Gündem

Benim için de öldürme!

Yazan: Mustafa Alp Dağıstanlı

Vatanın zerresi kutsal değildir, kutsal olan insan hayatıdır. Ama ne acı ki yığınlar, “Vatanın bir zerresini vermem” diyerek kandırılıyor.

Vatanın zerresi kutsal değildir, kutsal olan insan hayatıdır. Ne acı ki yığınlar, “Vatanın bir zerresini vermem” diyerek kandırılıyor. Vatanın zerresine tapan putperestler kendi dinleri uğruna bizim çocuklarımızı değil kendilerini feda etsinler.


Kürt meselesi gibi büyük ve çetrefil bir konuda söz sahibi iki taraf varsa ve ikisinin de eli silahlıysa çözüm ümidi, kusura bakmayın, çok zayıftır. Şu son birkaç aydır Türkiye’de yaşananlar da bunu gösterdi zaten. Önce tarafları gözden geçirelim.

PKK: Şüphe etmemizi gerektirecek bir durum yok, elindeki silah tütüyor hâlâ. Silah tutmak istemeyen Kürt örgütlerini sindirme konusunda devletle yarıştı. Aslında, devlet ve PKK birbirlerinin değirmenine su taşıdılar. Baskıcı, hak ve özgürlükleri tanımayan TC rejimi PKK için mükemmel bir zemin yarattı. Şiddet karşıtı Kürt hareketleri eridi gitti, mensupları yalnız ve çaresiz insanlar olarak dağıldı. HEP, DEP, HADEP gibi Kürt partileri de (devletin yanısıra) PKK heyulası altında ezildi. Ne onun sözcülüğünü yapabildiler, ne de ondan bağımsız ve/ya ona karşı durabildiler. Ama bu tamamen PKK’nın silahla korku salması yüzünden olmadı. Ortada başka bir Kürt örgütü kalmayınca, TC de silahtan başka bir şeye kulak asmayınca “gerilla”, sadece silahlı bir güç olarak değil, bütün bölgeyi, hatta bölge dışındaki Kürtlerin hatırı sayılır bir kısmını da yoğuran, biçimlendiren, kimi zaman yeniden yaratan bir ideoloji, bir atmosfer olarak kendini kabul ettirdi. Güneydoğuda gündelik hayatın kılcal damarlarına kadar nüfuz etti. Bu nüfuz edişin boyutunu bilmiyoruz tam olarak. Çünkü ifade özgürlüğü yok ve gazeteciliğimiz de kıt; buraya sonra geleceğim.

TC: Devlet-Hükümet ayrımlarına -varsa bile- girmeye gerek yok. AKP askerin defterini bir nebze olsun dürene ve onları hizaya sokana kadar TC de kovboydan farksızdı. Hani Başbakan Tayyip Erdoğan, 24 askerin öldüğü saldırıdan sonra PKK’nın ne kadar berbat bir örgüt olduğunu göstermek için “kendi elemanlarını katleden bir örgüt” dedi ya, TC de işte aynen öyle bir örgüttü.

Bu arada, Abdullah Öcalan 1999’da Türkiye’ye teslim edilmişti. AKP 2003 başında hükümet kurmuştu. PKK, 2005’e kadar neredeyse silinmiş gibiydi. Şimdi “PKK silah bıraksın” deniyor ya, işte en azından o iki yıllık süre boyunca PKK silah bırakmış gibiydi. Ama AKP barışçı, siyasi çözüm yolunda hiçbir şey yapmadı. Hafifletici bir sebep olarak, “Hükümet olmuş, ama henüz iktidar olamamıştı; askeri vesayeti kaldıracak adımları atamamıştı” denebilir.

Gelgelelim, vesayet rejiminin çökeyazmasıyla sorun bitmiyor. (AKP’nin ve Erdoğan’ın tutarsızlıklarını sayıp dökmeyi geçiyorum.) AKP’yi çözüm yolunda adım atmaktan alıkoyan nedir? Cengiz Çandar’ın (Dindarlar’ın bam teli, 18 Ekim, Radikal) genel olarak İslami hareket için işaret ettiği iki noktanın AKP ve Erdoğan için de geçerli olması: 1) “Milliyetçilikle arasındaki sınırları net biçimde belirleyememiş olması” ve 2) “Osmanlı devletçi karakter”. Bu ikisinin belirlediği psikolojik boyutun da katkısıyla “Vatanın bir zerresini bırakmayız” zihniyeti zıplayıveriyor.

“Bu bir devlet politikasıdır”

AKP dokuz yıllık iktidarı boyunca bazı dönüştürücü adımlar attı. Bunların çoğunda seçmen tabanının desteğini arkasında görüyordu. Fakat Kürt sorununa siyasi çözümde tabanının tavrını tam olarak kestiremediği için korkuyor bir yandan da. Çözüm planının –varsa- ne olduğunu net olarak açıklamamasının ve ikide bir “bu bir devlet politikasıdır, muhalefet de katılsın” kabilinden şeyler söylemesinin nedeni de bu korku. İki kişiden birinin oyunu almış, Meclis’teki sandalyelerin neredeyse yarısına sahip bir iktidar partisinin yapabileceği bu mu? Evet, bu. Ve bu olunca, siz de eli silahlı aktörlerden biri oluyorsunuz. Ama ilk başta söylenmesi gerekeni şimdi söyleyeyim: Devlet zaten silahlı bir örgüttür. Ve siz de meseleye devletçilikle yaklaşınca, her gördüğünü çivi sanan çekiçten farkınız kalmıyor.

Evet, bizi kurtuluşa götüreceği umulan iki aktör bunlar: Refleksi silaha davranmak olan bir devlet ve şiddet eylemleriyle, tedhişle özgürlük vaadeden, önüne gelenin maşa olarak kullanabileceği demode bir örgüt. Sadece bu iki aktörle güzel bir yere varamayız. Dolayısıyla, iyi niyetin gerçeklerin ve tecrübelerin önünde gittiği masaya oturmayla ilgili cesaret verici önerileri revize etmekte fayda var. (Bu durumun bir analizi daha önce burada yayınlamıştı: Kürt sorununa çözüm sorunu.)

Sivil hareketler

Üzerinde en çok durulan iki örnek var: Afrika Ulusal Kongresi (Güney Afrika) ve Sinn Fein (Kuzey İrlanda). Bu iki örnek verilirken, her iki hareketin temsilcileriyle yapılmış değerli mülakatlar önümüze getirildi. Her ülkenin ve hareketin koşulları, özellikleri farklı tabii, fakat bizdeki masaya oturma önerilerinde eksik olan önemli bir ortak nokta vardı: Afrika Ulusal Kongresi de, Sinn Fein de 20. yüzyıl başlarında kurulmuş sivil hareketler. Silahlı mücadele ikisine de sonradan eklemlenmiş.Mal bulmuş Mağribi gibi İspanya – ETA örneğine sarılan Başbakan Erdoğan'ın nasıl üstünkörü bir yaklaşım sahibi olduğunu, gerçek durumu nasıl sakladığını ya da bilmediğini anlamak için Semih İdiz'in bugünkü yazısına bakılmalı.(Bask denince akla ETA gelmemeli, Milliyet)

AUK’nin silahlı mücadeleye başlaması 1960’ların başını buluyor hatta ve silahlı gücün başına da Nelson Mandela getiriliyor. Fakat Mandela çok kısa bir süre sonra hapse atılıyor ve o uzun mahpusluk hayatı boyunca da silahlı direnişe karşı çıkıyor. Zaten bu barışçı tavrıyla dünyayı etkiliyor, ünleniyor, Nobel Barış ödülünü alıyor. Kısacası, her iki ülkede de ciddi ve uzun bir sivil direniş geleneği var. Nitekim, şiddet karşıtı direnişleri inceleyen sosyalbilimcilerin en sık başvurduğu örnekler arasındadır bu iki ülke. Şiddet karşıtı bu güçlü etkiyi dışarıda bıraktığınızda, starlar üzerine kurulu Hollywood film setlerine düşersiniz ve oradan da John Wayne falan çıkar.

Şu alelade şeyi söylemeden geçmeyeyim, yanlış anlamaya ayarlı bir toplumuz çünkü: PKK ile, Öcalan ile müzakere edilmesinin beyhude olduğunu söylemiyorum. Fakat eksik olduğunu, hayati derecede eksik olduğunu düşünüyorum.

“Diğer” aktör

Peki, başka kimi sokacağız devreye aktör olarak? Toplumu. Benim gördüğüm, bu ülkede genel olarak toplum hiçbir zaman ortada olmamıştır, bir soruna sahip çıkıp onun çözümü için ısrarla, inatla bastırmamıştır ve bu yolla pek bir şey de kazanmamıştır. Bunun tarihsel, sosyolojik nedenlerine girmeyelim şimdi, fakat sadece Kürt meselesinde değil, Türkiye’nin birçok sorununda da toplumun, yani “politik sınıf”ın (sadece siyasileri değil, medyayı da içeren sınıfın) dışındaki kesimlerin aktif olarak katılımı gerekir.

Tamam da, toplum dediğimiz şey bu genel haliyle bir tanım bile değil, üstelik homojen bir varlık da değil. Kürt meselesi üzerinden düşünmeye çalışalım; toplum nasıl devrede? Asıl olarak, ölerek, ölüme gönderilerek. Yani pasif bir şekilde. Vicdani redci, solcu falan olmaya gerek yok, bu toplumun birçok ferdi askerlikten “yırtmak” istiyor. Bedelli sızlanmaları boş yere değil. Kimse çocuğunun ölmesini, tehlikeye girmesini de istemiyor. Politik sınıf, savaş kararı vererek, ölmeyi emrederek, politik yolları tıkayarak pasif haldeki toplumu “aktif” olacakları cepheye sürüyor. Toplumun “katılım”ının sağlandığı ikinci büyük alan da, 24 askerin öldüğü saldırıdan sonra yurt sathında görüldüğü gibi, cenaze törenleri ve kabartılmış milliyetçiliğin boy gösterdiği mitingler. Yine politik sınıfın (medya burada en önde) ajite ettiği, pasif kitleleri ölüme göndererek “aktifleştirdiği” bir süreç. Çocuğunu, yani herşeyini kaybetmiş ana babaların kahredici hiçlik duygusuna oynayan, nefret yaratan, şiddeti yapısallaştıran bir ölüm kapanı. Yirmisine gelmemiş, 30’unu aşmamış insanların ölümlerinin beyhude olmadığını işleyerek acıları dağlamaya çalışan şehit edebiyatıyla, binbir türlü ideolojik aygıtla işletilen bir ölüm kapanı. Tam burada şeytani bir değişim vuku buluyor ve asıl aktif olan devlet/örgüt pasifmiş gibi, aslında pasif olan, hiçbir söz hakkı bulunmayan toplum ise aktifmiş gibi görünüyor. Sokaklara dökülen bu kitle, devletin kendilerinin arkasında olduğu örtük kabulünü yoksayarak damarlarındaki asil kanda biriken “gücü” kendi asıl gücü sanıp hükümetüstü, devletüstü bir karaktere bürünüyor ve memleketin gerçek sahibi millet olarak duruma el koyduğu zehabına kapılıyor. Kültürel, siyasi, sosyal zemin zaten elverişli. (Güncel bir açıklama için Ümit Kıvanç’ın yazısı: Demokrasiye veda sürecinin başında, 22 Ekim, Taraf.)

Ölüm istemeyen kitlenin büyüklüğü

Devlet, toplumun büyük bir kesimini bu şekilde devreye sokuyor. Bu aktif-pasif oyununda rol alan pelte kıvamındaki (girdiği her kabın şeklini alan tehlikeli) kitleye karşılık Kürt sorununda siyasi, demokratik çözüm isteyen toplum kesimlerinin kendini göstermesi gerekir. Şiddetten, yani PKK’dan ve devletten bağımsız davranan, taleplerini elde etmek için şiddet karışıtı sivil taktikler ve eylemler geliştiren, demokratik hedefler doğrultusunda daha büyük kitleleri ikna etmeye ayarlı bir hareket, bir koalisyon gerekir. Bu hareketin kendisi zaten demokratik olmak zorundadır ve ikna kabiliyeti de, belki de, düşünülenden daha büyüktür. Otuz yıl içinde 40 bin kişinin ölmesinin yarattığı önyargılar ve nefret, şüphesiz, zorlaştırıcı bir etken, fakat çocuklarının ve başkalarının çocuklarının ölmesini istemeyen daha büyük bir kitle var.

Başka bazı şanslarımız da var. Dünya değişti, Türkiye de, yeterli ölçüde olmasa da, değişti. Bütün yetersizliklerine rağmen daha canlı bir sivil toplum var. Güneydoğudaki sivil toplum örgütlerinin, meslek kuruluşlarının şiddete karşı biraraya gelmesi ve Çukurca vahşetinden sonra daha fazla ve acilen inisiyatif almaya girişecek olması önemli bu açıdan. Benzer bir şekilde, şahane bir adı olan Benim İçin Öldürme (benimicinoldurme.org) hareketi de gayet umut verici, çünkü değişmeyen PKK’yı da şiddetten vazgeçmeye zorlamak gerekiyor devletin yanısıra. Benim İçin Öldürme hareketinin bir Türk ayağı da olmalı.

Hükümetle bir olmak?

Olmalı, çünkü kendimizi ve sorunlarımızı devletin, hükümetlerin insafına teslim edemeyiz. Aralarında makul sözler olsa da, devlet katından çıkan sesler teslim etmememiz gerektiğini gösteriyor. Erdoğan’ın İspanya’ya gönderme yaparak kurduğu şu cümle mesela: “Eğer biz iktidarıyla, muhalefetiyle, STK’larıyla bir olamazsak, beraber olamazsak bu süreç daha da uzayabilir.” Muhalefet partilerini bilemem, ama sivil toplum örgütleri neden devletle, hükümetle bir olacak? Neyin, hangi politikaların etrafında? Belli değil. Belli olan, hele AKP’nin yapısını, Erdoğan’ın kişiliğini göz önüne alınca, merkezi iktidarın berkitilmesinden başka bir sonuca varamaz. Zaten genel kural olarak büyük tarihçi Lord Acton’ın sözü geçerlidir: “İktidara sahip olanlar daima daha fazlasını ister.” Hele bizimkiler! Sivil toplum, pekala hükümetinkinden başka türlü şeyler isteyebilir ve zaten istemelidir. Devleti de, PKK’yı da adil bir barışa, demokratik bir zemine zorlamalıdır. Kaldı ki, bunca yıl Erdoğan gibilerin bu sözüne benzer lakırdılarla geçti zaten.

Teslim etmememizi gösteren bir ikinci örnek de Başbakan Erdoğan’ın gazete patronları ve yöneticileriyle yaptığı toplantı. (Bu toplantıdaki berbat manzaranın güzel bir tasviri için: ‘Milli’ gazetecilik ve ‘gayrımilli’ hislerim, Yasemin Çongar, 21 Ekim, Taraf.) İşin başında, bu toplantının “off the record” olması, yani konuşulanların yazılmaması kaydıyla toplanılması tam bir kepazelik. Medyadan ne istendiğini, kimin ne dediğini, hangi kararların alındığını bilmek toplumun hakkıdır. Bunların açık olmaması başlı başına mide bulandırıcıdır ve bu tür şeylerden hayırlı bir şey çıkması imkansızdır. Gizlilik isteyen, utanılacak birşeyler söyleyecek, isteyecek demektir. Lord Acton’ın dediği gibi, “Herşeyin, adalet uygulamasının bile gizli saklısı eninde sonunda yozlaşır. Açıklığa, tartışmaya tahammülü olmayanın, güvenilirliği de yoktur.”

Türkiye medyası, devletin yedek gücü

Medya Kürt meselesinde şimdiye kadar hiç de iyi bir sınav vermedi. (Hangi konuda verdi ki!) Ve, Taraf’ı bir yana koyarsanız, yine vermiyor ve vermeyecek. Türk medyası, barışın ve demokratik çözümün önündeki en büyük engellerden biridir. Ama eğer toplum kendini ortaya koymazsa, medyayı terbiye edecek olan da –kendisi terbiyeye muhtaç—devlet ve hükümetlerdir. Erdoğan bu konuda o kadar fütursuz ki, Türk medyasını bırakıp Britanya medyasını, uluslararası ajansları da terbiye etmeye kalkmıştı. BBC’yi ve Reuters’ı Kürt meselesiyle ilgili haberlerinden dolayı haşlamış, onlara doğru yolu göstermişti. Şimdi de Türk medyasını hükümetin/devletin iyice yedek gücü yapmak için Thatcher zamanındaki Britanya medyasından örnek veriyor. Britanya medyasında örnek alınması gereken dünya kadar şey varken bula bula bunu bulmuş. Başka bir şey bulma ehliyeti olsaydı, başka meselelerde de, Kürt meselesinde de hayli adım atılmış olurdu şimdiye kadar.

Vatanın zerresi!

Hayır, bunlara güvenemeyiz; “Vatanın bir zerresini bırakmayız” demekten başka bir şey yapmayanlara hiçbir şeyi teslim edemeyiz. İlla toprak verelim diyen yok, zaten toprak isteyen de yok, ama “Vatanın bir zerresini bırakmayız” türünden bir söylem popülist bir kandırmacadır. Yani ne olursa olsun, tek derdiniz bir zerre vatan vermemek. Vatandan, vatanın zerresinden kasıt ne? Türkiye ekonomik, siyasi, sosyal vs. bakımlardan mahvolurken, sürekli çocuklar ölür veya babasız kalırken sizin tek derdiniz vatanın bir zerresi. Vatanın zerresi kutsal değildir, kutsal olan insan hayatıdır, ama ne acı ki, “Bir tek insanın hayatını vermem” demek yerine “Vatanın bir zerresini vermem” diyerek yığınlar kandırılıyor. Vatanın zerresine tapan putperestler kendi dinleri uğruna bizim çocuklarımızı değil kendilerini feda etsinler.

Yorum yazın