İnsan hakları Sanat Söyleşi

1 Mayıs’ın bestecisi ‘ruhsuzluk’tan şikayetçi

Yazan: Semra Dursun / MİHA

Bazı şarkılar, şiirler vardır, hayatımızın içine o kadar girmişlerdir ki bunları kimin bestelediğini, sözlerini kimin yazdığını hiç düşünmeyiz bile. Sanki onlar hep vardırlar, gökten inmişler ve hayatımızın içine girmişlerdir… İşte 1 Mayıs Marşı da kendini “solcu” olarak tanımlayanlar için böyledir. Sanki bu marş dünya kurulduğundan beri vardır ve söylenmektedir. Oysa 1 Mayıs Marşı’nın hem sözleri […]

Bazı şarkılar, şiirler vardır, hayatımızın içine o kadar girmişlerdir ki bunları kimin bestelediğini, sözlerini kimin yazdığını hiç düşünmeyiz bile. Sanki onlar hep vardırlar, gökten inmişler ve hayatımızın içine girmişlerdir… İşte 1 Mayıs Marşı da kendini “solcu” olarak tanımlayanlar için böyledir. Sanki bu marş dünya kurulduğundan beri vardır ve söylenmektedir. Oysa 1 Mayıs Marşı’nın hem sözleri hem de bestesi, 1970’lerde Türkiye’nin önemli müzisyenlerinden biri olan Sarper Özsan’a ait. Halen Mimar Sinan Üniversitesi ve Kocaeli Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışan Özsan’la, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Haber Ajansı’ndan (MİHA) Serma Dursun bir söyleşi yaptı. Bu ünlü marşın bestecisini daha yakından tanımak isteyenler için Sarper Özsan’la yapılan bu söyleşiyi aynen yayınlıyoruz.

1 Mayıs Marşı nasıl doğdu?

Sanıyorum 1973 yılında Ankara Sanat Tiyatrosu, Bertolt Brecht’in Maksim Gorki’nin romanından aynı adla sahneye uyarladığı “Ana” oyununu oynamaya karar vermişti. Müziklerini benim yapmamı istediler. Seve seve kabul ettim ve hemen çalışmaya koyuldum. Tabii Brecht’in bütün oyunlarında olduğu gibi bu da müzikli bir oyundu ve oyunun metninde Brecht tarafından yazılmış şarkı sözleri bulunuyordu. Sanıyorum öncelikle bu sözleri besteledim. Ama oyunda, Çarlık polisinin, meydanda toplanan işçilerin üzerine yaylım ateşi açarak yüzlerce kişiyi öldürdüğü, bu nedenle de tarihe “Kanlı Pazar” adıyla geçen Rusya’daki ünlü 1 Mayıs. 1905 sahnesi için Brecht, metnin üzerine “İşçiler marş söyleyerek sahneye girer” biçiminde bir not yazmış ama hangi marş olduğunu belirtmemiş. Herhangi bir söz de koymamış… Bir süre burası için uygun bir müzik aradım ama sözüyle ve müziğiyle bu sahne için içime sinen bir müzik bulamadım. Bu durumda iş başa düştü. Bu müziğin sözlerini de, müziğini de benim yazmamın daha iyi olacağına karar verdim. Çalışmaya başladığımda gerek sözlerin, gerekse ezginin, bir yandan oyuna aykırı kaçmamasına, öte yandan da kendi halkımızın kulağına aykırı gelmeyecek bir yapıda olmasına dikkat ettim. Sözler, devrimci bir gözle yapılmış durum saptamalarını, geleceğe olan güven ve inancı, devrimci kararlığı dile getirir. Müzik ise, Kürdi dizisiyle Sol minör tonunun karışımıyla yazılmış bir ezgiden oluşmuştur. Bu ezgi aynı zamanda devrimci ruhu ve heyecanı yansıtan bir yapıya sahiptir. Bu ruh ve heyecan müziğin, “1 Mayıs, 1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı/ Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkın bayramı” sözlerini içeren nakarat kısmında doruğa ulaşır. Bütün bunların yanında, sözlerin iyi anlaşılması ve halkın kolay söyleyebilmesi için, sözle müziğin özellikle ritim ve vurgu açısından uyuşumu anlamına gelen Prozodi konusuna da çok dikkat edilmiştir.

SARPER ÖZSAN KİMDİR: 1944’te doğan ve 1969 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı Kompozisyon Bölümü’nden mezun olan Sarper Özsan, “Türk Beşleri” diye anılan bestecilerimizden Necil Kazım Akses’in öğrencisi. Türkiye’nin değişen siyasal yaşamı ile sürekli iç içe olan sanatçı, bugün Mimar Sinan Üniversitesi’nde ve Kocaeli Üniversitesi- Güzel Sanatlar Fakültesi- Müzik Bölümünde öğretim görevlisi olarak çalışmalarına devam ediyor.

Marş ne zaman ve nasıl sokaklara inip, işçilere ulaştı?

Bu durum hakkında kesin bir bilgim yok. Bu nedenle kesin bir şey söylemem mümkün değil. Ancak şöyle olabileceğini tahmin ediyorum; o sıralarda Ankara Sanat Tiyatrosu, Ankara’da çok sevilen, çok gidilen bir tiyatroydu. Bütün ilerici ve devrimci kesim Ankara Sanat Tiyatrosu’nun oyunlarını kaçırmazdı. Sanıyorum izleyicilerin beğenisiyle kulaktan kulağa yayıldı. Çünkü marşı öğrenebilecekleri başka bir kaynak yoktu; bir yerde çıkarılmış herhangi bir kaset bulunmuyordu.

İlk andan itibaren sizin marşı yazıp bestelediğiniz biliniyor mu?

Benim bulunduğum çevre ve Ankara Sanat Tiyatrosu izleyicileri ilk andan itibaren biliyordu. Tabii merak edip ilgilenenler de biliyordu. Ayrıca zaman zaman bazı dergi ve gazetelerde konu ile ilgili söyleşilerim yayımlandı. Ancak ben çok göz önünde bulunmayı sevmediğim ve istemediğim için, tanınmak için özel bir çaba harcamadım. Birçok kişinin beni tanımaması doğaldır.

Marşın telif hakkı var mı?

Marşın yazıldığı 70’li yıllarda müzik alanında telif hakları, sanıyorum çok küçük bir çevre dışında kavram olarak bile bilinmiyordu. Bilmeyenler arasında ben de vardım. Bana göre bir müzik yaratıldığı andan başlayarak herkesin malıydı. Hele bir devrimci müziğe telif ödenmesi düşüncesi bana çok aykırıydı. Gerçi, o dönemlerde tiyatro oyunları ya da filmler vb. için yaptığımız müziklerden emeğimiz karşılığı bir defalık bir şeyler alıyorduk. Ancak, telif hakları sorunu bugünkü gibi kavranmadığından ve yasal bir statüye kavuşmadığından bu uygulama da sağlıklı bir işleyişe sahip değildi. Türkiye yakın bir zamana kadar uluslararası telif hakları kuruluşlarınca “Korsan ülke” olarak nitelendiriliyordu.

Müzikte telif hakları konusunda aradan geçen 40 yıla yakın sürede Türkiye, hayli yol katetti. Konuyla ilgili yasalar çıktı; telif hakları meslek birlikleri kuruldu. Bugün hala aksayan birçok uygulama olsa da eskiye oranla çok daha iyi bir noktadayız. Sanıyorum on yılı aşkın bir süredir ben de bu örgütlerden biri olan MESAM üyesiyim. Böyle bir örgüte, tüm yapıtlarınızla birlikte üye olmak durumundasınız. Böylelikle 1 Mayıs Marşı da artık bu kapsama alınmış durumda.

Saptanmış olan genel ilke şu: Amatör kullanımlar için herhangi bir telif söz konusu değil, ama profesyonel kullanımlardan (yani ticari amaçlı, para kazanmaya yönelik kullanımlardan), örneğin; bir radyo ya da TV kanalında yayınlandığında, bir sanatçı tarafından kaset ya da CD yapıldığında, bir filmde vb. kullanıldığında; dünyadaki uygulamalar örnek alınarak telif kuruluşlarınca saptanmış tutarlar telif olarak alınıyor.

1 Mayıs Marşı dışında bizim bilmediğimiz eserleriniz var mı?

Tabii ki var. Birçok tiyatro oyunu ve film müzikleri, şenlik müzikleri, piyano için parçalar, Şan-Piyano için şarkılar, çoksesli korolar için düzenlenmiş Türkü çok seslemeleri, çocuk müzikleri… Bunların hemen hepsi bir yerlerde çalındı, kullanıldı. Evet; bunlar çok tanınmıyor. Bunun nedenlerine başta değinmiştim. Ama şurası bir gerçek ki, yazılmış yapıtlar yok olmaz. Nasıl olsa bir gün onlar da ortaya çıkacaklar. Müzik yazmak uzun vakit istiyor. Küçük vakit parçalarıyla büyük yapıtlar veremiyorsunuz. Ama müzik yazmayı yoğun bir şekilde olmasa da sürdürüyorum.
Bu sene 1 Mayıs’ta Taksim’de olacak mısınız?
Evet, Taksim’deyim.

78’de söylenen marşla bugünkü arasında benzerlik ve farklılıklar bulabildiniz mi?

Öncelikle şunu hemen söylemeliyim. 70’lerde söylenen marşları, şarkıları sloganları kitleler söylüyordu. Geçen yıl Taksim Meydanı’nda, iş makinelerinin vinçlerine bağlanan devasa hoparlörlerle çok güçlü bir yayın yapıldı. Ama bu güçlü hoparlör demetleri, kitlelerin sesini bastırdı. Görünüşte çok muhteşem oldu. Ama kitlenin müziklere, marşlara, sloganlara ne kadar katıldığı belli olmadı. Doğrusunu isterseniz, böyle olunca alanda ortak bir ruh, yeterince oluşamadı. Ruhi Su Dostlar Korosu’nun söyledikleri de çok lokal ve cılız kaldı. O devasa güçlü hoparlörler kanımca ortak ruhu ve birliği parçaladı.

Küreselleşmeyi hem dünya hem de Türkiye açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şunu söylemeliyim ki; insanlık bugüne gelene kadar pek çok afet yaşadı. Depremler, su baskınları, yangınlar, salgın hastalıklar, savaşlar… Akıl almaz felaketler gördü geçirdi. Bu felaketlerde milyonlarca insan öldü. Ama bütün bu felaketlerde insanlar bir oldu; birbirlerine yardım etti; dayanışma içinde yaralarını sardı ve sonuçta bu felaketlerin üstesinden geldi. İnsan sıcağı, bütün afetleri yendi. Ama Emperyalizm, 20. Yüzyılın başından bu yana insanları yabancılaştırdı, bencilleştirdi, aralarındaki insani bağları kopardı. Özellikle son 20 yılda, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra Emperyalizm, insanın tarih boyunca en değerli varlığı olan birlik, beraberlik, dayanışma kültürüne saldırıyı iyice artırdı. Amacı, insanlığın tarih sahnesine çıkışından bugüne bütün felaketleri aşmasını sağlayan birleşmeci, dayanışmacı yanını iyice yok edip, onu yalnız, çaresiz, umutsuz, tek başına bireyler olarak bölmektir. Ancak böylesine güçsüz, yalnız, umutsuz bireylerden oluşan bir dünyada Dünya hegemonyası sağlanabilir. Emperyalizmin ve ABD’nin yapmaya çalıştığı budur. İnsanların baştan beri oluşturduğu, büyük felaketlerle kuvvetlendirdiği dayanışmacı, birleşmeci, yardımlaşmacı kültürü yok etmektir. Daha önce insanlığın karşılaştığı hiçbir felaket, insanlık için, Küreselleşme kadar yok edici olamadı ve olamayacak. İşte bu niteliğiyle Küreselleşme bence, insanlığın bugüne kadar başına gelen felaketlerin en büyüğüdür. Ben küreselleşmeyi böyle yorumluyorum. Küreselleşmenin esas yüzü olan bu kültürel tahribatı bugün çoğu kişi göremiyor. Emperyalist propaganda da olayın bu yönünü saklamak için elinden geleni yapıyor. Ama yıllar geçtikçe bu durumu çok daha açık bir biçimde görüp anlayacağız.

Bugün Türkiye’de işçilerin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hem işçilerin hem de halkın bütün çalışanlarının durumunu ele alırken Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu durumu göz ardı etmek doğru olmaz. İşçilerin ve halkın bundan etkilenmemesi mümkün değil. Ben 60’lı yılları yaşadığım için çok iyi biliyorum. 60’lı, 70’li yıllar Türkiyesi ile şimdi içinde bulunduğumuz dönemi karşılaştırdığımızda aralarında büyük farklar görüyoruz. Bugün ülkemizde sendikaların durumu meydanda. Bundan otuz, otuz beş yıl önceki sendikacılıkla şimdiki sendikacılık arasında da dağlar kadar fark var. Geçen yıl TEKEL işçileri gerçek bir işçi direnişi ortaya koydular da toplumumuz biraz işçi eylemi neymiş görebildi. Eskiden bu türlü eylemler çoktu. Grevler çok daha sahiciydi. 15 – 16 Haziran eylemlerine bakarsanız bunlar tarihe geçecek olaylar. Dünyada şu anda devrim dalgası yükselmiyor. Oysa bizim gençliğimizde 60’li yıllarda bütün dünyada devrim dalgası yükseliyordu. Bu dalga bütün dünyayı bütün halkları etkilemişti. Ama şimdi böyle bir dalga görmüyorum. Tarihler, dönemler dalgalar halinde gelir. O günler de gelecek.

“Durum giderek kötüleşiyor ama ben umutsuz değilim.”

Bugün bütün dünyada halkların, işçi sınıfının ve köylülerin durumu giderek kötüleşiyor. Ülkemizde de durum aynı. Tüm bunlar iyiye gitmediğimizin göstergesi ama hiç bir şey tek yönlü değildir. Her iyi şeyin bir kötü tarafı olduğu gibi kötü şeylerin de iyi tarafı vardır. Ben bu yüzden önümüzün çok açık, çok parlak olduğunu düşünüyorum. Gelecekten ümitliyim. Bu konuda çevremdeki insanların çok karamsar olduklarını görüyorum. Dünya ve ülkemizdeki gelişmelere diyalektik bir gözle baktığımızda karamsarlığa yer olmadığını görüyorum. Nasıl ki 1919 yılında tüm imkânsızlıklara rağmen bir irade doğdu ve bütün olumsuzluklar tersine çevrildi; ben yine aynısını hatta daha iyisini yapabileceğimize inanıyorum. Ülkemizde ve insanımızda aynı potansiyel, hatta 1919’lara göre fazlasıyla var. Ümitsizliğe kapılmamak lazım. Böyle durumlarda bilinçli olmak, birlik duygusunu kaybetmemek gerekir. Tarihte kimi zaman kötü dönemler gelmiştir, ama insanlık her defasında kazanmıştır. Ben yine insanlığın kazanacağı ümidindeyim.

Son dönemde düzene en çok direnç gösteren Tekel işçileri oldu. Sizce bu mücadelenin bir marşı yazılmalı mı?

Yaşanan her şeyin sanatta bir şekilde yansıması ortaya çıkar. Tekel işçilerinin de mücadelesi elbet bir gün yazılacak. Yaşanılan olayların oturması, durulması, bilinçlere kazınması vb. gerekir. Bu da bir süreç sorunudur. Tarihi süreçler ve toplumun geldiği nokta onu yaratır. Sanat büyük bir acelecilikle “Şu olay oldu; hemen onun sanatını yapalım” demekle olmaz. Birçok sanat ürünü, olay olup bittikten bir süre sonra, hatta bazen çok uzun süre geçtikten sonra ortaya çıkar. Örneğin, II. Dünya Savaşı filmleri savaşın hemen ardından çıkmadı. Üzerinden belli bir süre geçtikten sonra filmler çekilmeye başladı. Onun için bu konuda çok da aceleci olmamak gerekiyor. Yaşanan büyük bir olay asla unutulmaz, elbet bir şekilde yansır ve yansıyacaktır.

Günümüzde aydınların halkla ilişlisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bence bu bir dönem meselesi. Bugün aydınların, sanatçıların, üniversite hocalarının toplumdan uzak olduğuna yönelik eleştiriler var. Her toplulukta yalnızca kendini düşünen kişiler çıkabilir ama ben genelin böyle olmadığı kanısındayım. Bugünkü dağınık görünüşü, doğru, inandırıcı, heyecan verici bir siyaset ve irade tarafından yönetilmediğimize bağlıyorum. Toplumu derleyecek toplayacak bir siyaset, bir irade olmadığı zaman aydınlar, sanatçılar içleri kan ağlasa da, kendi köşelerinde kalabiliyorlar. Ama ilerici, demokrat, devrimci bir hareket oldu mu, olumlu bir gelişme gördüler mi derhal birleşirler. Ben toplumun tümünü doğru bir siyaset ile kucaklayan bir gelişme olduğunda, yalnızca aydınların, sanatçıların değil, bütün toplumun birleşeceğine inanıyorum. Siz de inanın. Son aylarda bir Kemal Kılıçdaroğlu olayı bile toplumda ne biçim bir hareketlenme yarattı. Umutlanmak için bundan daha iyi bir örnek olabilir mi?

Türkiye’nin bugünkü insan potansiyelini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye bugün potansiyel olarak dünyanın en genç, en birikimli, en değerli nüfusuna sahip ülkelerinden biri. Her alanda yetişmiş çok değerli insanımız var. Hemen her gün gazetelerde, dergilerde, radyo ve TV haberlerinde, uluslararası başarılarının konu edildiği, buluşlarının ve makalelerinin uluslararası saygın dergilerde yayınlandığı bilim ve sanat insanlarımızın haberlerine rastlıyoruz. Yalnızca okuyup geçtiğimiz için bunların farkında olmuyoruz. Ama inanın, bu başarıları yan yana getirip bir liste çıkarabilsek, hiç de azımsanmayacak bir birikime sahip olduğumuz açıkça ortaya çıkacak. Dünyada bizim kadar birikimli ve dinamik bir ülke herhalde çok az vardır. Yeter ki Emperyalist batı ülkeleri ile birtakım siyasetçimiz gölge etmesin… Bugün bizim tek ihtiyacımız, tüm bu insanlarımızı birleştirebilecek akıllı bir siyaset ve bu siyaseti gerçekleştirebilecek bir irade. Bu irade oldu mu göreceksiniz ilk on yıl içerisinde Türkiye büyük gelişmeler gösterecek. Cumhuriyetin gelişmesinden sonraki yıllar böyle olmadı mı? Nerdeyse bütün batı basını Türkiye’nin başarılarını övüyordu. Türkiye’deki gelişme pek çok nitelikli araştırmacıya konu olmuştu. Bugün pek çok Avrupa ülkesi bu imkânını yitirdi. Avrupa bugün çöküyor. Avrupa yaşlandı. Hiçbir şey üretemiyor. Göç almasalar bu kadar bile ayakta kalamayacaklar. Bu ülkelerin Olimpiyat takımlarına, ya da Futbol takımlarına bakın. Göçmenler dışında kalan yerli sporcular, parmakla sayılacak kadar az. Onun için bizim şansımız çok fazla. Bunları görüp ona göre hareket etmemiz gerekiyor. Bunun da kısa zamanda farkına varacağımızı umut ediyorum. Zaten şartlar bizi ona götürecek.

68 gençliği ile bugünün gençliği arasında ne gibi benzerlik ve farklılıklar var?

Daha önce de söylediğim gibi 60’lı yıllar, bütün dünyada devrim dalgasının yükseldiği bir dönemdi. Hepimiz, bu oluşumun etkisi altındaydık. İkinci olarak biz o dönemde ne kadar eleştirsek de demokratik haklar açısından dünyadaki en ilerici anayasalarından birine, 1961 Anayasasına sahiptik. 68 ruhunu birçok etmen yanında bu durum da oluşturmuştur. O yıllarda topluma büyük bir hareketlilik gelmişti. O güne kadar görmediğimiz kadar kitap yayınlanıyor; gençler bunları alıp okuyordu. Birçok yerde, konferanslar, açık oturumlar, paneller düzenleniyor; gelen izleyiciler, o mekânlara sığmıyor ve izleyiciler konuşmalara aktif olarak katılıyorlardı. Ayrıca halkın kendisini geliştirebileceği pek çok etkinlik vardı. Her yerde pıtrak gibi özel tiyatrolar açılıyordu. İşin ilginç yanı bunlar seyircisiz kalmıyordu. En önemlisi de herkesin gözü parlıyordu; coşkuluydu, geleceğe güvenle bakıyorlardı. Toplum kıpır kıpırdı. İşte 68 ruhu ve ortamı bu!… Görüyorsunuz: Bizim o dönemde beğenmediğimiz, bazı maddelerini değiştirmeye çalıştığımız 61 Anayasası, toplumu çok değil, 6–7 yılda ne duruma getirdi! Demek ki; insanlara, topluma, gerçek demokrasinin ucunu gösterin; bakın ne biçim çiçek gibi açılıyorlar… Bugün sözünden geçilmiyor ama bence gerçek “Demokratik Açılım” o günlerde gerçekleşmişti.

Ben, kurtuluş savaşı sonrası kuşağını bilmiyorum ama hiçbir dönemde gözleri bu kadar parlayan bir gençlik ve toplum görmedim. Bütün 60’lı yıllar böyle geçti. Bence bu gün de o potansiyel yine var ama ortam yok. 80’li yıllardan sonra bilinçli bir şekilde gençlik ülke sorunlarından uzaklaştırıldı. Gençlik toplumun geleceğiyle değil kendi geleceğiyle ve çıkarıyla ilgilendirilmeye çalışıldı. Böylesine yaygın propaganda ve uygulama, sonuçlarını ister istemez verdi. Öğretmen olduğumdan dolayı neredeyse her değişen öğrenci kuşağının kültürel ve moral yapısına tanık oldum. 80 sonrası gelen öğrencilerimin içinde her yeni kuşağın gözleri, bir önceki kuşaktan daha donuktu. Ama bu umut kırıcı durum 2000’lerden sonra değişiyor. Tüm samimiyetimle söyleyebilirim ki; 80 sonrası yaratılan gençlikle şimdiki gençlik arasında olumlu yönde, gene hatırı sayılır bir fark olduğunu görüyorum. Şimdiki gençlik o döneme göre daha bilinçli. Umutsuzluk gene yaygın olmakla birlikte bu durumu değiştirme kararlılığı, gene gözlerin ışığını parlatmaya başladı. Bunu iyiye bir işaret olarak değerlendiriyorum.

Geleceğe yönelik planlarınız var mı?

Olmaz mı? Elbet bir takım çalışmalar içindeyim. 1 Mayıs Marşı gökten zembille inmedi; o yıllarda yükselen dalganın bir ürünüydü. Hiçbir şey durup dururken olmaz. Bugünler de elbette sanata ve edebiyata yansıyacaktır.

Yorum yazın