Sanat

Umumî arzu üzerine

Yazan: HaberVs

Sadık Özben* Şaşırmış olabilirsiniz. Aslında bende şaşkınlığımı üstümden atmış değilim. Ne işim var benim bu dergide? Öyle değil mi, siz de bunu sormuyor musunuz? Vallahi, nasıl oldu, ben de anlayamadım. Gene bu Osman Balcıgil’in işi. Ben ayrıldıktan sonra dergiye yağan, yani binlerce, yani işte bir tomar mektubu aldığı gibi damladı, bizim büroya. Bende Azmi’nin filan […]

Sadık Özben*

Şaşırmış olabilirsiniz. Aslında bende şaşkınlığımı üstümden atmış değilim. Ne işim var benim bu dergide? Öyle değil mi, siz de bunu sormuyor musunuz? Vallahi, nasıl oldu, ben de anlayamadım.

Gene bu Osman Balcıgil’in işi. Ben ayrıldıktan sonra dergiye yağan, yani binlerce, yani işte bir tomar mektubu aldığı gibi damladı, bizim büroya. Bende Azmi’nin filan yanında bu konuyu konuşmak istemiyorum. Çıktık, bir pastaneye gittik. Bu hafta dergi işinin kesinleştiğini söyledi. Ne yalan söyleyeyim, mektuplar kadar haftalık dergi olayından da etkilendim. Şimdiye kadar hep 15 günlük bir yazar olarak yaşamıştım. Biraz “seyrek” bir hayat tarzı. Osman’ın anlattığına göre, basından tanınmış kişiler de telefon edip; “Sadık Bey’i nasıl kaçırırsınız ?” demişler. Örneğin Emre Kongar, Yalçın Pekşen ve başkaları. Şimdi isim saymak istemiyorum – zaten yer kısıtlı.

“Genel yönetmen hâlâ Murat Belge mi ?” diye sordum. “Evet” dedi. “Vah vah, çok sevindim” dedim. “Peki ya engerek ? Şimdi bak, Osman, biliyorsun, ben orada kötü muameleye uğradım. Döneceksem, garanti isterim.” Osman kendini ortaya koydu. “Ben orada oldukça sen merak etme” dedi. “Düşüneyim” dedim, kesin söz vermedim. Hem zaten yarın öbür gün Osman’ı da tensik ederler.

Akşam yemeğe Nejla’nın ailesine gidecektik. Bürodan doğruca oraya gittim, dalgın bir halde. Nejla’nın fabrikatör babası da annesi de yemeğe meraklıdır, Fransız yemekleri yapmışlar. Ben genellikle rakıyı tercih ederken, bu durumda şarap içeyim dedim. Bir yandan Nejla’ya YeniGündem’le ilgili birşeyler söylüyorum, çünkü aklım hep orada. “Tek renk olabiliyormuş, mesela hep kırmızı. “Annesi bir tuhaftır. Ben tavukla roze de gider diye düşündüm” dedi. “Gider tabii. Ha, pardon benim kırmızı dediğim başka. Dergide o.” Babası, “Hangisi senin şu yazdığın dergi mi?” dedi. Kısaca ona da anlattım. “Çok öfkelenmiştim. Siz de biliyorsunuz ya. Ama zaman geçti, şimdi bayağı söndü, diyebilirim. “O sıra annesi içeri girdi, mutfak tarafından. “A, sakın sufle söndü mü?” “Hayır, hayır sufle değil, öfke.” Sayıklayan bir adama bakar gibi baktı suratıma. Sanki mecburum, yalnız onun yemeklerinden söz etmeye. Başka şey düşünmeye hakkım yok!

“Seviyorsan, bence büyütme, devam et” dedi kayınpederim. “Yeterince nezaketle ve ısrarla davet etmişler. Böyle anlaşmazlıklar olabilir, normaldir. Unutmak gerek.” “Benim de doğrusunu isterseniz, eğilimim böyle. Sizin bunları söylemeniz beni rahatlattı.” Nejla, tabii, hiç ağzını açmıyor. Ne yaz diyor, ne yazma. Demez, çünkü sonra iş yürümezse ben ona çatarmışım, “senin yüzünden” dermişim. Yaptığım şey olsa bari. Ben varoluşsal bir insan bireyiyim. Hayat her anı sorumlu kararlar gerektiren bir süreçtir. “Fakat gene öyle tersyüz ederlerse filan” dedim kayınpederime, “bu sefer çok kanlı olur” dedi. Kayınvaldem o ara bizim Ayşe’yle kıkır kıkır bir şeyler konuşuyordu. Başını kaldırdı. “Ama Sadık, müsaadenle turnedo biraz kanlı olur” dedi. Çıldıracağım. Tamam, biz öğretmen çocuğuyuz filan, ama ben de bilirim Fransızların eti kanlı yediğini. Üstelik ben bunu Roland Barthes’tan okudum. Kayınvalidem biliyor mu, Roland Barthes kim?

Neyse kocası karıştı lafa, “ Canım ikide bir çocuğa anlamadan yanlış şeyler söylüyorsun” dedi. Ama kayınvalidem o zamana kadar gene Ayşe’yle lafa dalmıştı bile. Turnedo dersini verdi ya, yeter. Biz devam ettik. Nejla, “Baba, Sadık onu ikna ettiğin için çok memnun” dedi. Hah! Buymuş mesele. Hemen anladım. Yani ben dergiye dönmek istiyorum, ama birinin beni ikna etmesi sonucu kabul etmiş gibi yapacağım. Bunu demek istiyor. Bu bir kere benim kişiliğime aykırı. Tabii bunları yüksek sesle söylemedim. Laf, adamcağıza danışıyorum. Ben herkesin fikrini alırım. “Nejla” dedim, “Yazmak istediğimi saklamıyorum ki. Ama somut bir sorun da var. Görmeden edemem. Şimdi orada engerek var”

“Ah, kusura bakma, Sadık” dedi kayınvaldem, “ Geçen sefer de yaptığım için bugün mereng yapmadım, krep süzet yaptım. Sevdiğini bilsem mereng yapardım”. Artık bir şey diyemedim, gülümseyerek başımı salladım (Acı acı gülümsemiş olabilirim). Gene kayınpeder daldı: “İlahi, çocuk yazarlıktan söz ediyor, sen her seferinde yemek sanıyorsun.”

Kaynanada laf mı yok? “A-a, ne bileyim ben” dedi, “Bu kadar yemek arasında hep o kendi hobilerinimi anlatıyor?”: Yemekleri yediğimiz yetmiyor, bir de yalnız onlar hakkında konuşacağız. Bu kadarında da insan sahiden mide fesadına uğrar. “Hobi”ymiş. Kabul ediyorum, herkes her yazarın değerini bilmeyebilir. Benim kayınvaldeme yazar sorsan, dünya edebiyatında Escoffier, Türk klasikleri arasında Ekrem Yeğen’den başka kimseyi tanımaz herhalde. Abartıyorum. Simenon okur. Bir de alakasız insanların biyografilerini. Neyse, konu bu değil.

Ertesi gün Osman’ı telefonla aradım. Kabul edebileceğimi bildirdim. “Hemen yaz” dedi. “Ne yazayım?” “Yeniden yazacağını yaz!”

İşte o yazı, bu yazı.

*YeniGündem, 10-16 Mart 1986, Sayı 1

Yorum yazın