Kıbrıs’ta, 1974’teki savaşta, Türk askerlerinin Rum sivilleri öldürdüğünü biliyorum. Dayım da Kıbrıs savaşına katılmıştı ve yıllar önce, böyle bir olaya şahit olduğunu anlatmıştı. Türk askerleri bir eve giriyor ve içeridekileri öldürüyor. Dayımın şahit olduğu olayın münferit olmadığını sanıyorum.
“Ama onlar da bize ne hunharlıklar yaptı” demek bir savunma ve mazeret değildir; ve bizi de kurtarmaz, temize çıkarmaz. Evet yaptılar. Türkiye’nin Kıbrıs’a çıkarma yapmasının gerekçeleri sıralanırken sık sık verilen ve fotoğrafı gösterilen biraz daha eski bir olaya dönmek, birkaç yıl önce ölen dayım için özel olarak, dramatik. Birçoğunuz, Aralık 1963’te, evinin banyosunda EOKA güçleri tarafından üç oğluyla birlikte öldürülen anneyi hatırlar. Tabip Binbaşı Nihat İlhan’ın karısı Mürüvet ile oğulları Hakan, Murat ve Kutsi.
Mürüvet hanım, dayımın ablasının, yani annemin çok yakın arkadaşıymış. Ben bu trajik olayı ilk önce annemden dinlemiştim. Hatta, dayım ortaokul çağında bacağını kırdığında da, önce hemen Mürüvet hanımın kocası Doktor Nihat İlhan’a koşulmuş. Mürüvet hanımlar bizimkilerin yakınlarıydı. Dayımın şahit olduğu cinayette katledilenler de, elbet, bizim gibi birilerin yakınlarıydı.
Bize kötülük yapan birini, eğer gücümüz yetiyorsa, dövebiliriz, ama vicdanını temizleyemeyiz, onu kötülükten arındıramayız. Kötülüğü yapanın kendisi kendini temizleyebilir. Aynı şey, kötülük yaptığımızda, bizim için de geçerli. İşte bu yüzden, ‘onlar da bize yaptı’ mazereti kurtarıcı değildir, kötülük yapmış olduğumuz gerçeğini ortadan kaldıramaz. Biz kendimizi merhamet göstermeksizin eleştitirsek, başkasının eleştirisi acıtmaz. Aynı kötülüğü bir daha, bir daha yapmaktan ancak böyle kurtulabiliriz.
Toplumlar için ve Kıbrıs’ta karşılıklı yaşananlar için de geçerli bu. İki tarafın da gazetecileri, araştırmacıları, aydınları yıllar boyunca karşı tarafın kötülüklerini sıralayıp durdu ve bunu yaparken kendi kötülüklerine bakmaya yeltenmedi. Bu, devletlerin pozisyonlarının dümensuyundaki bir sidik yarışından başka bir sonuç vermedi, vermez. Asıl yapılması gereken, iki tarafın da öncelikle kendi pisliklerini ortalığa saçmasıdır. Bunu yaptığımızda, ‘karşı’ tarafı da aynı şeyi yapmaya, kendine bakmaya zorlarız.
Birkaç yıl önce bir Rum Tony Angastiniotis, Rum tarafının gaddarlıklarını ortaya koyan bir belgesel ve kitap (Kanın Sesi) hazırladı. Angastiniotis, Ağustos 1974’te Rumların Muratağa, Sandallar ve Atlılar köylerinde 126 Türk’ü katlettiğini anlatıyordu. Savaşta gösterilebilecek kahramanlıklardan daha büyük bir kahramanlık ve cesaret. Ve hemen büyük tepki gördü; medya tarafından vatan haini ilan edildi, işini kaybetti, Türk tarafındaki Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde çalışmaya başladı..
Birkaç ay önce de bir Yunan gazeteci-araştırmacı Tasos Kostopoulos, Yunanların 1912-13 Balkan Harbi ve “Küçük Asya Felaketi” diye adlandırdığı İstiklal Harbi sırasında Yunan ordularının katliamlarını belgeleriyle ortaya koyan bir kitap çıkardı. Yunan ordu arşivlerine dayanan kitap, aslında, sadece Yunan’ın değil, Türklerin hunharlıklarını da anlatıyordu. (Yunanlılar, kendi tarihiyle yüzleşiyor)
Şimdi, tiyatrocu Atilla Olgaç, bir TV programında ve sonra da Radikal’de, elleri bağlı esir Rumu alnından vurduğunu söyleyince mesele biraz daha somut bir şekilde tartışma gündemine geldi. Olgaç’ın itirafı, sonradan çark etmeye çalışsa da, Türk tarafının çuvaldızı belki de ilk kez kendine batırma hamlesi. Yunan ve Rum medyasının bu itirafın üstüne atlaması normal. Aynı şeyi bizim medya da yapardı. Peki, biz ne yaptık ve ne yapacağız?
Hürriyet gazetesi, konuyu anında “densizlik” olarak niteledi: manşeti “Densiz Kurt”tu (24.01.2009). Yani birinin cinayet işlemesi densizlik değil, ama bunu itiraf etmesi densizlik. Zehirli ve şeytani bir yaklaşım. Bir suçu itiraf etmenin bütün toplumu ve Türkiye’yi zor duruma düşürüceğini düşünüyorlar demek ki. Halbuki, basit bir kural, itiraf etmezsek ve eleştirmezsek, pisliği saklarsak, temizlenemeyiz, suçla birlikte yaşarız ve kendimiz suçlu olduğumuz gibi, benzer suçları sonraki kuşakların işlemesini de teşvik ederiz. Suç zeminini —içeride olsun, dışarıda olsun— ortadan kaldıramayız. Toplumun ve devletin kılcal damarlarına kadar girmiş Susurluk, Ergenekon, çeteler, mafyalar hep aynı zihniyetin ürünüdür.
Toplumun büyük kısmının da meseleye Hürriyet gibi yaklaştığından neredeyse eminim. Ama mesela, ‘İsrail sivilleri öldürüyor’ diye feryat ederken, bunun tesbit ve tescil edilmesini, sorumluların cezalandırılmasını isterken, kendimizin sivilleri öldürüşümüzün saklı kalmasını istemek nasıl bir şey!
Ellerimiz kanlı, yüreklerimiz paslı yaşama zilletine hâlâ katlanmayı sürdürecek miyiz? İkisini de temizlemeliyiz. Hürriyet, densizlik olarak nitelediği Atilla Olgaç’ın itirafları yüzünden “Yunan ve Rum’a gün doğdu”ğunu söylüyor. İyi de, cinayetlerimizi saklayınca bize mi gün doğmuş ya da günlerimiz aydınlık mı olmuş oluyor?
İşin tuhaf tarafı, “Densiz Kurt” manşetinin atıldığı gün, Hürriyet’in Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün “Kapı işaretleyen çapulcular” başlıklı yazısında tam tersi bir yaklaşım vardı. Özkök, Tomris Giritlioğlu’nun Güz Sancısı filmine gitmiş. Film, Rumları hedef alan 6-7 Eylül olaylarını ele alıyor. Ben filmi görmedim henüz, ama Özkök, “Güz Sancısı filmi çok çarpıcı bir sahneyle başlıyor” diyor ve şöyle devam ediyor: “Ellerinde kırmızı boya kovaları taşıyan bir çapulcu güruhu, gece yarısı bazı evlerin kapılarına ‘Haç’ işareti koyuyor. (…) Meğer bizim sicilimiz de o kadar temiz değilmiş, bizim mazimizde de bu pespayelik varmış. (…) Filmin özel gösteriminden çıkarken bir arkadaşım fikrimi sordu. ‘İnşallah 20-30 yıl sonra bugünlere ait benzer bir filmi yapmak zorunda kalmayız. Allah Türkiye’yi bu rezillikten korusun’ dedim.”
Ben peşinen söyleyeyim: Allah korumaz Ertuğrul bey. Ama biz kendimiz koruyabiliriz. Bunun ilk yolu da, bir cinayet itirafnı “densizlik” olarak nitelememektir. Tomris Giritlioğlu’nun filmini nasıl densizlik olarak nitelemiyorsanız. İtirafı densizlik diye niteleyip yaptığımız fenalıkları saklamaya devam edersek, şimdi sizin yaptığınız gibi, 20-30 yıl sonra da benzer filmler çekmek zorunda kalırız. Sicilimiz kirlenir de kirlenir.
Bir hastalık emaresi gördüğümüzde doktora gideriz, di mi? Emare yokmuş gibi yapmayız. Yaparsak, hastalık her yanımızı sarar. İstediğimiz kadar sağlıklı olduğumuzu ilan edelim, yatağa düşeriz, ölürüz. Şimdi de ölüyoruz işte. Hrant Dink olarak ölüyoruz, dağda asker olarak ölüyoruz, Türkiye’nin en kalabalık caddesinde, İstikal’de, hiçbir tedbir alınmadan takılmaya çalışılan pencerenin kafamıza düşmesiyle ölüyoruz…
Velhasıl, yapılacak daha çok film var ve Kıbrıs da bu filmlerin ele alacağı konulardan sadece biri.
Bir de, bilmem söylemeye gerek var mı, temiz savaş yoktur.