Sanat

Tiyatroda içerikten ve seyirciden başka her şey tartışılıyor

Yazan: Güventürk Görgülü
Ertan Önsel

İstanbul Bilgi Üniversitesi Kültür Yönetimi Bölümü'nden Serhan Ada ve Asu Aksoy, tiyatro tartışmasını bütün yönleriyle HaberVs'ye yorumladı

İskender Pala'nın gitmediği bir oyun üzerinden başlattığı ve “muhafazakar sanat manifestosu” tartışmasından Şehir Tiyatroları'ndaki yönetmelik değişikliğine, oradan da Başbakan'ın herkeslere haddini bildiren “mürebbiye gibi parmak sallayamazsınız” çıkışına uzanan tiyatro kavgası “özelleştirilsin mi özelleştirilmesin mi?” ikilemi üzerinden devam ediyor.

Tartışmanın özü esasen tam da Başbakan'ın dedği gibi “ideolojik”. Ama diğer taraftan işin bir de “mali” yönü var. Şimdiye kadar egemen ideoloji tarafından ezildiklerini ve tiyatrodan dışlandıklarını dile getiren muhafazakar kesim, başlarında bulundukları belediyenin veya bakanlığın “parasıyla” birilerinin kendilerini eleştiremeyeceğini dile getiriyor. Özet olarak da artık bu tür sanatçılara destekvermeyeceklerini, beğendikleri, kendileri gibi düşünen, “toplumun değerleriyle ters düşmeyen sanatçılara” destek olacaklarını söylüyorlar.

Bu konuda ne Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, ne de hemen ardından tiyatroların özelleştirileceğini doğrulayan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın söylediklerinin ani tepkiler olduğu pek düşünülmüyor. Aksine Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Prof. Mustafa İsen’in Nisan ayı başında yaptığı “Devletin sineması yoksa tiyatrosu da olmaz, proje desteğine dayalı yeni bir sistem getirilmesi lazım” açıklaması, konunun zaten tartışılmakta olduğunu gösteriyor.

İstanlul Bilgi Üniversitesi Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetimi Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Asu Aksoy

“Propagandanın alıcısı çıkmaz”

Fotoğraf: Ertan Önsel

Fotoğraf: Ertan Önsel

Tiyatro tartışması bu noktaya neden geldi sizce?
Ben de bilmiyorum neden geldi ama iktidar ben size para veriyorum, siz de benim verdiğim parayı bana karşı kullanamazsınız gibi bir yaklaşım içinde. İkinci gerekçe olarak da tiyatroda seyirci sayılarının artmamasını gösteriyorlar. “Bu kadar yatırım yapıyoruz neden artmıyor?” Bir de böyle bir gerekçe var gibi görünüyor. Ama bu düşünce bugün ortaya çıkmış değil. Biz burada 6 ay kadar önce İKSV, Kültür Bakanlığı ve pek çok kurumun içinde olduğu kültür politikalarıyla ilgili bir yuvarlak masa toplantısı yaptık, O toplantıda  Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen devlet tiyatrolarının özelleştirilmesi gerektiğini, devletin himayeci bir şekilde bu işin içine girmemesi gerektiğini zaten söylüyordu.

Bu kavga bir kültür çatışmasının sonucu mu?
Evet Murat Belge'nin geçen gün başlattığı tartışma gibi bir kültür savaşı dönemine giriyoruz. İki hat var; biri laik, moderleşmeci, diğeri de muhafazakar kanat. Bu 2010'da biraz yaşandı. İskerder Pala kendi köşesinde bir dizi yazı yazdı. “İKSV Türkiye için bir imaj yaratıyor ama biz neden bu alanda yokuz?” diye sordu, bir özeleştiri olarak. Bu bir kimlik ama bu kimlik kendini sanatta yeniden üretemiyor.

Başka ülkelerde bu iş nasıl yapılıyor? Bu konuda örnek alınacak bir yapı var mı?
Bağımsızlık ve yaratıcılık açısından bizim örnek aldığımız yer İngiltere olabilir. Orada devlet bütün sanat alanlarına yıllık bir fon ayırıyor. 2010 rakamlarına göre devlet 350 milyon sterlin ayırmış. Bu bizim Kültür Bakanlğı’nın toplam bütçesi kadar. Bu parayı 830 kuruma dağıtıyor. Ama bunu devlet kendisi dağıtmıyor. Sanat Konseyi (Art Council) diye bir kurum aracılığıyla yapıyor. Bu konsey özerk. Bu 830 sanat kurumunun içinde tiyatro, opera bale, galeri, müze vb. her şey var. Ve bu kurumların da hepsi bağımsız. Bunların içinde finansmanının daha çok kısmını buradan alanlar da var daha az alanlar da var. Bunların hepsinin ayrı bütçesi var ve bu bütçeleri hepsi ayrı ayrı yönetiyor. Kimi istihdam edecek, kaç kişiyi istihdam edecek kimi sanat yönetmeni yapacak hepsi bağımsız.

Tabii bir yandan oldukça güçlü ticari tiyatrolar da var…
Tabii sanat kurumlarının bazıları ticari. Bunlar West End dediğimiz ticari tiyatrolar. Bunlar fondan yardım almıyorlar çünkü onlar bilet gelirleriyle dönüyorlar. Diyelim ki 120 pounda bilet satıyorlar.  Başına Andrew Lloyd Webber geliyor ve onun David Copperfield oynu 15 senedir West End'de Leicester Square tiyatrosunda oynuyor. Bir de ticari iş yapmayan, daha yenilikçi, sanatsal, riskli, yatırımı yüksek binlerce sanat kurumu var. Bunlar da 2-3 senede bir bu Sanat Konseyi’ne başvurarak projeleri için finansman arıyorlar. National Theatre üç yılda bir bu kuruma başvurarak anlaşma yapıyor ve finansman alıyor.  Ulusal Tiyatro bir kamu kuruluşu değil ama İngilterenin başta gelen sanat kurumlarından biri tamamen ve bağımsız. Çok iyi iş yaptığı için devlet Sanat Konseyi aracılığıyla Ulusal Tiyatro’yu sürekli destekliyor. Devletten maaş alan kimse çalışmıyor burada ama National Theatre şeffaf olmak zorunda, bütçesini tamamen açık tutmak zorunda. Burada kritik nokta şu; Ulusal Tiyatro’nun gelirlerinin sadece yüzde 28'i Sanat Konseyi’nin tahsis ettiği paradan oluşuyor. Yüzde 9'u sponsorluk, yüzde 15'i ürün satışlarından. Gişe gelirleri ise yüzde 28 düzeyinde. Yani bu tiyatro gişeden kazandığı kadar devletten yardım alıyor.

Peki Başbakan dediği gibi yaparsa ne olur? Yani begendiğine para verirse…
Bence bizimkilerin gelmesi gereken nokta İngiltere’deki gibi bir nokta. Ama Başbakan’ın dediği “biz istediğimiz destekleriz” anlayışı kabul edilemez bir yaklaşım. İktidar bütün halka hizmet etmek zorundadır. Bunu böyle istiyorum dediğinde otokratik, baskıcı bir yönetim ortaya çıkar. Bu politika değildir. Bunun sanattaki yansıması da sanat olmaz, güdümlü propaganda olur ve alıcısı da çıkmaz zaten.

Tiyatro tartışması da önceki benzer tartışmalarda olduğu gibi adeta kasıtlı olarak bir laik-islamcı, solcu-muhafazakar hattına kilitlendiği için asıl sorulması gereken sorulara bir türlü  gelinemiyor. Örneğin devlet, sanatı nasıl ve hangi yöntemle desteklemeli, tiyatro veya geniş anlamda sanatın toplumla ilişkisi nasıl olmalı, sanatın toplumdaki yeriyle ilgili nasıl bir vizyon kim tarafından ortaya konulmalı?

İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Sanat ve Kültür Yönetimi Bölümü Program Koordinatörü Doç Dr. Serhan Ada, yapılan tartışmanın içerik üzerinden yürütülmediği sürece bir yere varamayacağı görüşünde. İstanbul'da 2009-2010 sezonunda özel tiyatrolar tarafından sahneye konan bin 206 oyun bulunduğunu buna karşılık Şehir Tiyatroları’nın 98 oyun sahneye koyabildiğini belirterek bu düzenin daha uzun süre böyle gidemeyeceğini söylüyor:

“Bu tartışmaya bu iş geçmişteki gibi devam etsin diye bakamayız. Bu tiyatroları kimse almaz. Ancak tiyatrolar bu şekilde de işletilemez. Tiyatroların sahici bir vizyon olmadığı sürece, bu kadar az oyun sahneye koydukları sürece bu iş olmaz. Yani tartışma içerik üzerinden gitmiyor. Bir ülkede başbakan çıkıp da ‘ben tiyatroları özelleştireceğim diyorsa bu bütün ülkeyi özelleştiririm, her alana da müdahale ederim demektir. Bu yanlış. Buna bir içerik üretmeden nasıl özelleştireceksin?”

İstanbul Bilgi Üniversitesi Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetimi bölümü öğretim üyesi Doç Dr. Asu Aksoy ise tiyatro sektörünün gerçekten bağımsz ve yaratıcılığa kucak açacak şekilde nasıl örgütlenebileceğine bakmak gerektiğini, esasen “Tiyatro nasıl örgütlenirse iyi bir tiyatro olur?” sorusunun sorulması gerektiğini söylüyor. Kültür Bakanlığı’nın Kültür projelerini 2010'da ayırdığı 190 milyon liranın içinde Devlet Tiyatroları'nın yalnızca 4,5 milyon, Devlet Opera ve Balesi’nin de 5 milyon lira pay aldığına dikkat çeken Aksoy, bunun zaten çok küçük bir bütçe olduğunu belirterek devletin bu alandan tamamen çekilmesinin de bir tercih olabileceğini ifade ediyor. Bu durumda piyasanın kuralları çerçevesinde daha popüler, biletleri daha pahalı bir başka modelin ortaya çıkacağını anlatan Aksoy burada, “Devlet sanattan ne bekler?” sorusunun cevaplanmasının önemli olduğunu dile getiriyor:
“Devlet tiyatro gibi yaratıcı bir alanın arkasında durabilecekken bundan vazgeçebilir. Ama bunun tam tersi örnekler de var. Örneğin İngiltere'de devlet ‘iyi sanat, soru soran sanat beni yükseltir’ der. Devlet sanatın neyi sorguladığına bakmaz, yeter ki sorgulasın, yeter ki yenilikçi olsun der ve kaliteli işe para yatırır”.

Serhan Ada, devletin “özelleştirme” yerine sponsorluk katkısını artırmayı hedefleyebileceğini, sistemin başına işi bilen birilerini getirebileceğini, ancak “satmanın” bir çözüm olamayacağını düşünüyor. Tiyatrolara alıcı çıkmaması bir yana alıcı çıksa bile alan kişinin yarın tiyatrodan çok kolayca vazgeçebileceğine değinen Ada, bu kurumlar için özerk bir statü oluşturulabileceğini, maaşlı memurluk yerine sanatçılar için özel sözleşme formatları yaratılabileceğini, bir takım kriterler konulabileceğini söylüyor. Şimdi beğenilmeyen 1960 Anayasası döneminde en azından bir süre özerklik denemeleri yaşandığı, ancak bu nedemelerin de şimdi yok sayıldığını anlatan Ada’ya göre Türkiye’deki devlet yapısı ve geleneğiyle “özerk bir devlet kurumu” oluşturulması nedereyse imkansız:
“Bağmsız bir sanat kurumu kurmaya kalksak bile orada kim yönetime gelirse diğerini dışarıda bırakacak. İster sağcı, ister solcu.  Çünkü özerklik anlayışı yok bu ülkede. Bakın ikinci dünya savaşı sonrası İngiltere'de Art Council kurulduğu zaman başına Keynes’i getirdiler. Yani meşhur iktisatçı John Maynard Keynes’i. Yani o  kadar önemlidir o kurum. Kraliçe veya başka biri gelip de ‘Viktorya dönemi oyunlarını istiyorum’ diyemez o kuruma.” 

Böyle bir özerklik denemesinin en son 2010 Kültür Başkenti Ajansı’nda yaşandığını hatırlattığımızda ise, bir süre kendisi de Ajans yönetiminde bulunan Ada 2010 denemesinin de başarısız olduğunu dile getiriyor. Başlangıçta yüzde 25-30 sponsorluk katkısı düşünüldüğünü, ancak daha sonra devletin tüm bütçeyi karşılamasıyla özerkliğin de rafa kalktığını anlatan Serhan Ada, yapısal bir dönüşüm geçirmediği sürece bu devlet yapısıyla özerk kurumların varlık gösteremeyeceğine inanıyor.

Bu noktada Asu Aksoy’un önerisi ise daha radikal; “Devlet sanata olan tüm katkısını kessin, ne olacağına bakalım” diyen Aksoy işlerin pek de kötüye gitmeyeceğini düşünüyor.  Serhan Ada da özelleştirme veya başka bir yolla desteğin kesilmesi durumunda şu anda şehir tiyatrolarında olan kadronun yine iş bulacağını ama iktidarın istediği yönde bir tiyatro ortaya çıkmayacağını belirterek “Ama bunu test etmek için devlet  kimseye tek kuruş vermeyecek, o durumda ne olacağını görmek isteriz” diyor.

“Tiyatro yalnız seyredilen değil, yapılan bir şey olmalı” diyen Ada tiyatroya kamu desteğinin şu şartlar altında verimli olabileceğini anlatıyor:
“Bir kere gişe gelirlerin doğru düzgün yüzde 40'lar düzeyinde olması lazım. Böyle hedefler koymak lazım. Bir de burada sahneye koyduğunuz oyun mesela Avignon Festivali'ne gidecek mi? Gittiğinizde sizin yerinize dünyanın neresinden kimler gelecek bunları planlamak lazım. Seyirciyi nasıl işin içine katacağız? Mesela genel provalara öğrenciler ve emekliler düşük ücretle alınabilir, hatta biri çıkar seyircilere açıklamalar yapar, anlatır, bütün dünyada var bu. Çünkü burası bir okuldur aynı zamanda. Mevcut yapıyı hep beraber değiştirmemiz lazım. Yanız statükoyu savunarak duramayız.”

İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Sanat ve Kültür Yönetimi Bölümü Program Koordinatörü Doç Dr. Serhan Ada

“Muhafazakar tiyatro vardı da biz mi gitmedik?”

Fotoğraf: Ertan Önsel

Fotoğraf: Ertan Önsel

Tiyatro sanatı nesıl bir mecrada yol alıyor? Yapılan tartışma sonuç doğuracak bir tartışma mı?
Artık iki tarafın da anlaması gereken bir şey var mevcut düzen var olduğu gibi artık devam edemez. Yapılan tartışma ise tamamen gürültü ve sahici tiyatro izleyicisini uzaklaştırıyor salonlardan. Ama bir yandan da hayat devam ediyor ve bu insanlar tiyatro izlemeye devam ediyorlar. Perihan Mağden Radikal'den ilan etmişti “Tiyatro öldü” diye ama tiyatro ölmedi. Sayılar onu gösteriyor özellikle son iki yılda salon sayısında ciddi artış var, salon başına oyun sayısında ciddi artış var bu az bir şey değil. Bunu yapanlar genç çocuklar. Şimdi bakmak lazım bu çocuklar bunu nasıl yapıyor diye. Şehir Tiyatroları’nın imkanları bunlarda var mı? Dekorlar kulisler vb. yok, burada soyunup burada oynuyorlar. Demek ki bu da mümkün. Bu kadar prestijli bir kuruma reform yapmak için her taraftan akıllı adamları toplayıp konuşmak yerine bir balon uçuruyorlar o balonun peşine gidiyoruz.

Muhafazakar sanatçıların dışlandığı ve muhafazakar kitlenin tiyatroda istenmediği söyleniyor. Ama özel tiyatrolara baktığımızda böyle bir “muhafazakar tiyatro” zaten yok. O zaman bu tartışmanın amacı nedir?
Asıl Türk tiyatrosinun vizyonunun ne olduğunu, 2020 yılında nasıl bir tiyatro hedeflendiğini sormalıyız. Mesela geleneksel sanatlar diyoruz. Ben Karagözcüyüm, bana CRR'yi verin demekle olmaz. Ben zaten şu şu şu sentlerde bunu halkla beraber yapıyorum demeniz lazım. Tiyatro aynı zamanda bir okuldur, kamusal alanın bir parçasıdır.  Yoksa en güzel salonları bana ver demekle sanat politikası olmaz. Bu cep değiştirme tartışmasıdır. Gayrimenkulde ne tartışıyorsak burada da onu tartışıyoruz. Şu kadarcık bir bütçe var ortada, bunu şimdiki maaşlılar mı alsın yoksa daha sonra kayırılacaklar mı alsın bunu tartışıyoruz. Orada mesele “Beni Kayseri'deki işadamı desteklesin” değil, “bana benim belediyem para versin!” meselesi. O jakoben dedikleri mantıktan bir santim ayrılmamış durumldalar. Ayrıca seyirciye de haksızlık ediyorlar. Orhan Alkaya söyledi “bizim her  gösterimizde onlarca başörtülü insan var” dedi. Zaten tiyatro bir katarsis. İnsanların birlikte olduğu bir yer. Yarın Necip Fazıl, İsmet Özel sahnelense gitmeyecek miyim? Gideceğim tabii. Muhafazakar tiyatro vardı da gitmedik mi?

Peki Şehir Tiyatroları’nda veya Devlet Tiyatroları’ndaki esas sorun nedir?
Ortada yeni ürün yok. Hep aynı oyunlar. Burada hep yabancıları oynuyorlar diye bir eleştiri var. Burada yerli eser sayısı yabancı eser sayısından fazla. Ama yerli oyuna giden seyirciyle yabancı oyuna giden seyirci sayısı neredeyse eşit. Burada bir probmlem var demek ki. Yerli oyun üretimi -ki bunun içinde her şeyi sayıyorum, Karagözü de, kuklayı da, sokak gösterisini de- yabancı oyuna giden seyirci sayısı daha fazla. Yani oyun yazılıyor ama bir eksik var. Daha az sayıda yabancı oyuna oyun başına daha çok seyirci gidiyorsa yerli üretimde br sorun var demektir. Ama bir değişim var orta ve küçük boy bağımsız gösteri alanlarının sayısı artıyor. Burada Krek, orada 02 diğer tarafta Mekan Artı. Hem de bir kuruş destek de almadan.

Devlet sanata destek vermekten tamamen çekilirse ne olur?
Bence o kadar da kötüye gitmez. Yalnız İstanbul'da değil Anadolu’nun dört bir yanında insanlar kendilerine yollar arıyorlar, sokak sanatları, tiyatro, şapka gezdirip para toplama, uluslararası projeye başvurma her şey var. Niye bunların önünü kesiyorsunuz? Sanatın gücü biraz da sıfır kuruşla iş yapmaktan gelir. Önce yapmak lazım ki isteyebilelim. Bizde devletin bir sanat eğitimi politikası bile yok, değil ki kültür politikası olsun. Türkiye'de sanatın da sporun da eğitim politikası yok.Ama diğer taraf da ne istediğini tam olarak ortaya koyamıyor. Mesala aynı şekilde Taksim meydanında ağaçları kestirmeyeceğiz diyoruz ama nasıl bir Taksim meydanı istediğimizi ortaya koyamıyoruz, bunu yapmamız lazım artık.

1 Yorum

Yorum yazın