Amsterdamlıların çoğu için herhangi, şehirdeki Alman ve Türkler için belki de daha heyecan verici bir akşam. Heyecanın nedeni iki ülkenin takımlarının, FC Shalke 04 ve Galatasaray AŞ’nin Şampiyonlar Ligi ikinci turunda oynayacakları ikili eleme maçlarının ilki.
Takımların ismini Şampiyonlar Ligi sitesindeki gibi yazmamdan da anlaşılabileceği üzere hikâyemiz biraz karışık ama özünde, asla sadece kendisi olmayı beceremeyen futbol var. Amsterdam’daki -ziyaretçi- Alman ve Türklerin bir bölümü olarak, maça eğitim öğrenim faaliyeti nedeniyle toplandığımız bir projede tesadüf ettik. Bu tesadüf, dört ülke öğrencileri ve hocalarının bir araya gelme nedenine de hizmet edebilirdi. Çünkü Hollandalı ve Norveçlilerin de katılımıyla gerçekleşen 15 günlük projenin amacı, genç nüfus ve Avrupa’nın geleceği temalı bir haber/internet sitesinin kurulmasıydı. Projenin ortağı iki ülkenin takımları arasındaki maç, ülkeler arasındaki münasebetin başlıca alanlarından biri olduğu için sitede yayınlanabilecek bir habere malzeme sağlayabilirdi. Bu konuyu çok tartıştık. Ben kullanmayacak olsak bile kaydetmemiz, maçı seyreden kominiteleri izlememiz konusunda pek ısrar ettim ama genel eğilim bunun işimize yaramayacağı konusundaydı. Güvendiğimiz dağ Alman hoca (Lars) itiraz etti, o itiraz edince biz de yenik sayıldık.
Sağolsunlar, Hollandalı öğrenciler yine de maçı mundar etmedi; saygıda bizden eksiği olmayıp fazlasına sahip olduğunu düşündüğüm bu uzun boylu, futbolsever arkadaşlar “Biz sizi götürürüz hocam” dediler. (Kendilerine buradan teşekkür ediyorum.) Hoca kısmı dağılmıştı; futbolun gücü konusunda hemfikir değildik. (Hele Alman Lars resmen ortadan kaybolmuştu! Shalke taraftarı olsa bu durumu Galatasaray’dan korkuyor olmasına yorabilirdim ama Borussia Dortmund’u desteklediğini biliyordum.)
Her neyse, rehber öğrencilerimiz tarafından, öğrenci bütçesine uygun bir İtalyan restoranına görütürüldük hep beraber. (Öğrencilere “hocalık” yapacak durumum da yoktu afedersiniz; çok kalabalıklardı. Deplasmanda olmama sığınıp, kendi hesaplarını ödemelerine izin verdim!) Girdiğimiz restoranın mönüsü, dekorasyonu İtalyan görünümlü, müşterisi karışık olsa da bunun bir Türk restoranı olduğununu anlamak için adım atmak yetmişti. Bu durum, İtalyanca isimli yemekler masaya geldiğinde daha görünür oldu.
Amsterdam’da pek çok defa olduğu gibi, ister istemez, garsonlarla anadilimize konuşmaya başladık. Hepsi Türkçeyi ayrı bir aksanla konuşuyordu. Yaklaşık yarım saat içinde ortaya çıkan tablo şuydu: Mardini hiç görmemiş -hatta geçenlerde ölen babası Amsterdam’da defnedilen- bir Süryani, Hatay’dan çocuk yaşlarda gelmiş bir Gürcü, Eskişehirli bir Tatar, ve İstanbul Ermenisi patron. Farklı nedenlerin ve öykülerin Leidse meydanındaki, İtalyan görünümlü bir restoranda buluşturduğu Türkiye kökenli insanlar…
Patrona maçı izleyeceğimizi, o nedenle buraya geldiğimiz söyledim. “Hemen yanda var, oraya gidin” dedi. Söylediği, yandaki “İtalyan” kafesine baktım giderken.. Dört milletten, çoğu kız 15 öğrencinin bulunmaktan mutlu olabileceği bir yeri andırmıyordu. Meydanda başka bir yere gittik; sayımızla birlikte spor münasebeti konulu tezim giderek zayıflıyordu. Gelgelelim girdiğimiz barda, en az İstanbul ya da Bodrum’da maç gösteren barlarda görebileceğinizden daha fazla, belki 20 ülkeden insan vardı.İçlerinde Almanların da bulunduğu azınlık, barın gerisindeki küçük televizyonların önüne yığılmıştı. Çünkü girişteki büyük ekranlarda aynı anda oynanmakta olan AC Milan ve FC Barcelona karşılaşması gösteriliyordu. Gecenin maçı buydu, çok uluslu bu mekânın en çok ulusu bu maçla ilgiliydi ve elimiz Galatasaray ve Shalke kadar güçlüydü. Yapacak bir şey yoktu; ilk devreyi küçük ekranda ve ayakta izledik.
Sayımız gittikçe azalıyordu. Evsahibi Hollandalıların futbol sevgisiyle dolu ve bir o kadar da kibar öğrencileri sonuna kadar gitmeye kararlıydı. İkinci yarı için, İtalyan görünümlü restoranın yanındaki İtalyan görünümlü kafeye gittik. Vitrinde sadece “cappucino” ve “espresso” yazan yer, şaşılmayacağı üzere -büyük ekranın Galatasaray maçına ayrıldığı- bir Türk kahvesiydi. Eurosport’tan Star’a ve Ercan Taner anlatımına transfer olmuştuk.
Doğrusu Hollandalı öğrenciler benden daha rahattı ama içerindeki diğerlerinin konuştuğunu anlayan da da bir tek bendim. Örneğin Galatasaraylı Sabri Sarıoğlu’nun ününün, Türkiye ile sınırlı olmadığı duyuyordum. Ara sıra –bu kez- küçük televizyondaki Milan-Barcelona maçına göz atıp yorum yapanlar vardı bu “küçük Türkiye’de”. Milan ikinci golü attığında Barcelona’nın satılmış olduğuna kanaat getirenler örneğin… Kendimi tutamayıp güldüğüm de oluyordu. Türkçe’nin en yangın tamlamalarının bile, üzerinden geçen yıllarda ne kadar değişebileceği kulağıma çalınıyordu: “ (…) kaktığımın evladı”… Ben gülünce onlar da hallerine gülüyor, kimi zaman da tekrar aynı duruma düşmemek için yerel dilde konuşmaya başlıyorlardı.
Artık neredeyse çift dilli, iki millettik, Hollandalı ve Türkler. Tabii bir de İngilizce konuşmaya çalışan ben. Derken çok şaşırdığım bir şey oldu ve bizim Alman hoca, Lars maçın sonuna doğru kahveye geldi! Birlikte çalıştığımız sürede işine olan bağlılığıyla hepimizin “kalbini kazanan” Lars’ın, demek ki “içindeki futbol aşkı bambaşkaydı” ve işlerini bitirip maçın sonuna yetişmişti. Arkadaşı deplasmanda kabul ettiğim için, “münasebet” temalı haber konusunu kahve masasına yatırmak gibi bir terbiyesizlik yapmadım tabii. Ama bu yazıyı da onu kahvede gördüğüm anda yazmaya karar verdim.
Hiç göstermese de, futbol ve amatör sporlar konusunda bizden daha engin Lars’la bitirdik maçı. Masada ve belki de kahvede alkol kullanmayan tek adam olarak ağzındaki baklayı gecenin sonuna saklamayı başarmıştı: “İyi ki Dortmund’la oynamıyordunuz, gerginlik çıkmadı” dedi. “Benim için fark etmez, fanatik olmadığımı sanıyorum” dedim. Son derece sakin biri olduğu için, gerginlik konusunda neden endişe ettiğini merak ettiğimi söyledim: “Dortmund oynadığı zaman ben başka biri oluyorum” dedi, “Beni tanıyamasın!” Ne yalan söyleyim, ben de masaya Lars geldikten sonra Galatasaray kazansın istemiştim. Ama yine de söylediğinden tırstım. Olası haber konusu tatkızlıkla sona ermesindi.
Amsterdam’da geceyi olaysız bitirdik. İtalyan görünümlü bir Türk kahvesinde, Alman ve Hollandalı izleyicilerle. Ertesi sabah üniversiteye, işimize döndük. Ve ben şaşırmaya devam ettim. Her iki takımda da birer Hollandalının olması (Galatasaray’daki Wesley Sneijder ve Shalke’deki Klaas-Jan Huntelaar) dahi, futbola ilgi duymayanların da akşamki maç ve sonucuyla ilgilenmemesine engel değildi. Maçı izlemeyen Hollandalı kadın meslektaşlarımın, bu oyuncular hakkında yorum yaptığına tanık oldum örneğin. Yazıyı burada kesiyor, Lars’a buradan selam ediyorum.