Genel

Meclis’te tek başına

Yazan: Filiz Küçük

Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP), uzun süredir yaşanan iç çatlak sonucu olağanüstü kongreye gitme kararı aldı. Bir önceki kongrede aday olmayacağını açıklamasına karşın son anda genel başkanlık koltuğuna oturan Ufuk Uras’ın bağımsız milletvekilliği adaylık süreci; ÖDP’nin kurucularından Oğuzhan Müftüoğlu’nun da içinde olduğu Devrimci Dayanışma’nın çoğunluğu elinde bulundurduğu Parti Meclisi’nin katılmama kararı aldığı “çatı partisi”nin toplantılarına […]

Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP), uzun süredir yaşanan iç çatlak sonucu olağanüstü kongreye gitme kararı aldı. Bir önceki kongrede aday olmayacağını açıklamasına karşın son anda genel başkanlık koltuğuna oturan Ufuk Uras’ın bağımsız milletvekilliği adaylık süreci; ÖDP’nin kurucularından Oğuzhan Müftüoğlu’nun da içinde olduğu Devrimci Dayanışma’nın çoğunluğu elinde bulundurduğu Parti Meclisi’nin katılmama kararı aldığı “çatı partisi”nin toplantılarına Uras’ın katılması, Ergenekon süreci üzerinden yaşanan tartışmalar parti içindeki çekişmeleri de derinleştirmişti. İstanbul milletvekili, Genel Başkan Ufuk Uras’ın, adaylık sürecinde iyice ayyuka çıkan parti içi çekişmelerin, 2 Şubat Pazartesi günü yapılacak kongreyle ne kadar halledilebileceğini zaman gösterecek. Uras, meclise girdiği günden beri verdiği soru önergeleriyle tartışma yarattı. Seçmenlerinin bir kısmı onun mecliste yeterince aktif olmadığından şikayet ederek hayal kırıklıklarını dile getirirken, diğer bir kısmı onun meclisteki varlığıyla vekillerin ezberlerinin şaştığını iddia ediyor.

ÖDP içinde, kongreyi ateşleyen gelişmeler henüz yaşanmamışken yaptığımız söyleşide Uras, TBMM’de bağımsız ve hatta tek başına olmak ve ÖDP’nin kabuk değiştirme girişimi hakkındaki sorularımızı yanıtladı.

Meclise bağımsız aday olarak girmiş ve tek başına mücadele etmek durumunda kalan bir milletvekili olmanın zorlukları neler?
Tek tabanca olmak kolay değil. Ama diğer yandan, grubunuz olmadığı, başınızda bir lider olmadığı için aslında avantajları da var. Bizim en büyük problemimiz meclis iç tüzüğünün gruplara endekslenmesi. Yani milletvekili esaslı değil, grup esaslı bir iç tüzük var. Belki iç tüzüğün demokratikleşmesiyle birlikte daha çok avantaja sahip olacağız. Bir diğer yandan, toplumsal muhalefet örgütlerinin sesi soluğu olalım diyoruz. Yasa değişikliği trafiğinin hızına yetişecek bilgi akışını sağlayamıyoruz henüz. Bu bizim de belki hatamız. Ama genel olarak toplumsal muhalefet örgütleri, politik deklarasyonlar üzerinden hareket ediyorlar. Hâlbuki bizim çok detaylandırılmış teknik bilgilere ihtiyacımız var. AKP hükümeti bir yasa taslağı getirdiğinde her bir maddeyle ilgili değişiklik önergeleri verebilecek durumda olmamız lazım. Halen onu sağlamaya çalışıyoruz.

Seçmenlerinizin büyük bir kısmı sizi “tek başına dünyayı kurtaracak milletvekili” olarak tanımlıyor. Bu üzerinizde bir baskı yaratmıyor mu?
Bizim 1. bölgede solun ortak adayı olmamız kolektif bir çalışmanın ürünüydü. O yüzden tek başınalık durumu aslında söz konusu değil. Sendikaların, meslek örgütlerinin ve hatta aslında hiçbir vekilin sahip olmadığı bir desteğe sahibiz. O yüzden kendimi çok yalnız hissetmiyorum. Bizim görevimiz aslında bütün bu yasa işlerinin dışında, esas olarak Türk siyasetinde hakiki bir sol merkez yaratmak. Çünkü hakikaten tarihsel olarak İttihat-ı Terakki, ittifakçılık-itilafçılık ikilemi dışında bir üçüncü seçenek hala yaratılamadı. AKP mi, CHP mi diye gidiyor. Halbuki hayat bunlardan ibaret değil ve bizim bir üçüncü cepheyi yaratmamız lazım. Bunu yaratamazsak bunun ağırlığı çok büyük olur. Bunun psikolojik baskısını hissediyoruz. Yoksa bir Süpermen dünyaya gelecek de dünyayı kurtarmayacak. Biz zaten siyasetin toplumsallaşmasından yanayız.

Seçmenleriniz mecliste sesinizin yeterince çıkmadığından şikayetçi. Neyi eksik yaptığınızı düşünüyorsunuz?
Daha çok kürsü alınabilir. Ama eksiklik fazlalık çok nicel bir şey tabii. Hani, “En az düşünenler en çok konuşur” diye bir laf var. Çok detaylandırılmış dosyalar üzerine çalışmak gerek. Yoksa sosyal güvenlik yasasından tutun da istihdam yasası, yap-işlet-devret, Cargill konularında çıkıp görüş beyan ediyoruz. Az ya da çokluktan ziyade teker teker maddeler üzerine konuşmak lazım. Mesela, “Tütün yasası konusunda şunu demişsiniz doğrusu budur” gibi eleştiriye ihtiyacımız var. Mesela bu dönem sınır ötesi operasyona hayır dedik. Bu niteliksel bir tutum. Bunun azı çoğu yok. Ama tabii parti gruplarıyla karşılaştırıldığında, ki karşılaştırmamak lazım, parti gruplarının arkasında onlarca milletvekili var. Bir de parti başkanlarını parti başkanlarıyla karşılaştırmak lazım. Mesela ben mecliste hiç Deniz Baykal’ı görmüyorum; genel kurula hiç gelmiyor. Ama biz bütün genel kurullara katılıyoruz. O yüzden milletvekilleriyle parti başkanlarını karşılaştırmak bile doğru değil. Çünkü onun dışında yaptığımız o kadar çok şey var ki herhangi bir milletvekiline göre. Ama tabii bütün bunlardan sonra çok savunmacı bir pozisyona düşmek istemem. Hakikaten ne kadar çok şey yapılırsa yeridir. Bazen hayat şartları tempomuzu düşürebiliyor. Yoksa çok konuşmanın, çok pozisyon almanın sonu yok hakikaten. Ama bize gelen dosyaların hepsini değerlendiriyoruz. Bu somutlukta ele aldığımızda, bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Ama politik faaliyet yeterli olsaydı, zaten memleket bu halde olmazdı.

Hiçbir milletvekilinin dokunmadığı konulara dokunuyorsunuz. Verdiğiniz soru önergeleriyle, konuşmalarınızla meclisteki milletvekillerinin rahatını bozdunuz mu? Meclise gereken Ufuk gelince, ufukları açıldı mı?
Onu bilemiyorum. Ama darbelere ilişkin araştırma önergesi verdiğimizde, AKP’den CHP’ye DSP’den MHP’ye, DTP vekilleri dışında her biri yan çizince hakikaten biraz ezberleri bozuldu gibi. Meclis darbelere karşı kendini savunmayacak da neyi savunacak? Meclisin demokratikleşme konusunda inandırıcılığına ilişkin soru işareti oluştu. 1 Mayıs ile ilgili bize yönelik orantısız güç kullanıldığında, sendikalarımız ve partimiz bombalandığında, meclise yaptığım konuşmaya AKP’liler çok büyük tepki göstermişlerdi. Çünkü demiştim ki, Osmanlı’da İngilizlerin işgalinde bile 1 Mayıs kutlanmıştı ve halka böyle saldırılmamıştı. Kafaları farklı çalıştığı için laf attılar ve dediler ki, “İngiliz işgalini mi savunuyorsun?” Türkçe konuşurken, aynı dili konuşurken bile anlaşmakta problem yaşıyoruz. Nerde kaldı siyasi konularda anlaşmak. Bu geleneksel Türkiye sağının demagojik karakteri. Bunun üzerinden siyaset yapmaları nedeniyle memleket çok zaman kaybediyor zaten. Şu anda kafamızda tasarladığımız sol iktidar olsa, başta demokrasi olmak üzere, Türkiye’nin birçok meselesini 1-2 ayda çok rahatlıkla çözeriz.

Rıdvan Akar Birgün Gazetesi’nde, son 9 yılda sosyalist sol içinde görebileceğimiz üç partinin ÖDP, EMEP ve TKP’nin oylarının 550 binden, 156 bine düştüğünü yazdı. Bu düşüşü neye bağlıyorsunuz?

Ortak davranma ve siyasi yenilenme konusunda ortak adım atılamamasına bağlıyorum. Siyasi bir sol ancak sosyal bir solla düşlenebilir. İşçi, kadın, gençlik ve emekçi hareketlerinin olması gerek. Kendi partimden başlayacak olursam, ÖDP’yi oluşturan siyasi gruplar partiyi kurmakla bütün siyasi misyonlarını tamamladılar. Ama aradan 13 yıl geçmesine rağmen, biz hala bugün toplumsal karşılığı olmayan kutsal, eskimiş aidiyetler üzerinden kendimizi yenileyemiyoruz. Biz ÖDP’yi kurarken demiştik ki, “dönen dönsün kuyularına biz dönmeyiz”. Yani o siyasi kuyulardan dünyaya bakmak ve gökyüzünü o kadar görmek solun en büyük ayak bağı. Bir türlü o siyasi yenilenmeyi yapamıyor. Mesela bugün bir sol ne yapmalı? Aktüel siyaset yapmalı. Aktüel siyasetin içinde olmadığınızda bu bir politikasızlığı gizlemeye başlıyor. İnsanlar sizden somut meselelere ilişkin nasıl bir toplumsal dönüşüm projesi önerdiğinizi bekliyor. Bunu yapmadığınız zaman niye büyüyesiniz ki? Esas mesele bu. Eskiyle yeni arasındaki mücadeleyi çözemediğimiz için durum düzelmiyor. Özgürlükçü solu büyütürsek Rıdvan Akar’ın söylediği tablo kader olmaktan çıkar.

“Sol yüzsüzleşiyor”

ÖDP’nin bölünmek üzere oluşunun altında yatan anlaşmazlıkların sebebi ne?
Bölünmek demeyelim de, farklılıkların zenginlik yerine bir çelişkiye dönüşmesi bu. Grup merkezli siyaseti hedef almak ve bir türlü ÖDP’lileşememek, ÖDP’yi içselleştirememek. Sorun buradan kaynaklanıyor. ÖDP’yi kurarken “Herkes rütbesini söküp de gelsin. Kimse imtiyazlı olmasın. Eşitler arası bir ilişki kuralım” dedik. Bunu bir türlü sağlayamadık. Projenin kendisi bence iyi ama eldeki kumaş buna çok uygun olmadı. Bir süre sonra birey olarak gelen insanlar uzaklaşmaya başladı. “Beni hiç ilgilendirmeyen ıvır zıvır bir takım konular ve gruplar arasındaki mücadeleden bana ne!” demeye başladılar. Giderek negatif seleksiyon oldu ve ÖDP’yi ÖDP yapan o geniş kesimler daha uzaktan izlemeye başladı. Bu yüzleşmeyi yapmadığı için sol belki yüzsüzleşiyor. Sultanahmet mitingi gibi hükümete karşı devasa miting yapan, meydanları, stadyumları dolduran siyasi hareket niye daralıyor sorusunun yanıtı kendi içindeki geçmiş referanslı grupçuların mücadelesi. Bunun hiçbir toplumsal karşılığı olduğunu düşünmüyorum. O yüzden kendimizi aşmamız ve yenilememiz gerek. Yeni bir sol merkezi kendi dışımızdaki güçlerle oluşturmamız gerek. O yüzden geriye doğru değil, ileriye doğru bakmak lazım. Geçmişi olmayanın tabii ki geleceği olmuyor. Ama hep geçmişte yaşarsanız bu gitgide bir askerlik anısına dönüşüyor. Elbette geçmişin devrimci mücadelesi çok önemli. Geçmişteki insanlar ne yapmaları gerekiyorsa onu yaptılar. Bugünün şartları neyi gerektiriyorsa o adımları atmak gerek. Biz de o adımları atmakta kararlıyız önümüzdeki süreçte.

Parti içinde size yönelik eleştirilerden birisi olan toplantılarına katıldığınız Çatı Partisi girişimi hakkındaki düşünceleriniz ne?
Solun ortak mücadelesi ve ortak tavrından yanayız. Ama bunun formu üzerine zaten önümüzdeki süreçte bütün sol kanaat önderleri yan yana gelip tartışacağız. Bunun formu çatı partisi mi olmalı, esnek bir koalisyon mu olmalı, bir cephe örgütlenmesi mi olmalı bunların herbiri düşünülebilir ve değerlendirilebilir. Bana kalırsa bu konularda adım adım gitmekte fayda var. Çünkü ÖDP de bir tür çatı partisiydi. Biz gruplarla bireyler arasındaki ilişkiyi tanımlamakta problem çektik. Çünkü örgütlü olanlar, daha örgütsüz olanlar üzerinde tahakküm kuruyor. Bu formları nasıl çözeceğimizle ilgili biraz fikri alışverişe ihtiyacımız var. Bu münasebetlere bu yüzden giriliyor zaten.

Yerel seçim stratejileriniz nedir?

Hedefimiz AKP’ye ve CHP gibi statik güçlere karşı üçüncü gücü oluşturmak. Musevilerin bir atasözü vardır: “Size iki seçenek sunarlarsa mutlaka üçüncüsünü seçin”. Bizde de siyaset çoktan seçmeli sınava döndü. İnsanlar anladılar ki, borsa gibi yükselen kağıda oynamanın siyasette bir karşılığı yok. Çünkü siyasi partiler şirket değil; seçmenler de müşteri değil. Artık güçlü olandan meyletmenin faturası uzun vadede çıkıyor. Şimdi AKP seçmeni bu durumda. Önümüzdeki seçimde ne olacağını kestirmek zor. Çünkü mevcut küresel krizin faturasını çok net göreceğiz. AKP’nin oyları yüzde 40’lardan 30’lara düştü, ama yükselen yok. Mart 29 itibariyle birçok şey tepetaklak olabilir. Hiçbir dönemde bu kadar kararsız seçmen olmamıştı. Bu da siyasi adres konulamamasından kaynaklanıyor. İnsanlar AKP’den de Baykal CHP’sinden de hoşlanmıyorlar. Ama ne seçmeliler? Bu sorunun yanıtı lazım. Bu kadar kısa sbüre içerisinde bu sorunun cevabını bulmak da kolay değil. Bizim seçim stratejimiz için ise kademelendirilerek şöyle gidilebilir: Önümüzdeki yerel seçimlerde AKP ve CHP’ye karşı solda ortak aday projesi ile en azından bazı pilot bölgelerde ön seçim yapabiliriz. Ortak aday ve politikalarımızdan yola çıkabiliriz. Yerel seçimlerden sonra durumumuza bakıp ortak kampanyalarla adım adım gitmekten yanayım. 2004 seçimlerinde de sol güç birliği yaptık; 2002 seçimlerinin toplam sol oylarının da gerisine düştük. Ahali bakıyor ve bir tür çaresizlerin bir araya gelmesi gibi algılıyorsa bu iyi birşey değil. Hakikaten siyaseten kendimizi yenileyecek ve ortak bir mücadele zemini ve güveni yaratmamız lazım. Bu mücadeleyi ortaklaştırmak lazım. 1.bölgedeki seçim sonuçlarımız bundan dolayı böyle oldu. Kürt hareketi, sosyalist hareket, sosyal demokratlar, Alevi hareketi biraraya geldi ve ortak mücadele yaptı. Bu niye Türkiye modeli olmasın? Bu o kadar da kolay birşey değil elbette. Aralarında ciddi farklılıklar olan yapıların ortaklıklarını ön plana çıkarmak lazım. Her konuda anlaşmamız gerekmiyor. Barış, demokrasi, sosyal politikalar gibi konularda anlaşmamız yeterli.

“CHP geleneksel seçmeninden oy kaybeder”


AKP’yi din üzerinden siyaset yaptığı için eleştiren Deniz Baykal, çarşaflı üyelerle fotoğraf çektirerek ne yapmaya çalışıyor? Amaç ne kadar demokratik olduğunu göstermek mi, yoksa yerel seçimler için AKP tabanını kendi tarafına çekmek mi? Bu yöntem işe yarar mı?

Ben CHP’nin tamamen çarşafa dolandığını düşünüyorum. Bu onun oylarını arttırmayacak. Zaten yıllardan beri kılık kıyafet üzerinden değil, fikirler üzerinden siyaset yapılmasından yanaydık. Yasakçı siyaseti savunan Deniz Baykal’dı. Ama bunun faydası olacağı kanaatinde değilim. Çünkü CHP demokratikleşme konusunda başta 12 Eylül anayasası olmak üzere, sürekli 12 Eylül rejimini savunmakta. Bir rejim partisi konumunda. Bu son dakika hareketlerin kamuoyu nezrinde inandırıcılığı olduğunu düşünmüyorum. Bir de kadın saçına özgürlük diye de bir şey var değil mi? Açılım lafı diye birşey ortaya çıktı. Belki de kapanım demek gerekiyor. Üniversitede kılık kıyafet yönetmeliğini savunmak niye? Hangi batı üniversitesinde kılık kıyafet nedeniyle böyle bir yasaklama var? Bunlara bütün itibariyle baktığınızda CHP’nin inandırıcılığı olmadığı ve partide ciddi bir yarılma yarattığı görünüyor. Buradan ciddi bir oy patlaması yapamaz; geleneksel seçmeninden oy kaybeder. Kendi içlerinde demokrasi uygulamayanlar kendi dışlarında demokratik olamazlar.

AKP üzerinden baktığımızda, kadına karşı şiddete mücadele adına Tayyip Erdoğan’ın verdiği demeç ve plaketlerin göstermelik olduğunu düşünüyor musunuz?

Sırf 2007 yılında 220 töre cinayeti olmuş. Yasalarda kadına karşı suç mefhumunun ciddi olarak ele alınması ve ağırlaştırılması lazım. Kadınların siyasete ve iş hayatına katılımı açısından AB ve Avrupa Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) içersinde sonuncu sıradayız. Mesela Kayseri’de kadınların iş hayatına katılım oranları yüzde dokuzlara düşmüş. Sosyal hayattan uzaklaşılıyor. Yani biz hala kılık kıyafet meseleleriyle uğraşırken esas mesele gözden kaçıyor. Siyasi katılım açısından da en diplerdeyiz. “Meclis kadınlarla güzelleşecek” dedik, ama hala doğrudan demokrasinin kanalları söz konusu olmuyor. O yüzden, bir bütün olarak ele aldığımızda, kadın kotasını “kadını mal gibi görmek” diye algılamak hatasına düşmemek lazım. Şiddet meselesine kurumsal tedbirler almak lazım. Sığınma evleri gibi kadınların güvenliğini sağlayabilecek mekanların sayısı azalıyor. Güvenlik güçlerinin bu konuda hiçbir hassasiyetinin olmadığını görüyoruz. Bu son dönemdeki bütün cinayetler aslında yüzüstü bırakılan kadınlarla ilgili. Bu bir siyasi irade ve perspektif meselesi. Aile kurumu kutsaldır orda ne yapılırsa iyidir. Kol kırılır yen içinde kalır gibi bir zihniyet maalesef bizde çok yaygın. O yüzden yerel yönetim seçimlerinin önemi burada da çıkıyor. Tek başına kanalizasyon, altyapı meselesi değil; kadınların temel hak ve özgürlüklerinin savunulmasında da yerel yönetimlerin kadınlardan yana, emekten yana, soldan yana iradelerce alınması bu yüzden çok önemli. Çünkü sağ belediyelerin yaptıkları ilk iş bu sığınma evlerini büyük ölçüde işlevsizleştirmek ya da ortadan kaldırmak oluyor.

Siyasette kadın ve azınlık kotalarının teoride var olup uygulamaya geçirilememesini neye bağlıyorsunuz? Kadının ve azınlıkların demokratik unsur olarak kullanılması mıdır bu durum?
Bu Türkiye’deki hakim politik kültürle ilgili bir şey. ÖDP’den örnek vereyim size. Bu işleri ilk başlatanlardan biriyiz. Kadın kotasını yüzde 30’lardan 50’lere çıkarmak için somut adımlar attık. Fakat o kotayı doldurma problemimiz oluyor. Yani Türkiye’deki kadın hareketinin, feminist hareketin çok daha yaygınlaşması lazım. Kağıt üzerindeki kazanımlar bizde bile yeterince hayat bulmuyorsa burada bir problem var. Bu siyasetteki erkek egemen kültürü gösteriyor. 60 kuşağından bugüne geldiğinizde idoller, kahramanlar hep erkek değil mi? Deniz, Mahir, İbrahim gibi. Kadın figürü solda bile bastırılmış. “Aynı sudan benzer balıklar çıkar” diye bir laf var. Gelen hakim politik kültür, maço kültürü bu. Siyasette şiddeti dışlayamıyoruz. Sol siyaset için de geçerli bu. Bu yüzden bu tür kazanımların hakiki kazanımlara dönüşmesi gerekli. Bu da bir tür politik rönesansı, politik dönüşümü gerekli kılıyor. Hem solda, hem genelde. O yüzden biz de kendi halimizden çok memnun değiliz. ÖDP’de il başkanlarımızdan iki tanesi kadın sadece. Yarısının kadın olması lazım. Genel olarak aktif seçim dönemlerinde, aktif çalışmada kadınlar yer alıyor. AKP’de çok açık görüyoruz ki, oylar gelince kadınlar hemen geri çekiliyor. Mesela İspanya’ya baktığımız zaman hükümetin yarısı kadın. 20-30 yıl sonra İspanya’nın şu andaki durumuna gelmek, bizim için bir hedefse durumun vahametini görüyorsunuz.

Kürt sorunu, Ermeni sorunu, kadın sorunu diye dile getirirken kelime seçimlerine bakacak olursak, biz azınlıkları ve kadınları sorun ya da sorun yaratan olarak görme eğiliminde olan bir ülke miyiz?
Siz soruyu sorarken ben de aynı şeyi düşündüm. O zaman bunları sorun olmaktan çıkarmamız gerekiyor. Zaten egemen zihniyet bunların sorun olduğunu da düşünmüyor. Şöyle düşünüyor: Kadın sorunu yok, sorunlu kadın yok. Kürt sorunu yok, sorunlu Kürt var. Esas mesele herkesin kendi kimliği ve kültürüyle özgürce yaşayacağı demokratik bir Türkiye’ye ulaştırmak. Cumhuriyeti, anayasayı demokratikleştirmek veya bu sorunları “sorun” olarak değil, “zenginlik” olarak görmek. Kimlikler, kültürler ülkeyi bölmez, zenginleştirirler. Demokrasi de ülkeyi bölmez, zenginleştirir. Biz İran’a bakıp göreli daha demokratik olduğumuzu varsayıyoruz. Ama İran’da insanlar kendi kültürüyle, diliyle eğitimini, ibadetini yapıyor. İran bölünüyor mu? Bölünmüyor. Hiç değilse komşumuza bakıp onu öğrenmemiz lazım. Türkiye’nin tektipleştirilmesi karşısında çoğulcu yaklaşımı benimsersek, bu sorun denilen şeylerin sorun olmadığını görürüz zaten.

Yorum yazın