Genel

Cumhurbaşkanı Gül: ‘Din dersinde, dinle ilgim yok diyenler zorlanmamalı’

Yazan: [email protected]

Alper GörmüşCumhurbaşkanı Abdullah Gül, İslam Konferansı Örgütü’nün (İKÖ) 11. Zirve konferansı için Senegal’e giderken, uçağında birlikte götürdüğü üç gazeteciye (Sabah’tan Erdal Şafak, Zaman’dan Ekrem Dumanlı, Milliyet’ten Hasan Cemal) önemli açıklamalarda bulundu. Başbakan Erdoğan’ın açıkladığı “Kürt Paketi”nin oluşturduğu hararetli atmosfer nedeniyle üç gazete de Cumhurbaşkanı’nın o meseleye ilişkin düşüncelerini öne çıkarmıştı. Oysa Gül’ün, Danıştay’ın son kararından […]

Alper Görmüş

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İslam Konferansı Örgütü’nün (İKÖ) 11. Zirve konferansı için Senegal’e giderken, uçağında birlikte götürdüğü üç gazeteciye (Sabah’tan Erdal Şafak, Zaman’dan Ekrem Dumanlı, Milliyet’ten Hasan Cemal) önemli açıklamalarda bulundu. Başbakan Erdoğan’ın açıkladığı “Kürt Paketi”nin oluşturduğu hararetli atmosfer nedeniyle üç gazete de Cumhurbaşkanı’nın o meseleye ilişkin düşüncelerini öne çıkarmıştı. Oysa Gül’ün, Danıştay’ın son kararından sonra ne yapılacağı bilinemeyen zorunlu Din Kültürü ve Ahlak dersiyle ilgili olarak sarf ettiği sözler, bence çok daha önemliydi.
Hatırlayacaksınız, bir Alevi öğrencinin velisinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurması üzerine, mahkeme bu haliyle dersin sadece bir dinî yaklaşıma ağırlık verdiği için zorunlu olamayacağına hükmetmişti. Ardından da Danıştay, benzer bir karar almıştı.
Bu sayfalarda, hafta başında yer alan “Zorunlu din dersi: Aslında kolay ama yine çaktık!” başlıklı yazımda, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in öngördüğü formülün pekâlâ işleyebilecek bir formül olduğunu yazmıştım. Buna göre, bu zorunlu dersteki İslam ve Sünni ağırlığı kaldırılıp ders “dinler üstü” bir içeriğe kavuşturulacak; buna karşılık isteyene Sünniliğin, isteyene de Aleviliğin ibadetlerinin anlatıldığı ve öğretildiği seçmeli bir ders müfredata eklenecekti.
Bugünkü (14 Mart) gazeteler, Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) milletvekili ve İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Zafer Üskül’ün Danıştay’ın kararının doğru olduğunu savunan sözlerini haberleştirmişlerdi. İktidar kanadından gelen ve bu dersten sınıfı geçebileceğimiz umudunu veren çıkışlar bu kadar… Fakat Cumhurbaşkanı Gül, onların tümünden liberal bir çıkış yaptı: Şimdiye kadar hep “çocuklarına din eğitimi vermek isteyen ailelerin hakları”ndan söz edilirdi. Cumhurbaşkanı Gül ise bu demokratik hakkın ikiz kardeşini ilk kez bu kadar açık bir biçimde telaffuz etti: “Din dersi sorunu ‘Bu işle ilgim yok’ diyenleri de zorlamadan nasıl çözülebilir?”
Bugün (14 Mart) Sözünü ettiğim üç yazarın köşelerinde hemen hemen aynı kelimelerle ifade edilen bu önemli laik çıkışın Erdal Şafak’ın aktardığı biçimini sunuyorum:
“Din eğitimi çok sağduyulu incelenmeli. Siyaset, ideoloji karıştırılmadan, AB’ye bakarak değerlendirilmeli. Örneğin konunun uzmanlarının çağrılacağı bir şura düzenlenmeli. Bugünkü durum ne ona yarıyor, ne de buna. Din eğitimi Türkiye’nin derin meselelerinden biri. Nasıl olmalı? Anne-babanın arzuladığı din bilgileri nasıl verilmeli? ‘Bu işle ilgim yok’ diyenleri de zorlamadan nasıl yapmalı? Çocuğuna din eğitimi isteyen aileler için okul ve bazı oluşumlar dışında seçenek yok. Sıkıntı da burada. O yüzden çok düzgün biçimde ele alınmalı. İdeoloji karıştırılmamalı. Sadece dinler dersinin zorunlu, din eğitiminin ise tercihli olup olmayacağı tartışılmalı.”

AK Parti milletvekilinin yazısını asıl şimdi okumak gerekir…


Başbakan Erdoğan’ın “DTP, PKK’nın terör örgütü olduğunu ilan etmedikçe onlarla konuşmam” dediğini yazıyor bugünkü (14 Mart) gazeteler. Resul Tosun, yazısını sanki bugünler için kaleme almış: “Kanaatimce, PKK’nın terör örgütü olduğunu ilan etmeye zorlamak DTP’yi takıyye yapmaya zorlamaktır. DTP, PKK’yı terör örgütü ilan edip bağlarını kestiği noktada herhangi bir misyonu da kalmaz. Onlara oy verenler bile sırtını döner ve tabansız kalan o partiden Türkiye’ye bir hayır gelmez.”

DTP’yi takıyye yapmaya zorlamak
Resul Tosun, Yeni Şafak, 8 Eylül 2007

Söze başlarken önce kendi düşüncemi belirtmeliyim. Bana göre PKK bir terör örgütüdür ve dünyada güvenlik güçleri bir terör örgütüne karşı hangi mücadeleyi yapması gerekiyorsa Türkiye’de de aynı mücadeleyi yapmalıdır. Güvenlik güçlerinin bu mücadelesinin yanı sıra devletin tüm kurumları ve ülkenin tüm sorumlu insanları da terörün kaynağını kurutmak, terörü besleyen faktörleri ortadan kaldırmak ve akan kanı durdurmak için üzerlerine düşen görevi yapmalıdırlar.
Salı günkü yazımda DTP’nin grup kurmasının bu hususta önemli bir fırsat olduğunu yazmış ve ilk görevin DTP’ye düşeceğini ifade etmiştim.
En tepedeki sorumlu devlet adamından sokaktaki vatandaşa kadar herkes PKK’nın DTP taraftarı olduğunu, DTP’nin de PKK yanlısı olduğunu bal gibi biliyor.
Bunu bildiği halde devlet katmanlarında görev yapanlar, “DTP, PKK ile arasına mesafe koyduğunu ve bu teşkilatı bir terör örgütü olarak gördüğünü ilan etmelidir…” şeklinde bir talepte bulunmaktadırlar.
Başbakan da aynı talebi meclis kürsüsünde gündeme getirdi. Terörle mücadele eden devlet oranlarının başı olarak bu talepte bulunması normal karşılanabilir. Ama sivillerin böyle bir talepte bulunması ne kadar mantıklıdır?
Önce soralım. DTP böyle bir açıklama yapabilir mi? Ya da yapmasının ne faydası olur? DTP’liler, kalkıp bir basın toplantısı yapsalar ve PKK’yı terör örgütü olarak ilan etseler. Buna hangimiz inanacağız? Bence onlardan bu talepte bulunmak onları takıyye yapmaya zorlamakla eş anlamlıdır.
DTP karşısında yapılacak iki şey var. Ya PKK yanlısı diye doksanlı yıllarda olduğu gibi partilerini kapatıp vekillerini kodese tıkmak. Ya da terörü bitirmede ve sorunu çözmede DTP’den istifade etmek.
Aklın yolu ikinci şıktan yana. Birinci şık denendi ve bir sonuç alınamadı.
Ben DTP’yi takıyye yapmaya zorlamak yerine sorunu meşru zeminde çözme taraftarı olduklarını ispat için Türkiye’yi rahatlatacak bir adım atmalarını beklerim. O adımı 4 Eylül günü yazdığım yazıda, “DTP, sorunu meşru zeminlerde çözmek istiyorsa önce hem Türkiye içindeki hem dışındaki taraftarlarından ateşkes değil silah bırakmalarını istemeli ve terörü sıfıra indirmelidir.” diye ifade ettim.
Ayrıca yazımda, “Grup kuracak kadar bağımsız milletvekili seçtirme istidadına sahip olan DTP’nin dağdakilere silah bıraktırma gücünün de olduğunu düşünüyorum.” dedim.
Çarşamba günü Ahmet Türk beni aradı. Yazımı okumuş. Kendilerine bir fırsat verilmesini istiyor. Konuşturulmadan linç edilme durumuyla karşı karşıya kaldıklarını söylüyor. Ben kendisine telefonda da şifahen bir kez daha söyledim. “Sizin sorunu meşru yolardan çözmek hususunda samimi olduğunuza inanmam için dağdakileri ateşkese değil silah bıraktırmaya ikna etmelisiniz. Terör sıfıra inmelidir. O zaman sizin samimiyetinize inanabiliriz. Bir yandan terör eylemleri devam ederken öte yandan meşru zeminde çözüm talebi inandırıcı olmaz.” dedim. Biraz konuştuk. Dikkatli davranmaları gerektiğinin altını çizdi hatta askere karşı bölücü ifadesini kullanmasının doğru olmadığını da itiraf etti. Daha başka bir kelime kullanabilirdim diye hayıflandı. Kendilerine fırsat verilmesinin altını çizdi.
Anladığım kadarıyla DTP’nin de kafası karışık. Detayları belirlenmiş bir strateji görünmüyor. Biraz da kendilerini savunmaktan atacakları adıma fırsat bulamıyorlar gibi bir görüntü var.
Belli bir politika tespit edememiş olmaları da bence bir avantajdır. Onlara yol gösterilebilir. Yönlendirilerek önce teröre nokta konulabilir sonra da kürt sorunu masaya yatırılabilir.

Yani çözümü içeride devlet olarak millet olarak biz bulmalıyız dışarıdan çözüm empoze edilmesine fırsat vermemeliyiz.
Kanaatimce, PKK’nın terör örgütü olduğunu ilan etmeye zorlamak DTP’yi takıyye yapmaya zorlamaktır. DTP, PKK’yı terör örgütü ilan edip bağlarını kestiği noktada herhangi bir misyonu da kalmaz. Onlara oy verenler bile sırtını döner ve tabansız kalan o partiden Türkiye’ye bir hayır gelmez.
Ben şehit cenazelerine bir son vermek, akan kanı durdurmak için ezber bozmaktan yanayım. DTP önce dağdakilere silah bıraktırmalı. Ya da şöyle söyleyelim, silah bırakmadıkça ve terörü sonlandırmadıkça DTP’nin meşru zeminde sağlayacağı katkının önündeki en büyük engeli dağdakiler teşkil edeceklerdir.
Önce akan kan durmalıdır. Diğer konular sonra gelir. Kan akmaya devam ettikçe, DTP’nin meşruiyeti de tartışılmaya devam edecektir. Bu tartışmadan hem demokrasimiz yara alacaktır hem de sorun çözümsüzlüğe mahkum edilecektir. Yani ülke zarar görecektir.

Bir devlet bunu neden kendine reva görür?


Taraf gazetesinin (14 Mart) haberi: Van 4. Ağır Ceza Mahkemesi Nevruz için hazırlanan afişlerde Kürtçe ‘Edi Bes e!’ ve ‘Artık Yeter’ sloganlarını kullanmasını yasakladı. Bunun üzerine afişlere ‘Edi Bes e’nin Zazaca, İngilizce ve İspanyolca versiyonları yazıldı: Sırasıyla “Hini Bes!”, “Ya basta!”, “Enough is Enough!”

Geçenlerde Sinan Çetin’in 1930’larda Türk halk müziği ve Türk sanat müziğinin radyolardan iki yıl süreyle çalınmasının yasaklanmasını hicveden “Mutlu ol, bu bir emirdir” klibinden söz etmiştim. Klip, halkının eğilimlerine, zevklerine kıyafetine karışan devletlerin her zaman tuhaf durumlara düştüğü sözleriyle sona eriyordu.
Fakat ülkemiz bu açıdan o kadar mümbit ki, eskilere ne hacet, her zaman yeni, taze, hakiki örnekler çıkıp duruyor karşımıza. Buyurun, okuyun (Taraf, 14 Mart):
“Van 4. Ağır Ceza Mahkemesi Nevruz için hazırlanan afişlerde Kürtçe ‘Edi Bes e!’ ve ‘Artık Yeter’ sloganlarını kullanmasını yasakladı. Bunun üzerine afişlere ‘Edi Bes e’nin Zazaca, İngilizce ve İspanyolca versiyonları yazıldı.”
Ahmet Altan da aynı gün yazısını bu konuya ayırmış… Devletin düştüğü tuhaf durumu şu sözlerle anlatıyordu:
“Kürtlerin pankartlara şunu ya da bunu yazmaları neyi değiştirir? Hiçbir şeyi… Yaşları arttığı halde zihinleri pek gelişmemiş insanlar vardır, küçük bir gülümseme, bir şakalaşma ya da biraz olgunlukla halledilebilecek sorunları alır, onları büyütürler. Henüz yerine oturmamış ‘ergen’ bir kişiliğin ‘kendini kanıtlama’ sevdasıyla didişir dururlar. (…) Sorun, onların kendine güvenli, telaşsız bir kişiliğe henüz kavuşmamış olmalarıdır. Bizim yaşadığımız şu ülke, altı yüz yıllık bir imparatorluğun mirasçısı. Seksen yıllık da bir cumhuriyet var. Ama bir türlü olgunlaşamıyor. Kendine güvenli bir kişiliğe ulaşamıyor.”
Gerçekten de karşımızda dört dörtlük bir mizah malzemesi duruyor. Koca bir devlet aklı kendine nasıl lâyık görüyor böyle bir muameleyi, anlamak hakikaten mümkün değil.

Yorum yazın