Genel

“O…Çocukları”… bu “Beynelmilel” hesap kapanmaz

Yazan: HaberVs

Ahmet ŞıkKıyısından köşesinden de olsa devrimciliğe ya da geniş tanımıyla solculuğa bulaşan herkesin diline pelesenk ettiği “Enternasyonal” marşına atıf yaparak “Beynelmilel” adını koyduğu filmiyle tanıdık Sırrı Süreyya Önder’i. 12 Eylül 1980 sonrasında Adıyaman’da bir grup gevendenin insana dokunan, naif öykülerinden yola çıkarak darbenin yarattığı yıkımı anlatan, izleyicilerini güldürürken ağlatan, ama herkesin kafasında “Neden?” sorusunun yanıtını […]

Ahmet Şık

Kıyısından köşesinden de olsa devrimciliğe ya da geniş tanımıyla solculuğa bulaşan herkesin diline pelesenk ettiği “Enternasyonal” marşına atıf yaparak “Beynelmilel” adını koyduğu filmiyle tanıdık Sırrı Süreyya Önder’i. 12 Eylül 1980 sonrasında Adıyaman’da bir grup gevendenin insana dokunan, naif öykülerinden yola çıkarak darbenin yarattığı yıkımı anlatan, izleyicilerini güldürürken ağlatan, ama herkesin kafasında “Neden?” sorusunun yanıtını aradığı bir hesaplaşma filmiydi Beynelmilel.
Yüzbinlerce insanın gözaltına alındığı, istisnasız hepsinin işkencelerden geçirildiği, kimlerinin hayatlarını darağaçlarında noktaladığı bir dikta rejiminin neden olduğu yıkım ya da yarattıkları korku düzeni ya da kendi deyimiyle, “diktatörlüğün budalalığı ya da budalalığın diktatörlüğü” ancak bu kadar “güzel” anlatılabilirdi.
“Bu ülkenin geleceğini 12 Eylül 1980’de çaldılar” diyor Önder. “Bu ülkede hukuksuzluğu ve faşizmi kurumsallaştırdılar, ülkenin iliğine, kemiğine bulaştırdılar. Bunlarla her alanda hesaplaşmak gerekiyor. Hukuksal anlamda da, sanatsal anlamda da, ideolojik olarak da… Ben üzerime düşeni yapıyorum. Üzerine görev düşenler sırtlarını çevirip hiçbir şey yapmadığı için bugün çocuklarımız böyle çirkin bir ülkede büyümek zorunda kalıyor. Ben madem ki sinema yapıyorum, bu alanda hesaplaşacağım bunlarla. Ama faşizme dair ne yaparsanız yapın bu, zalimliklerini ve ellerinin kanlı oluşunu, katil olduklarını gösteremez. Eksik bir iş yapmış olursunuz.”

Darbecilerin anlatıldığı film: “O…Çocukları”

Önder, her seferinde bir eksiği tamamlamak için çıktığı yolda ikinci yapıtını da izleyiciye ulaştırdı. 12 Eylül diktasının ne olduğunu, etkilerinin kimlere dek uzanabileceğini ve “faşizmin bir cinsiyeti” olduğunu ise 16 Mayıs’ta gösterime giren ikinci filmi “O….. Çocukları”nda anlatmaya devam etti. “Diktatörlerin aptallığını Beynelmilel’de, eli kanlılığını da O… Çocukları’nda anlatmak istedim” diyor.
İçinden 12 Eylül geçen bu son filminde Önder, fahişelerin hayatlarından mülteci olmaya, infazlara ve işkenceye kadar iç içe birçok öykü anlatıyor. Filmin senaryosunu oluşturan “emanetçi annelik kurumu” da Önder’in cezaevinden çıktıktan sonra Tarlabaşı’nda bir evde kaldığı sıradaki tanıklıklarına dayanıyor.
Fuhuş yaparak geçinmek zorunda kalan kadınların çocuklarına bakan “emanetçi anne” denen kadınlar tanıdığını anlatıyor: “Klasik bir küfrün gerçek özneleri olan çocukları tanımak çok etkileyiciydi. Öte yandan, 12 Eylül faşizmi birçok aileyi darmadağın etmişti. Mülteci hayatlar başlamıştı ve çocuklar bu zülmün en büyük muhatapları olmuşlardı. ‘Böyle dağıtılan ailelerden biri çocuğunu böyle bir kadına ya da eve emanet bırakırsa ne olur?’ sorusunun yanıtını filmde aramaya karar verince senaryo çıktı ortaya. Faşizm en çok kadınları ve çocukları vurur. Çünkü faşizmin dini, imanı, milliyeti yoktur ama cinsiyeti vardır. En kabasından faşizmin cinsiyeti erkektir. Bir erkek jargonuyla hareket eder. Dili öyledir. Toplumu da böyle yapmadığınız zaman faşizmin uzantısı yapmanız bir hayli zordur. Bunu iyi bildikleri için kadınlara ve çocuklara çok zarar verirler. Bu film de biraz onu irdeliyor.”

Lise sıralarından cezaevine

Önder’in, 12 Eylül diktasına “öfkesi”, 30 yıl öncesine dayanan bir “derdi” var. 7 Temmuz 1962`de Adıyaman’da yoksul ve sosyalist bir aileye doğar Sırrı Süreyya Önder . Önce berberlik, sonra dava vekilliği yapan babası Ziya Önder, Türkiye İşçi Partisi’nin Adıyaman İl Başkanı’dır ve 35`inde sirozdan ölür. Dört kardeşin en büyüğü Sırrı 8 yaşındadır daha.
Babalarından bir sürü kitap kalır, bir de 35 bin lira borç. Dostları toplanıp borcu öderler, Önder ailesi de dede evine sığınır. Bir göz odada 7 nüfus. Sekizinde kentin tek fotoğrafçısına çırak olarak girer Önder. Çok başarılı bir öğrencidir. Milliyet’in bilgi yarışmalarında, münazaralarda birincilikler alır. İlk okuduğu kitap Orhan Kemal’in ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’sidir. Adıyaman Lisesi’nde ise edebiyat öğretmeni, Dostoyevski ile tanıştırır onu, ‘Karamazof Kardeşler’i ömür boyu elinden düşürmez. Lise 1’den itibaren babasının izinden giderek örgütlü sosyalist yapıların içinde yer almaya başlar. Cezaeviyle de Lise 2’deyken tanışır. Maraş olaylarını protesto ettiği için. Yaşı küçüktür, çabucak serbest kalır.

Sakıncalılar listesinde olunca…

Aileyi geçindirdiği, lastikçilikten otomobil tamirciliğine birçok iş yaptığı için devam mecburiyeti olmayan bir üniversite aramaktadır. Cezaevinde tanıştığı bir Mülkiyeli yol gösterir ona ve tek tercihi olan Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne ikinci olarak girer. Fakülteyle birlikte marley işçiliğine de başlar. Arada da geceleri pavyonda çalışır. Küçük yaşta almıştır sazı eline, sonrasında cümbüş ve ut eklenmiştir buna.
Bir yıl sonra, 12 Eylül darbesiyle devletin sakıncalılar listesinde bulunduğundan ilk tutuklanan kişiler arasındadır. Uzun yargılamalar sonunda 12 yıl hüküm giyer ve açlık grevleriyle, direnişlerle geçen 7 yılın sonunda yükseköğrenim hakkını kaybetmiş olarak çıkar.
Adıyaman artık yaşayabileceği bir yer olmaktan çıkmıştır. Değil iş, selam verecek adam bulamaz memlekette. İstanbul’a gelir, Sirkeci’de elektronik aletler satan bir firmaya kamyon şoförü olarak girer. Dediğine göre, ruhuna da iyi gelmiştir şehir şehir gezmek. Sonra Rusya’da, Ukrayna’da, Bulgaristan’da inşaatlarda çalışır.
Bunları yaparken de bir tek şeyi aksatmaz Önder, hep okur. Çünkü, “Türkiye’nin 100 yıllık panoraması: O Tozlar Bu Çamurları Getirdi” adıyla roman yazmayı koymuştur kafasına. Ta ki 2003’te Beyoğlu Sineması’nda gördüğü “Senaryo yazmak ister misiniz?” duyurusuna kadar.

Bir gün bir ilan gördü…

“Bir gün Beyoğlu Sineması’nda Yılmaz Güney’in ‘Duvar’ filmi gösteriliyordu. Sanırım yıl 2003. Cebimde fazla bir para yoktu. O sırada Barış Pirhasan’ın da içinde olduğu senaryo atölyesinin ilanını gördüm, ‘Senaryo yazmak ister misiniz?’ yazıyordu. Ben de roman bir türlü bitmiyor, gidip senaryo yazayım dedim. Ve Barış Pirhasan’ın yanına gittim, senaryo yazmak istediğimi söyledim, o da ‘Neden?’ diye sorunca ‘Valla biraz öfkeliyim’ dedim. Barış Pirhasan da ‘Öfke sinema yapmak için iyi bir sebep. Ama devam etmek için bir handikap’ dedi. Öfkemle arasına mesafe koyacağımı söyleyince kendimi Pirhasan’ın senaryo atölyesinde buldum.”
Sonra ilk senaryo Beynelmilel çıkıyor ortaya. 1990’ların başından beri sinemanın mutfağında bulunan Muharrem Gülmez okur okumaz, “Varım seninle ortaklığa” deyince öfkesini, darbeyle, darbecilerle hesaplaşmasını dile getirmek ve izleyiciye aktarmanın kapısını aralayan Önder, Beynelmilel’in başarısından ve aldığı ödüllerden sonra o kapıdan içeri de girdi.
Kendisine usta olarak “yoldaşım” dediği Yılmaz Güney’i seçerek çıktığı yolda Beynelmilel filminin yakaladığı başarıyla 12 Eylül’ün isimsiz mağdurlarının arasından sıyrılıp herkesin tanıdığı bir mağdur haline gelince de kendisiyle yapılan her röportajında, çıktığı her TV kanalında hesaplaşılması gerektiğini dile getirdi:
“12 Eylül son çeyrek yüzyılın Türk siyasal tarihinde en önemli kırılma noktası. Diğer askeri darbelerden farkı tüm kurum ve kurallarıyla kendilerini kalıcı hale getirmek. Direkt emperyalist sistemin birebir bir organizasyonudur. Latin Amerika’da başlayıp domino etkisiyle her yerde bu politikaları hayata geçirecek yapılanmalar bu tür darbelerle iş başına geçirildi. Ve bunu kalıcı duruma getirdiler. Bu anlamda 12 Eylül önemli. Çünkü bu ülkenin sömürgeleştirilmesi anlamında tam bir transformasyon sağlandı. Hayatın her alanında bununla hesaplaşılması gerekiyor. Sanat da bunlardan biri.”

“Bir faşist de 12 Eylül filmi yapsın”

Bir röportajında, 12 Eylül’ü anlatan filmler için şunları söylemişti: “Tümünü olumlu ve gerekli çabalar olarak görüyorum. Daha da fazla yapılmasını teşvik etmek lazım. Dünyanın neresinde olursa olsun bir milyon 600 bin kişi gözaltına alınıp istisnasız hepsi işkence görürse, yüzlerce insan öldürülürse, kaybedilirse, hapis yatarsa bunun yüzlerce filmi yapılır, binlerce romanı yazılır. Ama böyle bir dönem yaşanmamış gibi davranılıyor. Sadece içinden 12 Eylül geçen filmler ya da 12 Eylül’ün içinden geçen filmler gibi bir ayrımlama yapılabilir. İçinde 12 Eylül geçen sanırım 18 tane film var. Ama bunların içinde direkt 12 Eylül rejimiyle hesaplaşmak gibi bir yolu tercih eden filmler var, etmeyenler var, kenarından dolaşanlar var ama tümünü olumlu ve gerekli çabalar olarak görüyorum.”
Önder’in bir de çağrısı var: “Hatta faşistin biri de kalksın kendi açısından 12 Eylül filmi yapsın. Ama eksik ama fazla hiç önemli değil, yapıldıkça konuşulacaktır. Biraz da konuşmakla başlayacaktır hesaplaşmak. Herkes kendi fikrini söyleyecektir. Onun için bu ülkede yüzlerce 12 Eylül filmi yapılırsa bir gün otururuz hangisi doğru hangisi eğri onu konuşuruz. Ama şimdilik içinde 12 Eylül geçen bir hikaye yapmak bile yeterince saygıdeğer bir çaba gibi geliyor bana.”

“Kimin ne dediğinden çok nasıl dediği önemli”

Önder, kendisine hesaplaşma alanını cuntacılardan, yolunu da beyaz perde olarak seçse de, “yoksullardan yana olan ve yoksullara uzak olan” diye ikiye ayırdığı sinemanın çok daha fazla dertle didişebilmesinin aracı olması gerekliliğini anlatıyor her zaman.
“Bir sosyalist olarak benim sinemaya bakışım sınıfsal açıdan olur. Çünkü içerik biçimi belirler. Ben sınıfsal olarak kim kamerasını kimin yanına koymuş ona bakıyorum. Benim filmim sanatsal değil de, varsın biraz daha çapaklı olsun ama bir dert anlatsın derdindeyim. Nazım Hikmet’in, Kemal Tahir’le mektuplaşmalarında bir Orhan Veli değerlendirmesi var. Tahir, Orhan Veli’yi çok övüyor Nazım’a. O da diyor ki, ‘İyi demiş, güzel demiş ama ne demiş’. Yani beni daha çok kimin ne dediği nasıl dediğinden daha fazla ilgilendiriyor” diyor.

Bu hesap kapanmaz

Önder, gerçekten de herkesi öfkelendirebilecek bir hayat yaşasa da, Barış Pirhasan’ın, “Öfkesiyle arasına mesafe koyması gerektiği” öğüdüyle çıktığı yolda filmlerine öfkesini değil doğruları yansıttı, yansıtıyor. 12 Eylül’ün yeni hesaplaşma filmlerine, “12 Eylül faşist cuntasının ilk kıvılcımıdır ve bir borç projesi olarak düşünüyorum” dediği Maraş Katliamı’yla devam edeceğini söylüyor Önder.
Hesaplaşmasının bitmesinin tek koşulu var: “Cuntacılar yargılanır ve mahkum edilirse. Çünkü hepsinin eli kanlı, hepsinin bu ülkenin geleceğine koyduğu ipotekler var. Bu ülkeye yitirttikleri zamanın, bu ülkede katlettikleri canların hesabı sorulursa, ben aşk filmleri yazabilirim.”
Anlaşılan, Önder, 12 Eylül’le beyazperdede hesaplaşmasını sürdüreceği daha çok film yapacak. O film çektikçe, cuntacılar da ondan çekecek.

Yorum yazın