Genel

Millet, belleğine kavuştu

Yazan: [email protected]

Belkıs Yağız Marmara Depremi’nin ardından 10 yıl süreyle kapalı kalan “Millet Yazma Eser Kütüphanesi” açıldı. Kütüphane, Ali Emîrî Efendi tarafından 1916 yılında bir araştırma ve ihtisas kütüphanesi olarak kurulmuş ve 1999 yılındaki depreme kadar Fatih’teki Şeyhülislam Feyzullah Efendi Medresesi’nde hizmet vermişti. Medresenin depremde ağır hasır görmesi üzerine eserler Beyazıt Kütüphanesi’ne taşınmış ve restorasyon başlatılmıştı. Restorasyon […]

Belkıs Yağız

Marmara Depremi’nin ardından 10 yıl süreyle kapalı kalan “Millet Yazma Eser Kütüphanesi” açıldı. Kütüphane, Ali Emîrî Efendi tarafından 1916 yılında bir araştırma ve ihtisas kütüphanesi olarak kurulmuş ve 1999 yılındaki depreme kadar Fatih’teki Şeyhülislam Feyzullah Efendi Medresesi’nde hizmet vermişti. Medresenin depremde ağır hasır görmesi üzerine eserler Beyazıt Kütüphanesi’ne taşınmış ve restorasyon başlatılmıştı. Restorasyon sekiz yıl sürdü. Ata yadigârı eserler Feyzullah Efendi Medresesi’ne döndü ve 24 Mayıs’taki açılışla kütüphane, özgün yerinde tekrar hizmet vermeye başladı.

Kütüphanenin kurucusunun 19. yüzyılda kendi imkanlarıyla topladığı, nadir el yazması eserler geçtiğimiz yıl Pera Müzesi’nde “Ali Emîrî Efendi ve Dünyası; Fermanlar, Beratlar, Hatlar, Kitaplar” sergisinde sunulmuştu. Pera Müzesi’nin sahibi Suna-İnan Kıraç Vakfı, Ali Emîrî Efendi’nin eserlerinin korunması, dijital ortama aktırılması ve on binlerce kayıt fişinin tasnifi için kaynak ayırdı, emek harcadı. Kütüphanenin internet sitesinin yayınını da üstlendi.

Restorasyon için 3 milyon YTL’ye yaklaşan bir kaynak ayıran devlet, Millet Kütüphanesi’nin açılışında Kültür ve Turizm Bakanı ve İstanbul Valisi tarafından temsil edildi. (Gözündeki rahatsızlık olmasaydı Başbakan da katılacaktı.) Bakan Ertuğrul Günay, Suna-İnan Kıraç Vakfı’nın katkılarına İnan Kıraç’a verdiği plaketle teşekkür etti.

Káşgarlı Mahmud’un yaşadığı yer

10 yıl önce Beyazıt Kütüphanesi’ne taşınan eserlerin, kendi tarihi mekânına dönmesinde Millet Kütüphanesi Müdürü Melek Gençboyacı’nın sıra dışı çabası söz konusu. Çünkü Melek Hanım, 2001 yılında kütüphanenin müdürlüğüne tayin edildiğinde, 34 bin el yazması eser Beyazıt Kütüphanesi’de adeta unutulmuş durumdaydı. O bu eserleri tek tek kaydetti. Ve dönemin Kültür Bakanı İstemihan Talay’ın karşısına çıkarak, Millet Kütüphanesi’nin dağılan personelini eski vazifelerine döndürdü. Feyzullah Efendi Medresesi’nin restorasyonuna ön ayak oldu ve kütüphaneyi Bayazıt’taki geçici binada hizmete soktu.

Bilinen en eski Türkçe sözlük, Káşgarlı Mahmud’un yazdığı Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün tek orijinal nüshası Millet Kütüphanesi’nde bulunuyor. Ali Emîrî Efendi’nin 1914’te İstanbul’daki bir sahafta tesadüfen bulduğu bu eser ilk kez, Pera Müzesi’nde sergilenmişti. Orta Asya Türkçesi’ni bize bildiren bu “dil anıtı”nı izleyiciye sunmanın gururu, Melek Gençboyacı’nın gözlerinden okunuyordu. Millet Kütüphanesi’nin açılmasıyla Gençboyacı, özverili çabasının karşılığını bir kez daha alıyor.

Ali Emîrî Efendi

Tozlu raflarda ulaşılan Dîvânu Lugâti’t-Türk, benzersiz bir koleksiyonu “milletine” armağan eden Ali Emîrî Efendi’nin, yaşam amacının ve çabasının anlamlı bir sembolü aslında. Millet Kütüphanesi’nin internet sitesinin (www.milletkutup.gov.tr) yardımıyla onun profilini çıkartmış oluyoruz az çok.

Diyarbakır yöresinde oldukça bilinen müderrisler, şairler, hattatlar yetiştirmiş olan aydın ve seçkin bir aileye mensuptur. Divan sahibi, şair Seyyid Mehmed Emîrî Çelebi’nin torunlarındandır. Seyyid; Arapça’da “Hz. Muhammed’in soyundan olan kimse” demekmiş, öyle yazıyor TDK Sözlüğü.

1857’de Diyarbakır’da doğdu. Ve yıllar sonra doğduğu yerin gurur kaynağı oldu; defterdar, maliye müfettişi, edebiyatçı, şair, tarihçi, biyografi yazarı, gazeteci, usta bir eleştirmen, yayıncı ve kütüphaneci… Diyarbakırlılar çok övünüyorlar hâlâ onunla. Hiç evlenmediği, hiç fotoğraf çektirmediği ve Beyoğlu’na hiç adım atmadığı biliniyor, tüm hayatını kitapları ve kedileriyle geçiren münzevi adamın. 23 Ocak 1924’te ölümüne kadar da, kurduğu ve devlete bahsettiği kütüphanesinin müdürlüğünü yaptı. İşte Ali Emîrî’nin 67 yıllık ömrünün basitçe özeti.

Amcası Fethullah Feyzi Efendi’den ve büyük amcası Şaban Kâmil Efendi’den alet ilimleri (o çağın en büyük yenilikleri olan telefon, telgraf, telsiz) ve hat dersleri, Şirvan Kaymakamı olan dayısından Farsça dersleri aldı. Bu arada eski tarzda şiirler kaleme almaya başladı. Düzenli bir eğitim görmedi.

Taşrada görev yapan bütün Tanzimat memurları gibi ömrü, imparatorluk topraklarını bir uçtan diğerine arşınlamakla geçti. Gittiği her yerde kaderine terk edilen nadide kitapları topladı. Elde edemediklerini bizzat kendisi kopya ederek kaybolmaktan kurtardı. En büyük tutkusu, Osmanlı-Türk geçmişini yeni kuşaklara tanıtmaktı. Bunun için 1916 yılında büyük bir özveriyle bir araya topladığı eserlerle bu kütüphaneyi kurdu.

Şark’ın insanı

Gerçekten, önemi neydi bu sade ve mütevazı insanın yaptığı şeyin? Ömrünün üzerinden, daha yüz yıl bile geçmemişken, çoktan tozlu rüzgârlar örtmeye başlamış üzerini onun hakkındaki ayrıntıların. O kadar az şey biliyoruz ki Ali Emîrî Efendi ile ilgili. Hayatını hep yalnız başına yaşamış çünkü. Ya onun başardıklarının temelinde yatan, yetenekleri neydi örneğin?

Asıl başarısı “hafıza ve taklit” yeteneğinin şekillendirdiği Şark insanını, 19. yüzyılda tüm yaratıcı yönleri ile temsil etmesidir aslında. Hafıza eğitimi, başlangıçta basit bir ezber sorunu gibi görünse de aslında önemliyi önemsizden, sahteyi gerçekten ayırma gibi temel kıriterleri inşa etmek konusunda yüzyıllardır işleyen bir metoddur. Bir diğer yeteneği de “nazire” geleneğine kuvvetle hâkim olmasıdır. Güçlü bir hafızaya ihtiyaç duyan bu edebiyat etkinliği, sağlam bir dilbilgisi de gerektirmektedir aynı zamanda. Bu geleneğin başlıca eleştirisini yapan ve Emîrî ile sürekli polemiğe giren kişi Fuad Köprülü’dür. Köprülü, nazireciliği “modern zihniyetin ayak bağı ve şifa bulmaz bir hastalık” olarak nitelemiştir ayrıca.

Ali Emîrî Efendi’yi değerlendiren bütün çağdaşları, ona karşı olanlar bile, tek bir konuda birleşiyor: Mithat Cemal Kuntay’ın ifadesiyle, “O, geleneksel kültürü şaşırtıcı bir biçimde kaydeden bir hafıza ve geçmişi tekrar ederek, yaşanan zamana aktaran bir taklit ustasıdır.”

Hırslı bir kitap toplayıcısı mı?

Hırslı bir kitap toplayıcısı, sivri dilli bir taşralı ya da huysuz bir geçmiş zaman enkazı…

Hiç şüphe yok ki, dışarıdan bakılınca Emîrî için bu yargıları taşımak çok mümkün. Bu ilginç figürü daha da ayrıntılı nasıl tanıyacağız?

Öncelikle O, 19. yüzyıl Osmanlı taşrasının orta tabaka değerleri ile yetişmiş, modernleşmenin karşı kutbunda yer alan koyu bir muhafazakârdır. Kaybolan geleneksel dünyanın bilgisini edinmek için kitaplara ilgi duymuş, onları bir koleksiyoncunun fetiş objeleri olarak değil, kapsadıkları kültür dünyasının genişliği oranında sahiplenmeye çalışmıştır. Bu anlamda alelâde bir ifade ile onu, “kitapsever” olarak tanımlayamayız. Keza klasik anlamda bir kitap koleksiyoncusu da sayılamaz. Ali Emîrî Efendi’nin temel edimleri toplamaktan daha da çok, okumak üzerine odaklanır. Çeşitli nedenlerle sahip olamadığı kitapları bizzat kendisi kopya ederek, kütüphanesine kazandırmıştır. 700’den fazla kitabı bu şekilde çoğaltan Emîrî’nin bu davranışı kitaba estetik değer biçen bir koleksiyoncunun bilindik tavrı ile çelişmektedir. Toplumsal ve kültürel kökene verdiği önem, hakiki ile sahtenin arasına çektiği ahlak çizgisi, modernleşme sancısı çeken Osmanlı adına konuşan, bir muhafazakârın bugüne bıraktığı mirastır.

Siyasi ve kültürel buhran içindeki bir dönemde, bir kurum kurmak… Belki de ancak bunu yapabilenler kahraman olma sıfatını elde edebiliyorlar. İşte bu yüzden kütüphanesinin müdiresi Melek Hanım’ın kahramanıdır Ali Emîrî. Hafızasında yüz binin üzerinde Türkçe beyit bulunmasıyla bilinen, toplumunun önemli şahısları olarak kabul edilen hemen herkese dair bilgi sahibi canlı bir kütüphaneymiş aynı zamanda. Milletinin kültürüne ait bu çok kıymetli eserleri, onun adına bir kütüphanede toplamak isteyen devrin yöneticilerine, bunların, “milletin malı” olduğunu söyleyerek kabul etmemiş ve adını “millet” koymuş kütüphanesinin. Elbette ki, bir Osmanlı aydını olarak, onun millet ile kastettiği, Osmanlı coğrafyasındaki tüm milletlerdi; din, dil, ırk ayırt etmeden. Öyle ki, Türkçülük akımının öncüsü Ziya Gökalp’e şiddetle muhalif koyu bir Osmanlıcı’dır. Yaşadığı süre boyunca da Divanu Lügat-it Türk’ü, Gökalp’in incelemesine izin vermediği rivayet olunur.

Kütüphanede ne var?

2757 Türkçe, 3704 Arapça, 509 Farsça eser… 28 farklı dilde 6998 yazma ve Arap harfli matbu eserlerle birlikte 30.000’i aşan kitap…

Kütüphane, Feyzullah ve Ali Emîrî koleksiyonu olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Ali Emîrî’nin koleksiyonu; Arapça, Türkçe ve Farsça olmak üzere üç bölüme ayrılmış. Türkçe yazmalar, tarih, coğrafya, manzum, tıp, müteferrik gibi konularına göre sınıflanıyor. Son olarak da “A.E. Belge” adlı bir bölüm daha konmuş. Bu koleksiyonda fermanlar, beratlar ve hatlar vb. kıymetli belgeler bulunuyor.

Bugün hiç birini bizler okuyup, anlayamıyoruz. Sadece yeni kuşak mı? Şu an 80 yaşında olan herhangi biri, uzmanlık alanı eski eserler değilse ve en basiti “Osmanlıca” yı bilmiyorsa, bu eski el yazmalarını okuyamaz. Cumhuriyetimizin kurulmasının devamında yapılan harf ve dil reformları ile, geçmişle bağımız bir nevi sekteye uğramış oldu. Artık uzmanların, tercüme ettiği ya da bizlere aktardığı kadarıyla yetinmek zorundayız. Biraz merakı olanlar ya da bunu hobi edinenler, Arapça ve Farsça’yı yüklüce bir para ve zaman harcayarak öğrenmek durumundalar. Tarihi, birinci elden bireysel olarak değerlendirmek ve yorumlamak hakkımız bir biçimde kayboluyor.

Kültür merkezine Emîrî Efendi’nin ismi

Kütüphanenin açılışında konuşma fırsatı bulduğum Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir; Vatan Caddesi’nde yaklaşık üç ay sonra açılacak Kültür Merkezi’ne Ali Emîrî Efendi’nin adını vereceklerini söyledi. Kurduğu kütüphaneye, kendi adını ısrarla koydurtmayan bu eski zaman insanının adı geleceğe taşınacak demek ki. Keşke sadece, ismini vermekle, adını koymakla yaşasa tüm yaşadıkları, yaşatmaya çalıştıkları. Her ölüm, konuşan ayaklı bir kütüphanenin de göçmesi demek. Bir hafızanın yok olması demek, evren belleğine geri dönerek. O yüzden, geçmişten kalan ne varsa geriye, sıkı sıkıya sarılıp korumak gerek, kollamak gerek kalıntıları, ipuçlarını… O ipuçları korunduğu sürece, elbet merak edip peşini bırakmayanlar da olacaktır her daim.

Tek bir şeye çok seviniyorum vatandaş olarak: Bir 3 milyon YTL’miz daha boşa gitmedi en azından, bu memleketteki gerekli-gereksiz ve nereye gittiği pek çok soru işaretiyle dolu, binlerce ödenek arasında.

Melek Gençboyacı’ya ve tüm çalışanlara teşekkürlerimizle. Bir kültür mirasını korumak adına, gösterdikleri bunca çaba için. Kütüphanesi’nin yeniden hayata dönmesi şerefine… Ali Emîrî Efendi anısına…

Yorum yazın