Genel

Hüseyin Çağlayan ve Londra

Yazan: Bilge Egemen

Sanki pijama giymeye üşenmiş. Renkleri solmuş kot, tişört ve montuyla –hepsi siyah- yatağa girivermiş. Sonra sabah olunca da üzerini değiştirmeye zahmet etmeden, yüzüne buz gibi soğuk suyu çarpıp kendini hop sokağa atıvermiş. Kaldığı yerden devam etmeye. İşini ve hayatını sürdürmeye. Adamın işi öncelikle moda tasarımı. Bjork, Madonna, Naomi Campell, Kylie Minogue onun kıyafetlerini satın alanların […]

Sanki pijama giymeye üşenmiş. Renkleri solmuş kot, tişört ve montuyla –hepsi siyah- yatağa girivermiş. Sonra sabah olunca da üzerini değiştirmeye zahmet etmeden, yüzüne buz gibi soğuk suyu çarpıp kendini hop sokağa atıvermiş.

Kaldığı yerden devam etmeye. İşini ve hayatını sürdürmeye.

Adamın işi öncelikle moda tasarımı. Bjork, Madonna, Naomi Campell, Kylie Minogue onun kıyafetlerini satın alanların sadece dördü. Tasarlaya tasarlaya sınırlar sınırsızlaşmış. Tasarlana tasarlana tasarımlar hayal gücünün sonsuzluğunda parendeler atmaya başlamış. Parendelere iki ters, bir düz derken taklalar eklendikçe, adamın giydikleri sadeleşmiş.

Siyah kot, tişört, mont. Dümdüz. Kafasında bölünerek çoğalan fikirlerin ve ortaya çıkardığı işlerin tam tersi.

Hüseyin Çağlayan çocukluğunda gelip-gitmiş de olsa, 18 yaşından beri sürekli Londra’da yaşıyor. Babası zaten burada çalışıyormuş. Okusun diye Kıbrıs’tan bu şehre yollanmış.

Şehir kalabalık.

15 milyon insan yaşıyor. Şehrin dört bir yanında bir sürü binanın en tepesi ve en köşesinde hiç kıpırdamayan adamlar duruyor. Ya bekçilik ediyor ya da herkesi gözetliyorlar. Belki de intiharın eşiğindeler. Rüzgâr onları bir santimetre ileriye sürüklese düşüp, paramparça kırılabilir, yüzbinoniki parça olabilirler.

Kırılırlar çünkü adamlar, adam değil. Heykel.

Gerçek hayatta değil, sanatçı Antony Gormley’in bir enstalâsyonunda yaşıyorlar.

Eğer bu şehirde yaşasaydınız, belki de bu heykel adamları fark etmeyip aynen yolunuza devam ederdiniz. Alışık olurdunuz her şeye ve de sürprizlere. 15 milyon insan yaşıyorsa bu şehirde, 15 milyon farklı tanımı var bu şehrin her birinin gözünde. Hokus ve de pokus. Sunar size milyonlarca farklı kılık. Seç içinden birini, yarat kendi evrenini.

Hüseyin Çağlayan bayılıyor bu enstalâsyona, şehir zaten ona bayılacağı malzemeleri bol bol sunuyor. Adım başı onun gözlerini mıknatıs gibi kendine çekip yapıştıran bir şeyler Londra’nın damarlarında vuku buluyor. Onun kendi Londra’sı sanatla dolu.

İşte şu meydandaki mesela. Sular bir anda yerden fışkırıp içinden geçen insanları hapsediyor. Dört bir yanlarında sudan duvarlar oluşturuyor. Çık çıkabilirsen içinden, at atabilirsen tek bir adım. Bazıları için aniden su fışkırtan fıskiyeler sadece…

Hüseyin Çağlayan içinse şahane bir enstalâsyon: “Hakimiyet alanının gelip geçiciliğini ne güzel anlatmışlar!”

Londra’nın gökyüzü her gün 300 farklı dil dinliyor. Burası dünyanın çekip küçülmüş hali. Angora kazak gibi. Üstelik Avrupa’da nüfusuna oranla beyaz ırkın en az yaşadığı şehir.

Hüseyin Çağlayan: “En çok bu özelliğini seviyorum Londra’nın. Herkese, her kültüre toleranslı. Burası Avrupa’nın New York’u. Yabancı olmak diye bir şey yok. Burada artık İngiliz olmak otantik sayılıyor. Kriket gibi geleneksel bir sporun milli takım kaptanının adı Naser Hüseyin adlı bir Müslüman olabiliyor.”

Hüseyin Çağlayan Thames Nehri’nin kıyısında tam da bunları anlatırken sokakta Sicilyalı bir grup, Yunanca şarkılar söylemeye başlıyor. Oradan geçmekte olan Kıbrıslı Türk sanatçı, durup onları dinliyor. Sonra da karnını doyurmak üzere Yautacha adlı Çin restoranına doğru yöneliyor.

İşte Hüseyin Çağlayan’ın Londrası tam da bu. Dünya küçülmüş, küçülmüş Londra’nın içine sığışmış.

Az sonra Çin restoranından çıkıp Hoxton Meydanı’na gittiğinde yine benzer bir manzarayla karşılaşacak. Henüz haberi yok. Bu meydanı niye sevdiğini, buradaki White Cube adlı galeriyi anlatırken etrafını 13-14 yaşlarında onlarca okul formalı zenci çocuk saracak. Ve başlayacaklar bağıra çağıra şarkı söyleyip, dans etmeye, ayaküstü performanslarını sergilemeye…

Ve Çağlayan bunun üzerine dönüp şunları söyleyecek: “Ve bu şehirde gettolar yok. Din, dil, ırk ayrımı olmadan herkes şehrin her sokağında oturabilir. 2. Dünya Savaşı’nda Londra bombalandığında ağır tahribat görmüş. Evlerini kaybeden insanlar için son sürat şehrin dört bir yanında ama merkezde siteler yapılmış. Bu sayede kentte homojen bir yapı oluşmuş. Paris’te de yabancılar boldur. Ama hepsi şehrin merkezinden ve gözlerden uzaktaki mahallelerde toplu halde yaşamaktadır.”

Hüseyin Çağlayan defilelerinin dünyada bir eşi benzeri var mıdır bilinmez. Hatta yaptıklarına belki defile bile denilemez. Her kareografisi bir sanat olayına dönüşüyor. Eleştirmenler onu yüzyılın yaşayan en büyük sanat öncülerinden biri olarak gösteriyor. İnsanları düşünmeye zorluyor. Yaptığı işlerde geçmişin, geleceğin, felsefi bir düşüncenin ya da antropolojinin izlerine rastlanabiliyor. Bazen insanlara konfordan çok rahatsız edici duygular sunuyor.

Huzursuz eden bir müzikle yüzünde sadece peçe olan çırılçıplak bir kadın tasarladığı o enteresan sahneye aniden çıkabiliyor. Bir sonraki kadında peçe omuzlara, sonrakinde göğüslerin altına uzadıkça uzuyor. Bazen bir etek masaya, bir elbise uçağa dönüşebiliyor. Tasarım, sanat, endüstri ve felsefeyi biraraya getiriyor. İnsan vücuduna bir mimar gibi yaklaşıyor.

Aldığı ödüller sayısız. Kraliçe Elizabeth’ten üstün hizmet madalyası, İngiltere’de iki kez yılın tasarımcısı ödülleri bunların sadece birkaçı. Gucci, Prada, Donna Karan da onunla çalışmak için uçuk paralar teklif eden ama kabul etmediği markalar arasında. Her ne kadar geçtiğimiz günlerde Puma’nın Kreatif Direktörlüğü’nü yapmayı sonunda kabul etmiş olsa da, o özgürce uçabildiği kadar uçmak istiyor.

Tasarımları dünyanın önemli birçok müzesinde sergilendi, (Tate Modern, Victoria&Albert Müzesi v.s.) ve sergilenmeye devam ediyor.

Yaptığı kısa filmler Place to Passage, Compassion Fatigue, Anaesthetics, Absent Presence (Bu filmle 2006 Venedik Bienali’nde Türkiye’yi temsil etti. Başrol oyuncusu ise 2008’de En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar’ını alan Tilda Swinton’dı) yine dünyanın birçok kentindeki galerilerde, çağdaş sanat müzelerinde gösterildi. Hepsi de “limited edition” olarak hazırlandı. Koleksiyonerler tarafından kapışıldı.

Çocukken Kıbrıs’ta anneannesi zeytin ağacının kuru yapraklarını yakıp, dumanını üzerine üflermiş. Kötülüklerden korunsun diye. Anneannesi geçen yıl ölmüş. Bugün, Birleşmiş Milletleri andıran (çalışanlardan her biri ayrı bir memleketten) atölyesinin başköşesinde bir zeytin ağacı duruyor. Londra’nın o sisli puslu güneşsizliğine rağmen. Dipdiri. Doğulu, sırlı, gizemli taraflarından bol bol beslendiği, hayatta en çok sevdiği insanı temsilen.

Zaten her ne kadar en çok beslendiğim şehir Londra dese de, bazı noktalarda Kıbrıslı tarafı ağır basıyor: “Ama duygusal olarak beni en etkileyen yer İstanbul.”

Çocukken yaptığı çizimler komşular ve ailesinin dikkatini tabii ki çekmiş. “Bu oğlan belli ki mimar olacak” demişler. O zamanlar tasarımcının ne demek olduğunu bilen insanoğulları henüz öyle bol keseden yeryüzünün dört bir yanına dağıtılmamış. Londra’nın ünlü tasarım okulu St. Martin’s School of Art’a girdiğinde babası da dâhil olmak üzere herkes, “Peki sen nasıl para kazanacaksın?” diye sormadan duramamış.

Muhtemelen artık bu soruyu soran herkes cevabını çoktan almıştır.

Kurduğu hiçbir cümle “O yıl çok kar vardı… Tam da yılın en iyi tasarımcı ödülünü almıştım…” şeklinde ya da benzeri olmuyor. Hiçbir halkla ilişkiler uzmanı CV’sini elinize tutuşturmuyor. Belli ki onunla değil üç gün, kırk gün geçirseniz de kendisini ve başarılarını anlatmayı sevmiyor.

Garip ama gerçek. Yaptığı işin gerektirdiği davranış şekli sanki böyle olmamalıydı.

Konuşmalarının arasında önyargısızlık, değişik kültürlerdeki bakış açıları, kimliksizlik, zamansızlık gibi kelimeler dans ediyor.
Sorulara “Kadınlar daha üstün yaratıklar. Neden babalarımızın yerine annelerimizin soyadını taşımıyoruz ki?” gibi sorularla cevaplar veriyor. Taksisine bindiği sinirli Pakistanlı şoförü üç dakikada soruları ve ilgisiyle hayatının en derin sırlarını anlatan ve sırıtan hoşafa çeviriyor.

Rastladığı her insan bir kara kutu.

Kara kutuları tek tek deşifre etmeye and içmiş gibi gözüküyor.
Gazetecinin kimseyi pohpohlamaya niyeti yoktu. Yazı kendiliğinden adamın doğası gereği yatağına aktı.

Bu arada dünyaya 1970’te ayak basmış Hüseyin Çağlayan’ın Londra’da en sevdiği yerler özetle şöyle: Tate Modern (müze), White Cube (Damien Hirst gibi önemli sanatçıların eserlerinin yer aldığı galeri), Design Museum, Jermyn Street (içinde 50 yıl önce de aynı olan, 50 yıl sonra da aynı kalacak olan dükkânların bulunduğu bir cadde), Thames Nehri’nin kıyısı, Soho Club, Maison Bertaux (pastane-kafe), Yauatcha (Çin restoranı), St. John’s (İngiliz restoranı), Macondo (kafe, restoran)
http://www.cnnturk.com/VIDEO/index.asp?pn=1&prid=975

Yorum yazın