“NTV Yayınları neden kapatıldı” başlığı, gelişmeleri takip edenlerde tereddüt yaratabilir. Çünkü Doğuş Yayın Grubu’nun İcra Kurulu Başkanı Cem Aydın 3 Mayıs’ta NTV çalışanlarına yaptığı duyuruda yayınevinin kapanmadığını ancak “çalışma modelini değiştirerek, iş hacmini küçülterek yeniden yapılandırıldığını” söyledi.
Ancak oluşan algı Aydın’ın açıklamasının tersi yönündeydi. Basında bu yönde haberler yer aldı. (NTV Yayınları kapatıldı, Hürriyet, 3 Mayıs 2011)
Yayınevinde çalışan 22 kişiden, kurucu editörü Mustafa Alp Dağıstanlı dahil 15’inin işten çıkarılması bu algının oluşmasındaki ilk neden.
Gerekçesi ya da uygulama şekli ne olursa olsun, NTV Yayınları’nın kapatılmasına dair haberlere verilen tepkiler, yayınevinin okurlar için ne ifade ettiğini görebilmek adına bir fikir veriyor. İlk kitabını 2007’de yayınlayan kurum, NTV’nin de desteğiyle taşın altına elini koydu ve Türkiye’de satış kaygısıyla uzak durulan bir alana girdi. Yayınevinin, “zor” konuları “anlaşılır kılma” felsefesi hatırı sayılır bir kitleden karşılık gördü. Yılda 40’ın üzerinde kitap yayınlar ve cirosu 4 milyon TL’nin üzerine çıkar hale geldi. Sadece satış rakamları göz önüne alındığında bile yayınevinin, Türkiye’de maliyet ve satış kaygısıyla karşılanamayan bir ihtiyaca ne derece cevap verdiği görülebilir.
NTV Yayınları Editörü Mustafa Dağıstanlı, HaberVs’nin yayınevindeki büyük tasfiye süreciyle ilgili sorularını cevapladı.
“Bir başarısızlık söz konusuysa, yayınevinin yöneticisi olarak tüm sorumluluk bana aittir” rezervini koyan Dağıstanlı, özetle, “başarısızlığın” rasyonelleri üzerindeki belirsizliğe dikkat çekiyor. Bunların içinde –yine özetle- en dikkat çekeni, ilk üç yılında kâr eden yayınevinin, en çok satış ve ciroya ulaştığı 2010’da büyük zararlar eden bir kurum haline gelmesi ve bu süreçte ortaya çıkan sorular.
Röportajı yayınlarken belirtmemiz gereken bir şey daha var: Doğuş Yayın Grubu’nun İcra Kurulu Başkanı Cem Aydın ve Mustafa Dağıstanlı’nın 20 yılı aşan bir dostluğu ve zamana yayılan iş arkadaşlığı var. Dağıstanlı, Cem Aydın’ın “yayınevi kapatıldı” demesinin nedeninin, belki de yayınevi kapatılmadan kendisini kovmakta zorlanması olarak yorumluyor. “Cem’le benim özel bir ilişkim vardı …” diyor. Ve “şimdi de başka bir özel ilişki çeşidi olmuş oldu belki.”
NTV yayınları kapanmadı. Bilim ve tarih serisi, çizgi romanlar, güncel ve özel yayınlarla hayatına devam edecek. Çalışma modelini değiştirerek, iş hacmini küçülterek yayınevini yeniden yapılandırmaya çalışıyoruz.
NTV Bilim’i ise ne yazık ki kurtaramadık. Reklam gelirlerinde hedeflerimize ulaşamadık. Dergiye olan ilgi ve ihtiyaç nedeniyle zarara bugüne kadar dayandık. Ancak televizyon reklam sürelerinin daralmasıyla yaşadığımız gelir kaybı, doğal olarak dayanma gücümüzü de etkiledi. Sıkılsak da üzülsek de bu dönemi en az hasarla atlatabilmek için tasarruf yapmamız, zarar eden işlere ara vermemiz gerekiyor. Yayıncılıkta kalite arayışını sürdürmenin başka bir yolu yok. Sizi bilgilendirmek, “sorumluluğumuzun farkındayız kimse merak etmesin” demek istedim.
En baştan başlayayım. NTV Yayınları, birkaç kişiyle yürüyen bir kurumken kısa sürede büyüyen ve isminden çok bahsedilen bir yayınevi haline geldi. Nasıl başlamıştı?
NTV ilk kitabını Mart 2007’de çıkardı. NTV’nin 10. yılı geliyordu. Cem [Aydın], dünyadan ve Türkiye’den önemli olayların derlendiği, almanak mantığında bir 10. yıl kitabı yapmayı önerdi. Alper Altuğ ile birlikte kısıtlı sürede böyle bir kitap yaptık. Birkaç bin tanesi hediye olarak dağıtıldı, satışa da sunuldu. Bayağı beğenildi, bayağı da satıldı. Üç baskı yaptık yanılmıyorsam. Sonra İngilizcesi de basıldı. Bu kitap da cesaret verdi ve yayınevi fikri doğmuş oldu. Daha sonra almanaklarla devam ettirdik. Yayınevinin ilk çalışanları Faruk Eren [editör] ve Budak Akalın’dı [grafiker]. NTV Yayınları logosu kullanılan ilk yayın da 2007’deki Irak’ı Anlamak kitabıydı.
“Para kazanmayı beklemiyoruz ama zarar da etmesin”
O zamanki öngörü neydi? Yayınlar başladığına göre herhalde gelecekle ilgili bir plan program da yapılmıştır.
Cem “Buradan para kazanmayı beklemiyoruz, ama para kaybetmek de istemiyoruz tabii. Kendi kendini döndürsün yeter. Prestij işi olsun” demişti. Bence de mantıklıydı. Yayınevinin kuruluş amacı NTV bünyesinde bulunmasıyla da ilgiliydi. Burası bir haber kanalı, her gün Irak haberi veriyorsun mesela, ama Türkiye’de çeşitli boşluklar var. Bazı alanlarda temel bilgilerden yoksunuz. Irak bizim komşumuz. Kültür birliğimiz var, tarih birliğimiz var, din birliğimiz var… Osmanlı orayı 600 yüz yıl yönetti diyoruz ama bir Irak tarihimiz yoktu. Dolayısıyla haber verdiğimiz kitleye ya da bu kitlenin bir kısmına, o haberleri daha iyi anlamlandırabilecekleri temel sayılabilecek bilgileri vermek istedik. Bu anlamda Irak’ı Anlamak kitabının ilk kitap olması da tesadüf değildir. Özetle yayınevinin kuruluş fikri bir anlama ve anlaşılır olma çabasıydı. Kitaptan para kazanmak Türkiye’de zor bir iş. Ama yayıncının arkasında NTV gibi bir kurum olması avantaj oluşturabilir. “Tamam kar etmesin ama zarar da etmesin”in açılımı neydi? Yıllık bir bütçeniz var mıydı örneğin? Bu anlamda bir şey yoktu. Daha çok el yordamıyla yürüyorduk. Zaten çok büyük bir operasyon olarak başlamadığı için buna o günlerde çok büyük bir ihtiyaç olmadığı da söylenebilir. Başlangıçta belirlediğimiz temel anlayışa uygun kitaplar seçiyorduk. Polk’un [Irak’ı Anlamak] kitabından daha iyi ve daha ayrıntılı Irak kitapları şüphesiz var. Ama biz uzmandan ziyade, bir haber kanalının izleyicisine hitap etmek istiyorduk. Popüler bilim kitapları da ana kanallarımızdan biri oldu.
Şüphesiz NTV güvenilir bir markaydı. Türkiye’nin en güvenilir beş markasından biri olduğu söyleniyor. Yayınevi NTV ismini taşıyor. 2008’de tarih dergisini çıkarırken de isminin NTV Tarih olmasında ısrar ettim. Bu hem bizim için hem de NTV için önemliydi. Çünkü kaliteli bir şey yapacağımızı düşünüyorduk. NTV markasının hem bizi destekleyeceğini, hem de bizim yaptığımız işin NTV markasını pekiştireceğini düşünüyorduk.
NTV işin başında arkamızda durdu. O güne kadar televizyonda pek kitap reklamı görmemiştik. NTV bunu yaptı. Bunun mutlaka faydası oldu. Ama kitap basmakla iş bitmiyor, dağıtım sorunu var. Dağıtımcılar kendi borularını istedikleri gibi öttüregelmiş kuruluşlar. Biz önce küçük pazarlıklarla onlara daha yakın bir yere geldik. Ama şunu da söyledik: “Kitaplar zaten sizin göstereceğiniz çabanın ötesinde bir satış yapacak. Çünkü arkasında NTV var. Bu destek sizin de işinize yarayacak.” Kısa bir süre sonra o dağıtım ağından istediğimiz hizmeti alamadığımıza karar verdim. Ve yüzde 40 olan iskonto oranını düşürdüm. Çünkü verdikleri hizmet yüzde 40’ı karşılamıyordu. Bunu yaparken şüphesiz NTV’ye güvendim. Şakayla karışık “Dağıtımcıları terbiye etmek için gönderildim” diyordum. Daha sonra bir dağıtımcıyla çalışmak yerine birkaçıyla ve büyük mağaza zincirleriyle doğrudan kendimiz çalışmaya başladık.
“Bir saatten sonra işler değişmeye başladı”
Başlangıç mantığı büyüme sürecinde de devam etti mi? Yayınevinin hedeflediği ve tematik yayınlarla gidermeye çalıştığınız boşluk, piyasada ayakta kalabilmek için çok uygun olmayabilir?
İki üç yıl kuruluş felsefemize uygun devam ettik. Çok satan kitaplarımız da oldu. Ama örneğin Yves Lacoste’un [Büyük Oyunu Anlamak Jeopolitik: Bugünün Uzun Tarihi] kitabını da bastık. Ağır sayılabilecek, üstelik ucuz da olmayan bir kitaptı. O alanın en önemli kitaplarından biri. 3 bin bastık ve çok geçmeden ikinci baskıyı da yaptık. Bir şekilde okuru doyuracak işler yaptık. Ama bir saatten sonra işler değişmeye başladı. Küresel finansal krizin de etkisi oldu şüphesiz.
Yayınevi 2010’u zararla kapadı. Üç ciltlik Karikatürlerle Cumhuriyet Tarihi kitabını yapmaya şimdi olsa karar verilmezdi sanırım. Ya da Irak’ı Anlamak kitabını basar mıydık? Emin değilim. Muhtemelen basmazdık. Bu türde kitaplar önerdik sonra da, çoğuna “boşver” dendi.
Bu arada yayınevi 20’ye yakın insanın çalıştığı, ayda birkaç kitap yayınlayan bir kurum haline geldi.
Ben hesap adamı değilim. Ömrüm yazıyla uğraşmakla geçti. Ama hesaptan çok iyi anlayan, çok donanımlı ve tecrübeli bir arkadaşımız vardı. Bizim bütün operasyonun başındaydı. Şunu gözetiyorduk ilk başlarda: Her kitaptan bir lira da olsa kar edelim diyorduk. Kar marjlarımız çok yüksek değildi.
Yıl sonu raporları da doğru yolda olduğumuzu gösteriyordu. 2007’yi artıda kapadık. 2009 başında bir toplantı yaptık. 2008’in tablosuna bakacaktık. Cahillikler Kitabı gibi çok satan kitaplar yapmıştık. NTV Finans Müdürü Ahmet İren o toplantıda yayınevinin 600 bin TL kadar kârda olduğunu söyledi. Ben de, Cem de şaşırdık. Güzel bir şaşkınlık. 2009’u da kârla kapadık. Temmuz 2010’da bir toplantı yaptık ve bu kez 600 bin lira içerde olduğumuzu söylediler.
“Her üç kitaptan ikisi zararda”
Yani 1,5 yılda 600 bin TL kârdan bir anda 600 bin TL zarara mı düştünüz?
Bize “üç kitabınızdan ikisi içerde” dediler. Asıl buna şaşırdım. Dediğim gibi, neredeyse tek nirengi noktam “her kitap kendini kurtarsın” idi. Ahmet İren bu hesapları çok kabaca yaptıklarını, daha ayrıntılı çalışıp daha net bir rapor getireceklerini söyledi. Ertesi haftaki toplantıya bu nihai raporu inceleyip girmek istiyorduk, ama toplantıdan ancak 10,15 dakika kadar önce raporu görebildik. Neyse, Ahmet’in raporu da gösteriyordu ki, üç kitaptan en az ikisi kârdaydı. Şimdi bu ayrıntılara girmek istemiyorum ama asıl mesele şu: Bu yeni hesaba göre biz, daha önce kar ettiğimiz söylenen eski yıllarda da zarar etmiş görünüyorduk. Bunun mümkün olmadığını söyledim. 2009 sonunda düşük maaşlı arkadaşlarım için ekstra zam istemiş ve almıştım. “Ben arsız biri değilim. Hangi yüzle o zammı istedim ve siz de neye dayanarak verdiniz? Buranın zarar ettiğini düşünseniz zam verir misiniz?” diye sordum.
Bir konuda hak yememek gerekir. NTV içinde bir takım genel gider payları var. Onu kelle sayısına göre birimlere dağıtıyorlar. İlk iki yıl sanırım bize bu payı bindirmediler. Ama zaten ilk yıl biz radyo bölümünün ortasında bir masada çalışıyorduk. Sonra da [2010’a kadar] küçük bir yerde tıkış tıkış çalıştık. Dolayısıyla çalışma alanının yüzölçümüne vs baktığın zaman genel gider payımız düşüktü.
Yayınevinin parasal akışını NTV mi tutuyor?
Grubun bir finans birimi var. Onlar bakıyor. 2010’da bu iyice merkezileştirildi.
Yayınevinin maliyetlerinin ve satış gelirlerinin ne olduğunu bilmiyor musunuz?
Onları şüphesiz biz biliyoruz. Kaç bastık, kaç sattık… Onlarda bir problem yok. 2010 ortasında böyle bir durum çıkınca biz gaza bastık ve “bu yılı kurtarabilir miyiz” diye bütün ekip gece gündüz çalıştık. Rekor satışlar yaptık, Aralık’ta örneğin… O ara Cem’ler yayınevinin küçültmesi, üretimin kısılması gerektiğini söylüyordu. Biz de küçülmenin durumu iyileştirmeyeceğini, geliri azaltacağını ve bizi kurtarmayacağını düşünüyorduk. “Yayınevi için bir iş modeli oluştursak iyi olur” dedi Cem.“[Doğuş] Holding’den Nezihi Alptürk’ten yardım isteyebiliriz. Çok değerli bir insan, hem kitapları da seviyor, takip ediyor. Ne dersin?” diye sordu. “Seve seve” diye kabul ettim.
“Küçülmemiz lazım”
Nezihi abi ve Sena, hesaplar üzerinde epey bir çalıştılar. Bu çalışmadan sonra, yılın başlarında, Nezihi abi, Ahmet ve Cem bir toplantı yaptık. Nezihi abi, yayınevinin kıymetli bir marka olduğunu ve onu küçültmek yerine sağlıklı ve planlı bir şekilde büyütmenin iyi olacağını söyledi. Ama Ahmet ve Cem küçülme kararını zaten vermişti. “Üç editör kalacak” dediler. Ben de üç editörün ismini verdim. Ahmet araya girip “Sen dahil üç editör kalması gerekiyor” dedi. “Ben zaten kendimi saymıyorum. Ben çekildim. Size tavsiyemi söylüyorum” dedim. Bunun üzerine Nezih abi tekrar bu kararı bir kere daha düşünmeyi önerdi, ama Cem kararlıydı: “Küçülmemiz lazım.”
Sen neden çekiliyorsun?
Çünkü büyük bir kıyım yapılacaktı ve buna gerek olmadığını düşünüyordum.
Burada bir çelişki söz konusu değil mi?
Yüksek sayılabilecek bir kârdan bir anda zarara geçildiği söyleniyor. Bunun bir arasının olması gerekmez mi? Biz her yılın ilk altı ayını çok iyi kapamıyoruz. Kâr ettiğimiz yıllarda da bu böyleydi. Belki almanak hazırlamanın etkisi. Aralık ortasında çıkarıyoruz almanağı. Dolayısıyla Ekim ve Kasım çok yoğun geçer, başka pek bir şeyle uğraşamayız. Bu iki aylık “boşluk” ertesi yılın ilk aylarını etkiler. İkinci altı ayda da genellikle atak yapardık. Bize daha önce aylık, üç aylık raporlar gelirdi. Ama 2010’da, finans bölümünün daha merkezi hale getirilmesinden sonra bu raporlar da gelmemeye başlamıştı. Bu her şeyi açıklar demek istemiyorum, ama beklediğimizden daha kötü bir yerde olduğumuzu daha erken görebilirdik.
İkinci bir önemli değişiklik de şuydu: 2010 boyunca ekip genişledi. Dolayısıyla editoryal maliyet artı.
Bahsettiğim toplantı sonrasında Cem’e, “Ayda bir kitap basacak ve bu insanları atacaksan, Kitap’ı da Dergi Grubu’na bağla. Olmuyorsa olmuyor. İşi bırakıp arkadaş gibi konuşalım. Başka bir şey yapalım. Olmadı ben başka bir iş arayayım” dedim. Cem kalmam için ısrar etti.
Yayınevinin “şişme” nedeni
Bu “evet iş yürümüyor ama sen yine de kal” demek anlamına gelmiyor mu?
Ben bir yayın kuruluşunda teknik şeyler hariç neredeyse her işi yapabilirim. Somut bir şey yoktu ama bunun üzerinde de konuştuk. O konuşmada şöyle bir şey daha geçti. Cem “Abi, ben seni biliyorum; sen de benim gibi yumuşak birisin. Çok demokratsın” dedi. Tam onun kelimeleriyle söylemiyorum ama sonuçta yayınevinde bir yönetim zafiyeti, bir laçkalık olduğu anlamına gelebilecek birkaç şey söyledi. Kesinlikle doğru olmadığını söyledim bu yargının. Bu kadar özverili insanlar bulmanın zor olduğunu söyledim. “Ama neyse, bağla Dergi Grubu’na, senin istediğin gibi yönetilir o zaman” dedim.
“Daha çok satarken, daha çok zarar etmişiz”
İki gün sonra, yayınevini üç editöre indirmektense alternatif bir tasarruf planı hazırladım ve Cem’e e-posta ile gönderim. Kabaca, daha az fire verip ama kaydırmalar yapıp, yılda 500 bin TL gibi bir tasarruf sağlanabileceğini ayrıntılı bir şekilde anlattım. Cem “Düşünülebilir” dedi ama üzerinde hiç konuşulmadı bu planın, bu plan yok sayıldı. Aynı e-postada, zararda olduğu belirtilen 2010 ekibindeki “şişmenin” nasıl olduğunu da hatırlattım. Ben en son, 2009 sonbaharında bir editör işe almıştım; kesinlikle ihtiyacımız vardı: İpek [Cent]. İpek aynı zamanda Internet ayağıyla da uğraşacaktı. 2010’da gelenlerin hepsini Cem göndermişti. Tabii bana “Sen de hesaba kitaba bakıp kabul etmeseydin” denebilir. İşlerin iyi gittiğini sanıyorduk ve kaldırabiliriz diye düşündüm. Ayrıca, bu insanlardan en ufak bir şikâyetim yoktu, gayet çalışkan ve yetenekli insanlardı. Benzer bir iş kursam onları işe alırım yani. Ama bunları sorumluluğu üzerimden atmak için söylemediğimi de belirttim. Buranın yöneticisi ben olduğuma göre, nedeni ne olursa olsun başarısızlığın da sorumlusu benim. Ama editoryal kadronun genişlemesinin ve maliyetlerin artmasının nedeni buydu.
2011 başında, 2010’un kesinleşmiş tablosu bize iletildi. Bu tabloyu görünce hepimiz dehşete düştük. Örneğin ikinci altı ayda, ilk altı aya kıyasla gelirlerimizi 1 milyon TL arttırmışız. Ama daha çok zarar etmişiz. Yani, en azından son 4 aydaki deliler gibi çalışmamız daha büyük bir zarar yaratmış!
Yani satış artsa bile attığınız her adım sizin aleyhinize olmuş?
Evet, hiç kitap çıkarmasak, çalışmadan orada dursak neredeyse daha az zarar edeceğiz. Bu ticari mantığa ters bir şey. Böyle bir durum varsa zaten hemen kapatmak lazım! Üretim artarsa, üretim maliyetinin de artması doğal. Ama öyle bir artış var ki, bunu anlamlandırabilmek imkânsız. Artık gülüyorduk duruma.
Ahmet’in istediği türden bir küçülme değil, ama bir tasarruf hamlesi, yeni bir planlama mutlaka gerekiyordu. Cem’e ilettim bunu ve Nezihi abiyle bir kere daha bir plan üzerinde çalışacağımızı söyledim. “İyi olur” dedi. 2010 tablosunun ayrıntılı dökümünü istedik. Bu ayrıntılar bize bir türlü gelmedi. Neredeyse 1,5 ay sonra gelenler de istediğimiz ayrıntıda değildi. Ayrıca, bazı dergilerin verdiği bazı eklerin, promosyon malzemelerinin bize gider olarak yazıldığını tesbit ettik. Sistematik olarak böyle hatalar varsa…
Yayınevinin makyaj giderleri
Başka birimlerin giderleri yayınevine mi yüklenmiş?
Evet. Ayrıca, makyaj gideri diye bir hane vardı örneğin. Bizim makyajla ne işimiz olabilir? Akşam Harbiye’ye mi çıkıyoruz? Bunları Cem’e de anlattım. O da güldü. Bu kayıtlama sistemiyle 2011’in de tehlikeye gireceğini söyledim. Ayrıca yayınevinde çalışıp, kurum içinde çeşitli birimlere iş yapan arkadaşlar vardı, onların maaşının bölüştürülmesi gerektiğini söyledim. Sırf bu kaydırmalarla tasarruf sağlayabilirdik. Cem bunları kabul etti, “Ben de üzerinde çalışayım, tekrar konuşalım” dedi. Cem, Nezihi abi ve ben bunları da içeren bir iş planını konuşmak için toplanacaktık. Ama toplantıda Cem yayınevini kapatacaklarını söyledi. Nezihi abi, hem kitap hem de dergiler için ciddi bir fizibilite çalışması yapmayı önerdi. “NTV Yayınları zarar etmiş olsa bile NTV markasına kattığı değerin bu zarardan fazla olduğunu sanıyorum Cem” dedi. Fakat Cem bu noktaları geçtiğimizi söyledi.
Bu kapatma meselesini de açmakta yarar var. Cem, sadece satıştan sorumlu arkadaşımız Tüzün’ün kalacağını söyledi. Mantıklı; zira mevcut kitapların satışı devam edecekti. Nezihi abiyle vedalaştıktan sonra Cem, “Kapatıyoruz, demeyelim ama. Prestij kaybı olur, ‘Ara veriyoruz’ diye duyuralım” dedi. Ben de “Bu kadar insanı kapıya koyunca ne dersen de, kapatıldı diye algılanır” dedim. İki ayda bir kitap falan basabileceklerini söyledi. Beni de işten çıkarmıştı, maaşımın yarısından az bir paraya telifle çalışacaktım. Bu parayla geçinemeyeceğimi kendisinin gayet iyi bildiğini söyledim. “Bir de başka bir iş bulursun” dedi. Beni bir ay idare edip edemeyeceğini sordum. Edebileceğini söyledi. “Sağol”, dedim, “ben de bu arada iş ararım.” Galiba, yayınevini kapatmadan beni işten atmakta zorlandığı için bana “Kapatıyoruz” dedi Cem. Nitekim, ben odadan çıkar çıkmaz Elif Kutlu’yu arayıp onun kalacağını, çizgi romanlara devam edeceklerini, ayda bir kitap basacaklarını söylemiş. Şimdi yayına hazır kitaplar var. 2011’de de yayınevi kapanmamış gibi devam edebilir. Kesinlikle de kâra geçer.
Hiçbir şey yapmamak ama en uç şeyi yapmak
Buradaki mesele şu: Hiçbir şey yapmamakla en uç şeyi yapmak arasında atılabilecek, atılması gereken bir adım yok muydu? Bu adımlar neden atılmadı?
Ben somut bir öneri getirmiştim örneğin. Bu arada aylar geçti ve hiçbiri denenmedi. Şimdi bir de reklam krizi gelince yapacak bir şey de kalmadı belki.
Aynı sorun kapatılan NTV Bilim dergisi için de geçerli. On beş bin satan bir dergi ama reklam alamıyordu. Kapatmadan önce yapacak bir şeyin yok muydu? Reklam alamama sorunu dergi çıktığından beri vardı. Cem, reklam servsine çıkışmış, iyi de 15 gün sonra da dergiyi kapattın. 15 ay önce çıkışılması gerekirdi. Şimdi mesela NTV Tarih için de benzer bir sorun var. İyi bir dergi ama sorunları var; ben çıkardığım için gayet iyi biliyorum. Ama duyduğum kadarıyla derginin “mükemmel” olduğunu düşünüyorlarmış. Eh, o zaman onun da ipini çekebilirler yakında. Halbuki, yapılabilecek ve yapılması gereken şeyler var.
Bu hikâyeyi dışarıdan dinleyen biri, birbirini iyi tanıyan iki insanın (Cem Aydın ve Mustafa Dağıstanlı), birlikte prestij projesi gerçekleştirdiğini, başarılı olan bu işin zamanla beklenenden büyük bir hacme ulaştığını ama rasyonellerinin hiçbir zaman belirginleşmediğini, el yordamıyla yürüdüğünü düşünebilir. Sen ne diyorsun?
Evet, Cem’le benim özel bir ilişkim vardı … diyeyim. Şimdi de başka bir özel ilişki çeşidi olmuş oldu belki (Gülüyor). Bunlara girmek istemiyorum pek. Cem’i henüz hukuk fakültesinde öğrenciykenden beri tanıyorum. Asıl olarak, yayınevi, Cem’in bir girişimiydi. Çünkü iyi şeyler yapmak isteyen biriydi Cem ve benim de bunu yapabileceğimi düşünüyordu. Sağolsun. İş böyle ilerledi ve kendi kendine de büyüdü. Ve o hatır gönül ilişkisinin de ötesine geçti. NTV Yayınları parmakla gösterilen, imrenilen bir yerdi. Sorunları vardı, ama potansiyeli de çok yüksekti. Bayağı para kazandıracağını düşündüğüm birkaç proje de önerdim, ama onların da üstünde durulmadı. “Hadi girişelim” denmedi. Ben sağlıklı bir şekilde büyüyebileceğine inanıyordum. NTV Yayınları’nı yoktan varettik. Bir başarı hikâyesi olarak da konuşabilirdik, ama şimdi bir başarısızlık hikayesi olarak konuşuyoruz. Yine de ben ve arkadaşlarım ve dışarıdan çalıştığımız onlarca insan şu lafı çok sık duyduk: “NTV Yayınları, NTV’den daha iyi, daha prestijli bir marka haline geldi.”
“Yumuşak” yönetim
Peki, demin sözünü ettiğin, Cem Aydın’ın ima ettiği yönetim zaafı ya da laçkalık algısı nereden kaynaklanıyor, haklılık payı var mı?
Sen de gayet iyi bilirsin, medyada bir şekilde beraber çalıştığım insanlar da bilir. Ben öyle “hıyararşik” yapılardan ve ilişkilerden hiç hoşlanmam ve öyle bir ortamdan iyi iş çıkacağını da sanmam. Ben çalıştığım arkadaşlara “Bu akşam sabahlanılacak” talimatı vermiyorum ki, “Sabah 9’da iş yerinde olunacak” talimatı vereyim. İş varsa zaten gerekeni yapıyorlar. İki gün uyumadan çalıştığımız günler istisna sayılmaz. Benim bir yeteneğim varsa öyle bir düzen sağlamkata değil. Onu, bulsunlar bir polis emeklisi, ona yaptırsınlar. Vaktimizin çoğunu işyerinde geçiriyoruz, fazla fazla. O zaman, rahat etmeliyiz, eğlenmeliyiz. Yaptığımız işten tat almamız lazım. Eşitlikçi bir ortamda çalışmamız lazım. Televizyonlara çıkınca, gazetelere konuşunca demokrasi hedefinden bahsediyoruz. Memleketin yeterince demokratik, siyasetçilerin yeterince demokrat olmamasından yakınıyoruz. Ama işte, günlük hayatımızda demokrat olmayı bir kabahat sayıyor, bunun sakınmamız gereken bir şey olduğunu söylüyoruz. Efendim?! Benim “yumuşak” bir yönetici olmam, vs dikkat çekse bile, göze batmazdı. Ama iş sorunlu bir sürece girdiğinde bunlar da gündeme gelmeye başladı.
Çok basit ve kanıtlanmış bir mesele bu. Artık kimse itiraz edemez ki, diktatoryal yönetimlerde, demokrasisi kıt ülkelerde yolsuzluk, soysuzluk, kayırma ve kaytarma daha yaygındır. Hadi bir örnek vereyim. Geçenlerde Bursa Kitap Fuarı’na dergi grubunun çalışanları ve bizimkiler ayrı stantlarda katıldı. Dergi grubunun adamları kaldıkları oteli beğenmemiş ve fuar alanına uzak termal bir otele geçmişler. Araç kiralamışlar. Fuara da uğramamışlar haliyle. Standda duran hostesler aç kalıp bizimkilerden yardım istemiş, vs. Kaldıkları otelin havuzundan, bizimkilere “Biz şimdi bunları havuzdan yazıyoruz” diye nanik mesajları atıyorlarmış. Benim “yumuşak” ortamımda çalışan hiçbir arkadaş böyle bir şey yapmaz.
“Rakamlara hâkim olamam, olmak da istemem”
Peki kendini nerede eleştiriyorsun? Bir konuda “şu işi daha iyi yapabilirdim” diyor musun?
Cem bana “Şu rakamlara daha hâkim olsan” derdi. Eyvallah, ama ben rakamlara nasıl hâkim olayım? Muhasebeci değilim. Daha önce de söylediğim gibi, finans bölümünden bize temiz, anlaşılır, ayrıntılı ve doğru tablolar gelmeliydi. Ben de onlara tabii ki hakim olmalıydım. Ama bizim işimiz, gider kalemimizde gözüken makyaj giderini ayıklamak değil mesela. Ben buna hâkim olamam, olmak da istemem. Bizim, 2010’da yeni elemanlar alınırken bunun hesabını yapmamız gerekirdi. Bu bir hata mesela. Küçülme kararı çok önceden alınmış ve bu her şeye kapalı bir karar oldu. Burada iyi bir iş çıkardık ve daha iyisini de çıkarabilirdik.
İyi bir işin karşılığını bulacağına inanırım. Nihayetinde yüksek edebiyat değil, popüler düzeyde iş yapıyoruz. Dolayısıyla satış rakamı bunun ölçütüdür. Ve bizim sorunumuz satış rakamlarında değildi. Saymadım ama çıkardığımız 100 civarında kitabın çok büyük bir bölümü en az iki baskı yapmıştır. Yılda 5 milyon liraya yakın cirosu olan bir yayınevinden söz ediyoruz.
Sen kendine editör diyorsun. Ama bir yayın yönetmenisin. Yönetmen konumunda birinin, editörlük yapmaktan çok işi yönetmekle uğraşması gerekmez mi?
Bunlar çok ayrıştırılabilir şeyler değil. Fabrika yönetmiyoruz sonuçta. Benim kitapla uğraşmam, fabrika müdürünün aşağıya inip işçinin sıktığı vidayı sıkmasıyla aynı değil. Bizim işimiz vida sıkan adamla müdür olan adamın aynı olduğu bir iş. Beraber çalıştığım arkadaşlarım bilir, ille de bir hiyerarşiden bahsedeceksek, ilkem şudur: Primus inter pares (eşitler arasında birinci). Herkesin serbestçe her tür fikri dillendirebileceği, her tür itirazı sakınmaksızın gözümüze sokabileceği ortamlar gelişmeye uygundur, hem işi hem insanları zenginleştirir. Kalite burada vardır. İşten atılan ekibin yarattığı ve içinde çalıştığı ortam böyleydi işte. Bu bakımdan NTV sülalesi içinde bu ekiple yarışabilecek başka bir birim bulunduğunu sanmıyorum.
“Yangında gözden çıkarılacak ilk şey yangın hortumu olamaz”
Yayınevinin kapanması ya da ara verilmesi medyadan aşina olduğumuz bir durum. Sence bir süre sonra tekrar büyümesi söz konusu olabilir mi?
Özellikle RTÜK’ün reklamla ilgili kararlarından sonra Cem’in bir tasarruf hamlesine gitmesi kaçınılmazdı bence de. “Ara verelim, durum düzelirse canlandırırız” dedi. Ama canlandırmak için bunu yapabilecek insanlara ihtiyaç var. Cem hem NTV içine hem de kamuoyuna gönderdiği açıklamada “kalite arayışını sürdürmenin başka yolu yok” diyor. Bir yangında gözden çıkarılacak ilk şey yangın hortumu olamaz. Kalite arayışından bahsediliyorsa, kaliteli bir ekibe ihtiyaç var. Sen, doğrudan yangın hortumunu atıyorsun. Her zaman söylerim, dürüstlük ve sammiyeti gönderince zeka çok daha büyük hızla kaçar. IQ testlerindeki performansınla çelişirsin.
Kalite arayan biri, bizim Emre [Ergüven] gibi her bakımdan pırlanta gibi birini atmaz. İpek’i çıkarmaz. (Çıkarmayacaklarmış, sosyal medya işlerini çok iyi yapıyor diye, ama parası yüksekmiş! Yahu, kalitenin ucuz olduğu nerede görülmüş! Kalite arıyorsan karşılığını vereceksin.) Sena gibi birini çıkarmak için insan kendisiyle ilgili birçok şeyi gözden çıkarmış olmalı. Donanımının, beceresinin yanısıra son derece yapıcı, yumuşak (pardon, bu kabahat da olabiliyor), dürüst, nazik, kolay çalışılabilir, sektörle ilişkileri son derece iyi ve son derece güvenilir birini kapı önüne koyuyorsunuz.
2005 Temmuzunda beni dış haber editörlüğünden alırken Cem şunu söylemişti: “Burası BBC değil abi.” O zaman sosyal, siyasal ortamın baskısıyla kaliteden vazgeçmişti. (BBC’yi takdir ettiğini, ona imrendiğini biliyorum.) Bence vazgeçmek gerekmiyordu. Şimdi de ticari baskıdan dolayı vazgeçti ve bence yine vazgeçmek gerekmiyordu. Atılabilecek başka adımlar vardı.