelev çalışanı olduğunu duyup son anda broşürü almaktan vazgeçenlerle, “Sizden milletvekili olmaz” diyenlere kadar muhafazakar halkın her kesimiyle uğraşmak zorunda kalıyorlar. Yanlarına yaklaşan bir adamın, “Sen benim için bir seks objesisin. Sadece sen değil, sokaktan geçen her kadın benim için öyle. Bunu değiştiremezsin” sözleri ise toplum olarak yalnızca kadın hakları açısından değil, insan hakları anlamında bile ne kadar az yol kat ettiğimizi gösteriyor. Seçmenlerle konuşmak için genelevlere girişi polislerce engellenen Tükrükçü ve Ermez, 2007’de kadınların siyasete katılım oranının yüzde 4.4 olduğu Türkiye’de kadınların işinin ne kadar zor olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.

“Bedeniyle Barışık Filmler” sloganıyla yola çıkan Filmmor Festivali, kadını sömüren, ayıran, ezen her güce karşı duruşunu bu tarz belgesel ve filmlerle ortaya koymaktan çekinmiyor. Zorunlu askerlik hizmeti yaptırılan İsrailli kadın askerlerin acılarına, Yugoslavya’dan daha iyi koşullarda yaşamak için göç eden kadınlarla Bosna’daki savaştan kaçan kadınların kesişen hikayelerine, kendi emekleriyle geçinip tarlada çalışan, balık tutan köylü kadınlarına kadar farklı kültür ve yaştan birçok kadının öyküsüne tanıklık eden filmleri bünyesinde toplayan festival, İstanbul’dan sonra 20-21 Mart’ta Manisa’da, 5-6 Nisan’da Urfa’da ve 11-12 Nisan’da Trabzon’da seyircilerle buluşacak.

Yorum yazın