Genel

Türban uzantılı tartışmalar

Yazan: HaberVs

Türban uzantılı “ortaçağ karanlığı” tartışmaları… Yeni Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’in “Türkiye’nin Ortaçağ’a döndürülmek istendiği” yolundaki sözleri bazı yorumcuların itirazına yol açtı. İki yönlü bir itirazdı bu. Birincisi: Ortaçağ’ı “karanlık” saysak da, üniversitelerde başörtüsü ülkeyi oraya döndürmez. İkincisi: Ortaçağ karanlık değildir. Bu yazılardan iki örnek seçtik: Yoksa en iyisi Orta Çağ’a dönmek mi?Haşmet Babaoğlu, Vatan, 11 […]

Türban uzantılı “ortaçağ karanlığı” tartışmaları…

Yeni Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’in “Türkiye’nin Ortaçağ’a döndürülmek istendiği” yolundaki sözleri bazı yorumcuların itirazına yol açtı. İki yönlü bir itirazdı bu. Birincisi: Ortaçağ’ı “karanlık” saysak da, üniversitelerde başörtüsü ülkeyi oraya döndürmez. İkincisi: Ortaçağ karanlık değildir. Bu yazılardan iki örnek seçtik:

Yoksa en iyisi Orta Çağ’a dönmek mi?
Haşmet Babaoğlu, Vatan, 11 Şubat 2008

Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’in şu sözü bazı gazetelere manşet oldu: “Orta Çağ’a dönülemez!” Malum, ilköğretim kültürümüzden devletin tepelerine kadar pek sevilen, tutulan, kullanılan bir kalıptır “Orta Çağ karanlığı!..” Ne kastedilir peki? Teolojik devlet ve toplum kastedilir; alttan alta İslam toplumları tarihine atıfta bulunulur ve “karanlık” çağrışımlar uyandırılır.

Tabii Batı tarihçilerinin kendi tarihlerini bölümlemekte kullandıkları modelin bizde aynen taklit edilip kullanılması da tuhaf ve ironik. Çünkü Batı “Orta Çağ”ını yaşarken İslam toplumları tarihinin en parlak dönemi yaşanmıştır. Öyle bir çağ ki, o dönemde İslam toplumlarındaki bilimsel-felsefi gelişmenin etkisinin hem Protestan reformasyonuna hem de Rönesans’a kaynaklık ettiği bilinmektedir.
(…)
Çocuksu ezberlere bağlı kalınmak isteniyorsa, karışmam. Ama eğer gerçeklerin peşinde koşuluyorsa (ki bundan kuşkuluyum) Türk aydınının bu Orta Çağ meselesinde öğrenmesi, bilmesi, hesaba katması gereken başka bir şey daha var. Diyelim ki derdimiz bilimden, özgür düşünceden, haktan hukuktan uzak “karanlık bir çağa” dönülmesine karşı çıkmak!.. Diyelim ki bunun için Batı modelini kullanacağız… Tamam! Ama acaba Batı Orta Çağı’nı böyle suçlamak ne kadar doğru, ne kadar meşru? Yoksa yanıltıcı bir kolaycılık, daha da doğrusu, cehalet mi?

Gerçek şu! Okumuyor, öğrenmiyoruz. Okusak da, hangi kesimden olursak olalım, ezberimizi tazelemek için okuyoruz. Zihni açık, bütün gelişmelerden haberdar akademisyenlerimizin çalışmaları ve düşünceleri popüler kültüre pek yansımıyor. Hâlâ en kolayından klişeleri gündelik siyasete tahvil etmekte çok becerikli Bekir Coşkun, İlhan Selçuk, Hasan Karakaya gibi gazete makalecilerini “fikir adamı” sayıyoruz. O yüzden de Batı’nın saygın tarihçileri ve düşünürleri için artık pek tartışmalı olarak görülen bir tezi; yani Orta Çağ’ın insanlığın karanlık dönemi olduğu iddiasını kesin doğru sanmamıza şaşmamak gerek!
(…)
Günümüzde tablo farklı. Günümüzde Orta Çağ hakkında çok bilgi var.
Hatta Orta Çağ’da serfliği kötüleyerek “karanlık” terimini meşru göstermek isteyen “aydınlanmacı”larla “ne yani, bir derebeyinin serfi olmak Roma’da köle olmaktan daha mı kötü?” diye dalgasını geçen tarihçiler var bugün. Matematik, fizik, kimya… Bilmeliyiz ki, bunların hepsi Avrupa’ya o “karanlık” denen çağda girmiş, serpilmiş. Matbaanın icadı bile o çağın son dönemlerine rastlıyor.

Daha ötesi, Rönesans Avrupası’yla Orta Çağ Avrupası’nı gündelik yaşamda kadınların yeri açısından karşılaştıranlar küçük dillerini yutuyor. Çünkü “karanlık çağ”ın kadınları daha “özgür” ve toplumsal yaşamda daha fazla erk sahibi!
(…)
Örnekler böyle sürer gider ama yazıyı burada kesmek gerek, yer yetmez çünkü. Bunları anlatmaktaki kastım şu; atıp tutmakla, basmakalıp yargılarla yürümüyor bilginin işleri… Türk aydınının atıp tutmak yerine epeyce ders çalışması gerekiyor. Son olarak da, inatçı ezbercilere bir soru: O cadıları, büyücüleri yakan Roma engizisyonu ne zaman kurulmuş, o insanlık acısı hangi çağda yaşanmıştır? Hadi önce bunu öğrenin de öyle gelin!

Karanlık çağları özlüyoruz
Etyen Mahçupyan, Taraf, 12 Şubat

Tarihin hep güçlüler tarafından yazıldığı çok söylenir ama buradaki güçlünün içinde kendimizin de olduğu pek akla gelmez. Tarihin bir disiplin haline dönüştüğü modern dünyada ‘güçlü’ dediklerimiz zengin, nüfuzlu ve siyaseten etkili olan kişilerdir. Dolayısıyla da modernlik sürecinin tarihi çoğu zaman çalışanın değil işverenin, ezilenin değil kimliksel olarak egemen olanın gözüyle yazılmıştır. Bizim laik ve fıtraten solcu olan kesimimiz bunu gayet iyi bilir ve tekrarlar… Ancak aynı tarihsel çarpıtmanın modernliğin gözüyle modern öncesine bakıldığında da geçerli olabileceğini nedense düşünmez.
Nitekim modern bakış Orta Çağları ‘karanlık’ olarak nitelerken aslında kendisinin ‘aydınlık’ olduğunu varsayıyordu. Faşizmi, nazizmi ve stalinizmi gören bir modernliğin hala kendisini nasıl olup da aydınlık sayabildiği gerçekten de ilginç bir soru. Ayrıca son dönemlerde ortaya çıktığı üzere modernliğin kimlik, vatandaşlık ve ahlak gibi temel alanlarda da son derece yetersiz olduğu açık. Demek ki bütün bu zaaflara rağmen bir ‘modernin’ kendisini geçmiş çağlardan daha ilerde bulmasını sağlayan başka faktörler var. Bunlardan biri muhakkak ki teknolojik gelişmedir. Anlaşılan bu birikimli süreç modern dünyanın başını fena halde döndürmüş durumda… Belki de insanlığın tüm dertlerinin biteceği bir yeryüzü cennetinin hayal edilmesini mümkün kılıyor. Ancak modernlerin kendilerini geçmiş dönemlere göre ‘ileri’ bulmalarının bir nedeni daha var ve öyle ki neredeyse teknolojik gelişmenin bile temeli burada bulunabiliyor: Dinden uzaklaşma… Bu bakışa göre aydınlanma ile gelen laikleşme bizleri kafamızı bulandıran dinsel hurafelerden kurtardı ve böylece bilimselliğin güvenilir yolunda ilerlemeye muvaffak olduk.
Ne yazık ki bu bakışın hak ettiği tek kelime ‘palavra’… Çünkü yakın zamanda yapılan araştırmalar Orta Çağların ne teknolojik, hatta ne de ideolojik açıdan bir ‘karanlık’ dönem olmadığını ortaya koyuyor. Bilgi kuramı ve bilim tarihine ilişkin bulgular Orta Çağlar’da kesintisiz bir bilgi birikiminin olduğunu ve bu dinamiği esas olarak manastırların beslediğini göstermekte. Ama belki daha da ilginç olarak, modern zamanlardaki neredeyse bütün büyük buluşlar dini inancı güçlü insanlar tarafından yapılmış durumda. Çünkü gerçek bilim ancak insan zihninin dış dünyayı doğru algılayabileceği varsayımı üzerine oturabilir ve bu psikolojik ihtiyacı da dinlerden daha kolayca çözecek bir ideoloji bulmak zordur.
Kısacası bilimsel gelişme daima bir tür metafizik temele muhtaçtır. Bu bazıları için din, diğerleri için ideoloji olabilir, ama işlev açısından aralarında fark olmayacaktır. Bu nedenle de dinden uzaklaşmanın modernlik üzerindeki esas etkisi teknolojiye değil sosyale ilişkindir. Yani modernlik yeni bir kimlik yaratır ve sizi hayali bir bireysel gelişme skalasında dindar kimlikten daha ‘aydınlık’ olduğunu düşündüğünüz bir noktaya oturtur. Böylece sırf laik olduğunuz için kendinizi bir dindardan daha akıllı, bilgili, görgülü ve doğru sanırsınız…
Sonra da kendinize, sahip olmadığınız bir sürü nitelik vehmederek “asla Orta Çağ karanlığına geri dönmeyeceğiz” yollu laflar edersiniz. Öte yandan da herhangi bir karanlık dönemi aratmayacak baskı ortamını kurar, gözünüzü kırpmadan insanlara eziyet eden sistemler üretirsiniz. Kendinizi ‘ileri’ sandığınız için ‘gerinin’ ezilmesi de size garip gelmez… Ama çağın değiştiği noktada tarih yazımı ezilenin gözüyle yeniden ele alındığında bütün foyanız meydana çıkar. Yarattığınız düzen öylesine karanlıktır ki, sizin karanlık dediğiniz o eski çağları özler insan…
Biz de şimdi Orta Çağları özlüyoruz. Laiklik adına sürdürülmek istenen bu utanç verici baskı rejiminin bitmesini, yeniden aydınlığa çıkmayı hayal ediyoruz…

Dönmeyelim tamam da, hangi Ortaçağ’a dönmeyelim?
Fehmi Koru, Yeni Şafak, 9 Şubat

“Ortaçağa dönülemez” demiş Yargıtay’ın yeni başkanı Hasan Gerçeker; bazı gazeteler sözlerini müthiş önemseyerek manşetlerine taşımışlar. Biri, konuşmayı, “Yargıtay Başkanı’ndan üniversitelerde türban önerisine sert tepki” diye sunuyor.

Türkiye’de İlhan Selçuk ile Özdemir İnce düzeyinde bilgi sahibi olanların böyle bir hükme varması hiç şaşırtıcı değil. Demek böylelerinin aklına “Ortaçağlar” denildiğinde İslâm geliyor. Batı’nın ‘karanlık çağlar’ yaşadığı o dönemlerde İslâm Dünyası’nın pırıl pırıl parladığını, Müslümanlar sayesinde bilim, mimari, sanat ve felsefe alanlarında büyük ilerlemeler kat edildiğini; Ortaçağ’dan çıkışı, Batı’nın, İstanbul’un fethi ile Martin Luther’in büyük çapta İslâm’dan etkilenmiş 95 maddelik reform paketine borçlu olduğunu bilmiyorlar.

Ortaçağlar, kabaca MS 400-476’da başlayıp 1453 veya 1517 tarihlerine kadar süren bir dönemin adıdır. Başlangıcında Roma İmparatorluğu’nun çöküşü, Roma’nın Vizigotlar tarafından yağmalanması olayları yer alır; İstanbul’un fethi veya Mainz’daki kilisenin kapısına asılan ‘Reform bildirgesi’ ile de bittiği kabul edilir. Bu iki tarih arası Batı için hiç de içaçıcı değildir.

Aynı dönem İslâm Dünyası’nın ‘altın çağı’dır oysa. Herhangi bir başvuru kaynağını (bu iş için internet ansiklopedisi Wikipedia bile yeterli) açın, bu gerçeğin hemen itiraf edildiğini görürsünüz. Kendilerinden önceki gelenekleri değerlendiren Ortaçağ Müslümanları, dünya mirasına kendi zihin ürünlerini de katmış ve Yeni Çağlar’a kapı aralamıştır. Muhteşem mimari eserlere ek olarak, Romen rakamları yerine bugün kullandığımız rakamlar, matematiğe çağ atlatan cebir, eski Yunan klasiklerinin tercüme yoluyla yeniden kazanılması, felsefe alanında kaydedilen gelişmeler, Batı Rönesansı’na (yeniden uyanışa) yol vermiştir. Müslümanlar yaşadıkları coğrafyayı üniversitelerle donatırken, Batı’nın bu iş için Yeni Çağlar’ı beklemesi gerekmiştir.

Rönensans ve Reform hareketleri Batı’ya kan ve can vermişse, her iki hareketin temelinde, Batı’nın karanlık çağında kendi altın çağlarını yaşayan Müslümanların katkısı büyüktür.

Bu durumda, “Ortaçağ’a dönülemez” denildiğinde akıllara asla İslâm veya İslâm ile ilgili konuların gelmemesi gerekmez mi? Batılıların “Ortaçağlara mı, bir daha asla!” demeleri normaldir; Roma’yı yağmalayan anlayış uzun yıllar Haçlı Seferleri’yle uygarlıklar merkezi olan Doğu Roma’nın başkenti Constantinople’u ve sonra da Kudüs’ü yağmaladı. Başka inançlara tahammülsüzdü Ortaçağ’da Batı; Musevileri ile Müslümanlarına zulmeden tek ülke değildi İspanya Avrupa’da, en fazla zulmeden ülkeydi.

Sanatlarını kendi doğdukları coğrafyada icra edemeyen ressamlar, müzisyenler, fikirleri tehlikeli bulunan yazarlar, bilimadamları, filozoflar, din değiştirmeye zorlanan azınlıklar İslâm topraklarına sığınıyor ve kendilerini geliştirmeye yarayan iklimi orada fazlasıyla buluyorlardı.

Bunları ben iddia etmiyorum, ansiklopediler söylüyor.

Sanıldığının tersine, İslâm Dünyası, Ortaçağlar’da en geniş fikir özgürlüğüne sahipti. Bugün sanki tek bir algılanış biçimi varmış gibi kabul edilen pek çok konuda, yüzlerce, binlerce farklı görüş serbestçe tartışılıyordu. İtikatla, inançla, ibadetle, uygulamayla ilgili birbirinden farklı görüşler kendilerine taraftar buldukça uzun ömürlü olmaya da hak kazanıyorlardı.

Müslüman fikir adamlarının yazdığı eserleri Batılılar iktibas ediyor, beğenmedikleri görüşlere itirazlarına eserlerin orijinal sahipleri cevap yazıyor, o cevaplara muhatabından gelen yeni itirazlarla canlı bir tartışma ortamı yaşanıyordu.

“Bilimin, teknolojinin bu kadar ileri bir seviyeye ulaştığı bu çağda, Tanrı’nın verdiği aklı ve zekâyı kullanarak doğruları bulmak yerine hurafelerle dolu bir sisteme geri dönüş çabalarına geçit vermememiz gerekir” de demiş Yargıtay Başkanı Gerçeker. Söyledikleri ilginç de, kim için söylemiş acaba bunları?

Yoksa Yargıtay Başkanı Gerçeker Ortaçağı karanlık Batı’ya ve Batı sistemine mi karşı çıkıyor?

Türban uzantılı bilim, din ve dogmatizm tartışmaları

Tanrı inancı olan ve bir dinin gereklerini yerine getiren bir öğrenciye “eleştirel akıl” ve “bilimsellik” anlatılabilir mi, anlatılamaz mı? Prof. Dr. Celal Şengör’ün bu soruya verdiği “anlatılamaz, anlamazlar” cevabı gene verimli bir tartışmaya kapı araladı. Biz sizin için aşağıdaki seçkiyi yaptığımızda, türbanlı kız öğrenciler için soruya varsayımsal olarak “anlamazlar” cevabı veren hocalar, dindar erkek öğrencileriyle ilgili olarak bu konuda ne yaşadıklarını henüz anlatmamışlardı. Bizce, anlatmalılar…

Üniversiteler Arası Kurul’a mektup
Prof. Dr. Celal Şengör

(…) Üniversitede dinin ‘şakırdatılması’, bizzat üniversite kavramıyla çelişir. Dünyada katolik, protestan veya islami üniversitelerin olması veya üniversitelerin Orta Çağ’da dinsel kurumlardan türemiş olması bu gerçeği değiştiremez. Din, belirli dogmalar çevresinde kurulmuştur ve yanılmaz olduğu iddia edilen bir veya birkaç tanrının vahiyleri olan dogmalarından vaz geçemez. Bilim ise sürekli olarak gerçeği arayan ve gerçekle bağdaşmayan hiçbir şeyi kabul etmeyen bir düşünce sistemidir. Bilim, bitmeyen bir deneme-yanılma süreci içerisinde daima yanlışları eleyerek hakikate asimtotik olarak yaklaşır. Ancak hepinizin bildiği gibi, tek bir ters veri en ihtişamlı teoriyi çöpe atmaya yeterlidir. Dinin pek çok dogması bilimin isbatları karşısında bu şekilde çöpe gitmiştir. Bugün artık ne dünyanın yedi günde yaratıldığına, ne Nuh Tufanına, ne de Havva ile Adem masalına inanmak mümkündür. ´Üniversitede yasak olmaz! ‘ diyenlerin, üniversitede yanlışlığı isbat edilmiş fikirlerin artık k ullanılamayacağını ve öğretilmeye devam edilmelerine izin verilemeyeceğini anlamış olması gerekir. Bu nedenle coğrafya derslerinde düz bir dünya veya fizik derslerinde Aristo fiziği öğretmeye kalkan hocalara izin verilemez.

Karşımıza dinin dogmalarını reddeden bilimi öğrenmek için geldiğini iddia ederken, o dogmalara bağlı olma sembolünden inatla vaz geçmeyenlerin bilimsel dürüstlük ve samimiyetine nasıl inanacağız? Akla açık bir ihanet olan bu davranışın temsilcilerini, aklın ve bilimin geliştiricisi olan üniversitelerimize nasıl alacağız? Böyle kişilere, öğrettiğimiz bilimi öğrendiklerine itimad ederek nasıl not veya diploma vereceğiz? Günün birinde öğrendiklerini, aklı ve bilimi ve dolayısıyla insan uygarlığını boğmak için kullanmayacaklarına nasıl güvenebileceğiz?

Bu nedenle üniversite tüm dogmatik inanç sistemlerini işlevine temel yapmayı reddeder. Onları bilimsel olarak inceler, ancak temsilcilerini üyeleri olarak kabul etmez. Militan dogmatiklerin üniversite bünyesine kabul edilmemelerinin nedeni budur. Kimse bize bu açıdan ´bilimperestlik yapıyorsunuz’ diye bir eleştiri yöneltemez, zira, büyük felsefeci Lord Bertrand Russell’ın dediği gibi, insanlığın gerçekten bildiği fakat bilimin bulmuş olmadığı hiçbir şey yoktur. Bir başka deyişle, bilim dışında insanlığın hiçbir bilgi kaynağı yoktur.

Türban yasağının kaldırılmasını temelde yalnızca bu nedenle kabul etmemiz mümkün değildir. Bu konuda ne karşımıza çıkarılacak hukuk sistemleri, ne de dünyadan gösterilecek örnekler bizi ikna edebilir (sui-misal, misal olamaz). Bizim düşüncemizin ve faaliyetimizin temeli eleştirel akılcılıktır. Aklı ve eleştiriyi kabul etmeyen hiçbir sistemi üniversite kapısından içeri alamayız. İcab ederse, ülke yöneticileri akıllarını başlarına alana kadar o kapıları kapatırız. Bu bizim tarihsel geleneklerimizden gelen hakkımız ve hem insanlığa hem de öğrencilerimize karşı görevimizdir.

Vahim bir mektup
İsmet Berkan, Radikal, 31 Ocak 2008

Bu mektuba ne diyeceğimi gerçekten ben de bilmiyorum. Nutkum tutuldu, desem yeridir.
Sadece şunu söylememe izin verin: Eğer üniversite, Celal Şengör’ün dediği gibi, sadece dini dogmaları reddettiğine kendini inandırmış insanları mezun etmiş olsaydı, bugün gerek bilimsel ve gerekse teknolojik olarak çok geride bir noktada olurduk, çünkü üniversiteler bırakın mezun edecek öğrenci bulmayı, bilim yapacak bilimci bulmakta bile ciddi sıkıntı çekerdi. Bu sadece Türkiye’de değil, dünya çapında böyle olurdu.
Bilim-din çelişkisi veya çatışması zaman zaman bu köşede de konu edilmiş bir şey olmakla birlikte, dindarlığın, hatta inanç sahibi olmanın ‘geri’ olmaya yeterli bir şart olduğunu söylemek çoğu ateistin bile söylemekte zorluk çekeceği bir fikir olsa gerek.
Hukuk yoluyla baskı rejimi kurmanın mümkün olduğu doğru olmakla birlikte, eğer hepimiz, hukuk sisteminin sadece bizim açımızdan ‘doğru’ bölümlerini uygulayıp geri kalanını uygulamasaydık nasıl bir dünyada yaşıyor olurduk acaba? Bu dünyada ‘demokrasi’ ve bilimsel olanlar dahil ‘özgürlükler rejimi’ nasıl mümkün olabilirdi?
‘Türban serbest olursa üniversiteyi kapatmak’ bir şaka herhalde.


Celal Şengör’ün mantığı
İsmet Berkan, Radikal, 2 Şubat

(…) Benim okumama göre Prof. Şengör şöyle bir Aristo mantığı yürütüyor: Türbanlılar dindar insanlardır. Dindar insanlar dogmalara inanırlar. Dogmalarla bilim bir arada yaşayamaz. Dogmalara inananlar bilim yapamazlar. O halde türbanlılar bilimi öğrenemezler. O halde türbanlılar üniversiteye girmemelidir.
Adım adım gidelim: Türbanlılar büyük olasılıkla dindar insanlardır. Dindar insanlar mutlaka dogmalara inanırlar, en azından Allahın varlığına inanırlar. Dogmalarla pozitif bilim bir arada yaşayamaz. Ama dogmalara inananlar sahiden pozitif bilim yapamazlar mı?
İlk aklıma gelen örnek, tanrının varlığını sorgulamak şöyle dursun gökyüzünde tanrıyı arayan Galileo Galilei. Engizisyonda yargılandı, yakılarak idam edilmekten kendi bilimini inkâr ederek zor kurtuldu. Bugün modern fiziğin kurucusu olarak anılıyor. İkinci örnek, son derece dindar olması yetmezmiş gibi hayatının önemli bölümünü simyaya adayan Sir Isaac Newton. Başka örnekler vermeme gerek var mı, bilmiyorum. Şengör’ün mantık dizgesini devam ettirmeme de gerek kalmadı herhalde.
Ama biz yine de, bir an için Şengör’ün yürüttüğü mantıkta hiç hata olmadığını, onun haklı olduğunu varsayalım. İstatistik bir bilimse, türbanlı kadınlarla aynı düşünceleri paylaşan, dindarlıkta onlardan geri kalmayan en azından eşit sayıda erkek de olması lazım üniversitede. Prof. Şengör acaba onlara üniversitenin kapısını nasıl kapatmayı düşünüyor?

Celal Şengör ve eleştirel akılcılık
Şahin Alpay, Zaman, 5 Şubat

(…) Dünya çapında bir değerimiz olan Celal Şengör, her ne kadar gerçekte böyle olmadığını söyleyecekse de, ne yazık ki bilimin her şeye kadir olduğuna dair (bilimperest), sıradan insanlara değer vermeyen (seçkinci), halkın rızasıyla yönetime (yani demokrasiye) soğuk bakan, her şeyi en iyi askerlerin bildiğine ve yaptığına dair (militarist) ve sadece kendisi için özgürlük isteyen (illiberal) görüşlerin başta gelen temsilcilerinden biri olarak temayüz ediyor. Buna gerçekten üzülüyorum; çünkü Şengör, eğer iddia ettiği üzere eleştirel akılcılık felsefesine bağlı olsaydı, okumuşlar arasında yaygın kaba materyalist ve pozitivist fikirlerin aşılmasına, açık toplumun güçlenmesine, kutuplaşmaların aşılmasına ciddi katkı yapabilirdi. Ama o, inatla bunun tam tersini yapıyor, eleştirel akılcılığı katlediyor. Son örneği, Üniversitelerarası Kurul üyelerine gönderdiği mektup. Bu mektupta Şengör, şu vahim yanlışları yapıyor:

“Hukuk tahakküm aracı olabilir” deyip komünist ve Nazi rejimleri buna örnek olarak verirken, kanun devleti ile hukuk devletini birbirine karıştırıyor. Hukuk devleti, komünist, Nazi, faşist, İslamcı, Kemalist ve sair ideolojileri değil insan haklarını temel alan hukuk kurallarının uygulandığı rejimin adıdır. Açık toplum, başta ifade ve inanç özgürlüğü olmak üzere insan haklarına saygı gösterilen toplumdur. Fikir ve inanç özgürlüğü, yalnızca başkalarının özgürlüklerinin korunması amacıyla sınırlanabilir. Özgürlükler, açık toplumun inşası ve korunmasında özel bir yeri olan üniversiteler açısından özellikle önemlidir. Fikirlerin ve inançların serbestçe ifade edilemediği toplumda ne bilimsel ne de toplumsal gelişme olabilir. Üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağı, ne temel hak ve özgürlüklerle ne de laiklikle bağdaşır. Yasağa destek vermek, açık toplumun karşısında olmak demektir.

Eleştirel akılcılık, bilimin sınırları olduğunu kabul eder. Evren ve toplum hakkında en güvenilir bilgileri bize bilim sağlar. Ama bilim, yanlışlığı gösterilene kadar geçerli teorilerden oluşur; yanlışlığı gösterilen teorilerin yerine yenilerinin konulmasıyla ilerler. Bilim ilerledikçe ne kadar az bildiğimiz ortaya çıkıyor. Sosyal bilimler, insanlık var oldukça dinin de var olacağını gösteriyor. Bilimden ahlak çıkmaz, ahlakın kaynakları din ve felsefedir. Dolayısıyla ne din bilimin yerine ne de bilim dinin yerine konulabilir. İkisini birbirine rakip görmek, eleştirel akılcılıkla bağdaşmaz. Din ile bilimin alanları ayrıdır; ikisinin de birbirine saygı göstermesi gerekir. İnsanlık tarihi (komünizm ve Nazizm gibi) dinin yerine bilimi, (her türlü köktendincilik gibi) bilimin yerine dini koymaya kalkışanların yol açtığı canavarlıklarla doludur. Bilim bağnazlığı, dinsel bağnazlık kadar tehlikelidir.

Yorum yazın