Politika Söyleşi

Emre Erdoğan: ‘Başkanlık sistemi kutuplaştırır’

Yazan: Ali Can Eren

“Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları” araştırmasını yürüten siyaset bilimci Doç. Dr. Emre Erdoğan HaberVs’nin sorularını yanıtladı. Erdoğan’a göre başkanlık seçimi “kazanan ve kaybeden” yarattığı için toplumda kutuplaşmaya katkıda bulunur.

“Siyasal kutuplaşma” giderek daha fazla duymaya başladığımız bir kavram. Özellikle iktidar partisine ve ana akım medyaya yöneltilen eleştirilerde toplumun politik olarak kutuplaştırıldığı hatta iktidar partisinin bu durumdan kazançlı çıktığı konusu çokça tartışılageldi.

Türkiye’de siyasal kutuplaşmanın geldiği nokta nedir? Bu kutuplaşma ortamında Türkiye’yi nasıl bir siyasi gelecek bekliyor?

İstanbul Bilgi Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Emre Erdoğan sonuçları geçtiğimiz aylarda kamuoyuyla paylaşılan ve bu konuda ilk bilimsel çalışma olan “Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları” başlıklı araştırmayı gerçekleştiren ekibin başındaydı. Erdoğan, HaberVs’nin sorularını yanıtladı.

Siyasal kutuplaşma nedir?
Siyasal kutuplaşma derken kastettiğimiz şey, insanların konular hakkındaki düşüncelerini, kanaatlerini, konunun kendisinden bağımsız olarak siyasi aidiyetleri üzerinden yorumlaması.

Siyasal kutuplaşma üzerine bir araştırma yapma fikri nasıl oluştu? 
Herkes “Türkiye kutuplaştı, kutuplaşıyor” diyor ama bizim elimizde bunu gösterebilecek bir rakamsal veri yoktu. Daha önce bu konuda bir analiz yapılmadığı için öncül bir veriye sahip değildik. Bu araştırmayı yapalım ki hem biz, hem de bizden sonra gelenler, kutuplaşmanın derecesini daha iyi anlayabilsinler. Bir literatür araştırması yaptık. Genel olarak bir Amerikan-Anglo Sakson kavramı bu. Bu araştırmanın tek kelimeyle bir açıklamasını yapsam ülkede kayda değer bir kutuplaşma olduğunu söyleyebilirim.

“Medya konunun kendisini değil, kimin desteklediğini veya karşı çıktığını gösteriyor”

Liberal demokrasi teorisine göre insanlar kendilerini ilgilendiren konular üzerine kafa yorarlar, kendi çıkarı doğrultusunda bir fikre varır ve bunu da sandığa yansıtırlar. Ama biz gördük ki bizim seçmenimiz, konunun kendisine değil kimi sevdiğine bakıyor. “Eğer benim sevdiğim parti seviyorsa ben de seviyorum” diyor. Dolayısıyla Türkiye’de siyasal alan daralmış durumda. Medyada da böyle mesela. Medya artık bir konunun artısını eksisini gösteren bir mecra değil. Konuyu kimin desteklediğini veya konuya kimin karşı olduğunu gösteren bir mecra. Yani biz tartışmıyoruz. Tartışıyor gibi yapıyoruz. Ve toplumsal çatışmaları derinleştiriyoruz.

Araştırmanın sonuçlarına baktığımızda insanlar karşıt parti seçmenleriyle kız alıp vermek istemiyor, iş yapmak istemiyor. Hatta çocuklarının arkadaş olmasını dahi istemiyor. Bu derece sert bir ayrım yapılmasının nedeni nedir?
Burada sosyal mesafeye bir başlık ayırmalıyız. Bahsettiğimiz şey sosyal mesafe ve yeni bir kavram da değil. 1950’lerde geliştirilmiş bir kavram. Ben belli bir grupla beraber yaşamak istiyor muyum? Bu benim isteğimi ve arzumu gösteriyor. Türk kültüründe kız alıp vermek önemli bir şey. Bizim yaşadığımız kültürde akraba olmak önemli, komşu olmak önemli. Çünkü komşu yaşamımızın içinde. Türkiye’de sosyal mesafe yüksek. Bu bizim için ön yargıların fazla olduğunu gösteriyor. Ben size A partisi dediğimde gözünüzde bir insan profili canlanıyor ve siz o profili partinin bütün destekçilerine yayıyorsunuz. Özcülük dediğimiz çok sakıncalı bir ön yargı bu. Bunun partilere dayanması daha sakıncalı. AKP’den CHP’ye geçtiğinde insanın kişilik özellikleri ya da sosyal mesafesi neden değişsin ki?

AKP seçmenin yüzde 73’ü, CHP seçmenin yüzde 10’un altı ekonominin iyi olduğunu düşünüyor. AKP seçmenin yüzde 53’ü ise son beş yılda ailelerinin ekonomik durumunun iyiye doğru gittiğini belirtiyor. İnsanlar piyasa döngüsünden dışlanmaktan korktukları için radikalleşiyor olabilir mi?
Ekonomi meselesi bizim “güdülenmiş algılar” dediğimiz, “güdülenmiş düşünme” dediğimiz bir meseleye dayanıyor: Ekonomistler, herkesin ekonomiyi kendi gerçekliği içinde yorumlasını bekliyor. Bir işçinin ya da bir işverenin son bir yıldaki ekonomik gelişmelerden etkilenmesi aynı olmayacağı için bu insanların görüşleri de farklı olabilir.

“Verilere inanmama ‘güdülenmiş algı’yla açıklanabilir”

Örneğin 28 Şubat’ın hemen öncesinde Refah-Yol Hükûmeti döneminde [1996-97] memurların gelirleri görece artmıştı. 1990’da ANAP Hükûmeti’nde ise işçilerin göreli gelirleri artmıştı. Türkiye’deki partiler “sınıf partisi” değil, “dikey kesen” partiler. Yani her birinde bir miktar işçi, bir miktar memur var. İktidara gelen parti bir sınıfın çıkarlarını gözetip, bunun için mücadele veriyor değil. Örneğin bir işçi partisinden ya da bir köylü partisinden bahsetmiyoruz.

Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları” araştırmasına göre AKP seçmeninin yüzde 64,4'ü "benim grubumdaki insanların sözü daha fazla geçer hale geldi" diye düşünürken, CHP seçmenlerinde bu oran yüzde 35,1, HDP'de 26.5 ve MHP'de 52,9.

Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları” araştırmasına göre AKP seçmeninin yüzde 64,4’ü “benim grubumdaki insanların sözü daha fazla geçer hale geldi” diye düşünürken, CHP seçmenlerinde bu oran yüzde 35,1, HDP’de 26.5 ve MHP’de 52,9.

Peki bu neye neden oluyor? Gerçekliği yorumlama biçimimiz değişiyor. “Benim partim iktidardaysa ekonomi tıkırında, değilse ekonomi yerlerde sürünüyor”. Bu sadece Türkiye’ye özgü değil, örneğin ABD’de de var. Dolayısıyla, insanlara enflasyon rakamı dahi söyleseniz “hayır inanmıyorum” diyor. İşsizlik rakamlarına inanmıyorlar. Ya “daha fazladır” ya da “hayır benim partim iktidarda bu kadar da değildir” diyorlar. Bu bizim, şartlanmış, koşullanmış düşünce dediğimiz ve insanları tamamen körlüğe iten bir şey. Çünkü gerçekte cebinizdeki para ne azalıyor ne artıyor. Dolayısıyla bir neden sonuç ilişkisi yok. Yani “Ak Parti iktidarında bazı insanlar daha zengin hale geldiler ve bundan dolayı Ak Parti’ye oy veriyorlar” gibi bir şey söz konusu değil. Ak Parti’ye sempati duyan insanlar için Türkiye ekonomisinin öyküsü, daha başarılı bir öyküsü. Aradaki en büyük fark bu. CHP’liler ise daha kötümser. MHP ve HDP ortadalar.

“Algı, bir yerden sonra gerçeğe dönüşür”

Bu da bizi başka “ekonomik dışlanmadan” daha farklı bir meseleye, “sosyal dışlanmaya” götürüyor. Diğer partileri destekleyenler, Ak Parti’yi destekleyenlerle kıyaslandığında “kendini dışlanmış hissetme” oraları çok farklılık gösteriyor. Örneğin HDP’liler, özellikle karakollarda kendilerinin kötü muamele gördüklerini düşünüyorlar. Ama AK Parti’liler düşünmüyor. Yine HDP’liler devlet dairelerinde dışlandıklarını düşünüyorlar ama Ak Parti’liler böyle düşünmüyor. Bu bir sosyal dışlanmadır.

Karakollarda kötü muamele gördüğünü düşünen CHP’liler var. Ya da kimlik olarak düşünürsek kendisini “modern” olarak belirten insanlar var. Karakola en son ne zaman gittiler, bilmiyoruz. Gerçekten kötü muamele gördü mü, bilmiyoruz. Ama algı bu. Herkese eşit derecede yaklaşan bir devlet algısı yok. Bilakis partizanlık yapan, kendi taraftarlarına daha iyi, ötekinin taraftarına daha kötü davranan bir devlet algısı var. Bu bir algı meselesi. Bütün bu sonuçlar gerçek mi bilmiyoruz ama bir yerden sonra algı da gerçeğe dönüşür.

“ Vatandaşın kimliğine saygı duyulduğunu düşünmesi, partisine göre değişmemeli”

Kendini Kürt kimliğine yakın görenlerin sadece yüzde 24’ü saygı gördüklerini düşünüyor. Çözüm sürecinde yaşananlar, çatışmaların büyük oranda durması, Kürt kimliğinin daha görünür hale gelmesi, 90’lı yıllarda yaşanan insan hakları ihlalleriyle ilgili davaların gündeme gelmesi bu oranı değiştirmiş miydi? Elinize bu kıyası yapabileceğiniz bir veri var mı?
Bu soruyu ilk defa 2014’te sorduk ve oran neredeyse aynıydı. Ama eminim ki 2014’te iyi bir eğilim vardı. Kürt kimliğinin saygı gördüğüne dair bir iyimserlik vardı. Şimdi o iyimserlik olmamasına rağmen bu oran değişmedi. Bu zaman içerisinde değişecek bir şey. Ama uzun vadede, sokaktan geçen bir vatandaşın kendisinin saygı gördüğünü düşünme olasılığı hangi partiyi desteklediğine ya da hangi etnik kimliği desteklediğine göre değişmemeli. İdeal durum bu ama tabii ki gerçek böyle değil. Mesela 10 sene önce muhafazakârlar ne derdi, ne yanıt verirdi bu soruya, bilmiyorum. Karakollarda iyi muamele gördüklerini mi söylerlerdi yoksa kötü muamele gördüklerini mi söylerlerdi. Kötü muamele gördüklerini söylerlerdi. Demek ki orada bir iyileşme var.  Ama söz konusu Kürt kimliği olunca bu ne yönde gidiyor bilemiyorum.

Araştırmada en fazla ayrılığa yol açan konularda Kürt sorunu yüzde 39’la birinci, 1980 Darbesi yüzde 30’la ikinci, Gezi Parkı protestoları yüzde 29’la üçüncü ve 17-25 Aralık yolsuzluk iddiaları yüzde 29’la dördüncü sırada yer alıyor. Diğer konular ise yüzde 10’un altında kalmış durumda. Yüzde 10’un altında kalan başlıklar hangileri? Sizce bu konuları aşabilmiş miyiz yoksa partiler dile getirdiği takdirde seçmen oylarında bir değişme olabilir mi?
Herkes kendi tarihini inşa eder ve kimliklerin belli başlı travmaları vardır. Biz bu listeyi oluştururken bazı güncel olayları ve 1960 İhtilalı gibi, 6-7 Eylül Olayları gibi Türkiye tarihinde kırılmalara yol açtığını düşündüğümüz bazı olayları seçtik. Ancak çalışmanın sonuçlarına baktığımız zaman bu olaylar bizim kimliklerimizi oluşturan ana eksende yer almıyor. Ama mutlaka birilerininkini oluşturuyordur.

“Toplumsal kimliği belirleyen kırılmalarda Kürt sorunu ilk sırada”

Kimliklerimizi oluşturan kırılmalarda şu anda ilk sırada Kürt sorunu geliyor. Öyle ya da böyle, ikinci sırada Gezi protestoları var. Yani Gezi, Türkiye’de kırılmalara yol açmıştır. Bu yeni bir şey. Üçüncü sırada 1980 Darbesi gözüküyor ki bu da Kürt nüfusunun kendi tarihsel hafızasını gösteriyor. Dördüncü sırada 17-25 Aralık iddiaları gözüküyor. Bu dört başlık, ana eksen toplumsal kırılmalarda ön plana çıkıyor.

"Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları” araştırmasına göre Gezi protestoları, toplum kimliğindeki kırılmaları etkileyen bir faktör: AKP seçmeninin yüzde 6,6'sı Gezi protestolarını dektekleyenlerden "biz" diye bahsederken, CHP seçmeninde bu oran yüzde 36,3.

“Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları” araştırmasına göre Gezi protestoları, toplum kimliğindeki kırılmaları etkileyen bir faktör: AKP seçmeninin yüzde 6,6’sı Gezi protestolarını dektekleyenlerden “biz” diye bahsederken, CHP seçmeninde bu oran yüzde 36,3.

Ama hafıza değişik çalışır. Olayları bizim göremediğimiz şekillerde ilişkilendirmiş olabilir. Örneğin Yenikapı feribot iskelesine gittiğinizde üç büyük deniz otobüsünü yan yana görürsünüz. Birincisi Adnan Menderes, ikincisi Turgut Özal ve üçüncüsü ise Recep Tayyip Erdoğan ismini taşır. Şimdi, siz bunu yan yana dizdiğiniz zaman zaten sürekliliğe atıf yapmış oluyorsunuz. Ve Gezi protestoları için ya da 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları için “Bu bana bir darbe girişimidir” denildiği zaman, ben iletişimci olarak bu söylemin 1960’la ilişkilendirilmediğinden emin değilim. Merkez sağ 1960 darbesine sahip çıktı. Ama benim çocukluğumda Menderes’in mezarı İstanbul’a getirildi. Karşısındaki anıt mezar ise Turgut Özal’a ait. Allah geçinden versin, üçüncü mezar da başkasına ait olabilir. Dolayısıyla partilerin yeniden gündeme getirmesiyle yüzde 10’un altında kalmış konuların tekrar gün yüzüne çıkması mümkün.

Geçmişi değerlendirme sorularına ve iktidar muhalefet ilişkilerine baktığımızda da bir kutuplaşmayla karşılaşıyoruz. Özellikle AK Parti seçmeninin muhalefetten şikayetçi söylenebilir. Elbette muhalefet seçmeni de tam tersi pozisyonda. Bu şartlarda başkanlık sistemi kutuplaşmayı daha da derinleştirebilir mi?
Bütün sorular bir demokrasinin nasıl çalışması gerektiğine dair sorular. Bu ülkede bir demokrasi olacaksa muhalefet ile iktidar arasında nasıl bir ilişki olmalı? İktidar, yavaşlama pahasına muhalefetin sözünü dinlemeli mi, yoksa hızlanmak mı daha önemli? Bunlar meşru düşünceler. Öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki “Ben muhalefetle istişare edene kadar her şey değişir’’ gibi bir düşünce var mesela. Bunu akıl yoluyla yapmamız lazım. Ben sadece kendim için değil, çocuğum için de karar verme durumundayım. Benim şimdi aldığım bir karar, şu an 10 yaşında olan çocuğumun gelecekte nasıl bir ülkede yaşayacağını da belirliyor. Şunu demek istiyorum “benim partim iktidardaysa muhalefet işime karışmasın” ya da “ben muhalefetteysem hükümet sözümden çıkmasın” demek partizanlık. Bu sağlıklı değil, çözülmesi gerekiyor. Hakkaniyet olması gerekiyor.

“Başkanlık sistemi, kazanan ve kaybeden yaratır”

Başkanlık sistemine gelince: Başkanlık sistemi kutuplaştırır. Çünkü eninde sonunda halk seçer ve halk seçtiği zaman bir kazanan ve bir kaybeden vardır. Amerika Birleşik Devletleri için dahi, “başkanlık sisteminin başarılı bir örneği dersek” seçimin ertesi günü Obama’ya güvenen Cumhuriyetçi bulamazsın. Başkanlık sistemlerinin en önemli sorunu ya da cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesindeki en büyük sorun, bir kazanan ve bir kaybeden yaratmasıdır. Dolayısıyla kutuplaştırır. Herkesin cumhurbaşkanı olmaz. Güzel bir örnek, yeni başkanlık sistemindeki Fransa’da Sosyalist Parti haricinde parti isimleri yoktur. Merkez sağdaki partilerin hepsi bir başkanın ismiyle anılır. Yani partiler de anlamını yitirmiştir. Başkanın oyuncakları haline dönüşmüştür. Böyle bir riski var. Bunu tercih edersiniz belki, ama bunun toplumu kutuplaştıracağını, bugün buradan yarın oradan, sürekli kaybeden insanlar yaratacağını bilmeniz gerekiyor. Bu riski göze alırsanız sorun değil.

Yakın tarihimize bakarsak, örneğin 70’li yıllara, sert bir toplumsal çatışmayla karşılaşıyoruz. Sizce, bugün içinde bulunduğumuz kutuplaşma bizi bir çatışma ortamına götürür mü?
Şunu düşünmekte fayda var. 68 olaylarına kaç kişi katıldı? Nüfusun 35 milyon civarında olması lazım. Kaç kişi sokağa çıktı? Yani toplumsal mıydı ? 68 ile 80 arasında kaç kişi bu bahsettiğimiz terör olaylarına dahil oldu?

“17-25 Aralık ya da Gezi protestolarını ‘Hükûmeti elimizden alacaklar’ gibi okuyor”

İktidar partisinin bir “Yeni Türkiye” söylemi var. Mesela Kürt kardeşlerim söylemi, bir kucaklaşma söylemi vardı. Ne değişti? Neden siyasal kutuplaşmayı derinleştirdiğine dair eleştirilere maruz kalıyor?
Bir siyaset bilimci olarak bakacak olursam bu dönüşümün ilk aşaması 2008’deki Ak Parti’yi kapatma davasıdır. 2007 Cumhuriyet mitingleri ve cumhurbaşkanının seçilememesi. Şöyle bir şey düşünün, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin seçtiği bir cumhurbaşkanının seçilemediği iddia ederek halkın iradesine ket vuruldu. Arkasından 2008’de, birinci sırada gelmiş bir parti, halkın teveccühüne mahzar olmuş, sevilmiş bir parti kapatılıyordu az kalsın. Bir oyla geçti. Onun arkasından Ergenekon ve Balyoz davaları. Ak Parti’de her zaman olan “Bize bu ülkeyi yönettirmeyecekler” kaygısı tetiklendi. Hep böyledir. Bakarsanız, Milli Nizam Partisi kaptıldı, 1980 darbesi oldu, arkasından Refah Partisi kapatıldı, Fazilet Partisi kapatıldı. Yani her zaman siyasetten dışlanan bir siyasal kitleden bahsediyoruz. “Bizim elimizden hükümeti alacaklar” gibi kaygısı olan bir hareketten bahsediyoruz. Dolayısıyla 17-25 Aralık’ı da böyle görüyor, Gezi Parkı protestolarını da böyle görüyor.

Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları” araştırmasının sonuçlarına bu adresten ulaşabilirsiniz.

Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları” araştırmasının sonuçlarına bu adresten ulaşabilirsiniz.

İkincisi, aynı siyasi gelenek kötü niyet aramaya çok eğimli. Bu görüşe göre, onlarla aynı görüşte olmayan insanların kötü niyetli olma olasılığı vardır. O da ciddi bir şüphecilik getiriyor. Eleştirenlere karşı “Ak Parti’ye karşı acaba kötü niyetli mi” algısı çok yüksek. Mesela bugün Ak Parti liderlerine gidip “Kürtleri seviyor musunuz?” diye sorsak “evet” cevabı alırız. Ama neden böyle olduğunu sorsak “ülkenin iyiliği için” cevabını alırız. Ne yazık ki böyle. Biliyorsunuz, bunun tam tersini 28 Şubat’ta yaptılar biliyorsunuz. Bugün tanık olduğumuz “ülkenin iyiliği için yapılan” şeyleri, 28 Şubat’ta da kendileri yaşadılar. Bu ülkenin siyasi kültürü böyle.
(ACE/GT)

Yorum yazın